29 Eylül 2010
TAM 12 Eylül Referandumu’nun yarattığı olumlu havayı ciğerlerimize çekiyorduk ki... Milliyetçi-muhafazakâr, 30 yıldır devletin güvenliğini teslim ettiği, bir dönem “Cemaat”in adamı sayılan, herkesin namusu ve şerefi üzerinde fikir birliği ettiği Hanefi Avcı İstanbul Savcılığı’nın talimatı ile gözaltına alındı. Gerekçe:
Devrimci Karargâh Örgütü (DKÖ) ile ilişkili olma şüphesi!
Meğerse devlet; muhafazakâr-milliyetçi Hanefi Avcı’nın kızıl komünist olduğundan, güvenliğimizi teslim ettiği adamın teröristlere yardım ettiğinden şüphe ediyormuş!
“30 Nisan’da konuşacağım” demişti. 28’inde gözaltına alındı ve tutuklandı. Dinlendiğini iddia ettiği telefonlar iki öğrenci üzerine kayıtlı.
Ancak, eski DKÖ üyesi Necdet Kılıç ile irtibatta imiş.
Nedim Şener’e göre irtibatın dayandığı gerekçe Hanefi Avcı’nın telefonunun adı geçen tarih ve saatte Necdet Kılıç’ın bulunduğu Galatasaray’dan sinyal vermesi!
Şener soruyor:
“O gün o saatte binlerce insan Galatasaray’daydı. Hepsi mi terörist?”
* * *
Sözüne çoğu zaman itibar ettiğim kişiler diyor ki:
“Tutuklamanın kitapla alakası yok. Hatta, başına gelecekleri bildiği için Avcı bu kitabı yazdı.”
Kusura bakılmasın ama bu iddiayı külahıma anlatsınlar!
Allah’a şükür, henüz hepimiz Haliç’teki kokuları artık duymayan, kendi örgütünün “doğruları”na sorgusuz sualsiz iman eden, vicdanı yavaş yavaş kapanan
Simonlar haline gelmedik.
* * *
Tıyneti, kişiliği ne olursa olsun, hatta kendi suçları olsun olmasın; Hanefi Avcı kitabı “Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet-Bugün Cemaat”te:
1) İçişleri, Adalet Bakanı, Başbakan Müsteşarı, Başbakan Başdanışmanı, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı, Özel Mahkeme Başsavcı Vekili ve Emniyet Genel Müdürü’nü şahsına yönelik gizli ve illegal telefon dinlemeleri ile ilgili olarak bilgilendirdiğini,
2) 28.01.2010 tarihinde Emniyet Genel Müdürü’nün İçişleri Bakanlığı’na verdiği dilekçesini geri çekmesini istediğini,
3) Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı’nda devletin envanterinde gösterilmeyen özel dinleme aletleri olduğunu,
4) Şahıs ismi ve telefon numarası vermeden, sadece telefon aleti numarası (IMEI) üzerinden İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından bir sürü telefon dinleme izni alındığını 12.01.2010 tarihinde TİB Başkanı’nın Adalet Bakanı’na bizzat bildirdiğini,
5) Kendisinin nasıl illegal dinlendiğini bizzat Adalet Bakanı’na ayrıntısı ile anlattığını,
6) Yargı, Emniyet İstihbarat ve KOM’a yerleşip, kanunları hiçe sayarak illegal dinleme yapan, belgelerde tahrifata başvuran aynı cemaate mensup ve aralarında “hasımlarını” tasfiye etmek için işbirliği yapan kişiler olduğunu,
7) GSM’lerin sadece devlet tarafından dinlenebildiğini, özel dinlemelerin de zaten % 100 yakalanabileceğini iddia ediyor!
* * *
Kanun gereği dilekçelere 15 gün içinde cevap verilmesi gerekirken 2 dilekçesi 8 ay cevapsız kalıyor! Yukarıdaki iddiaların hepsi hâlâ cevapsız.
Dün gözaltı ile ilgili olarak İçişleri Bakanı Beşir Atalay “Yargının talebi olmuştur” demiş. Emniyet anında harekete geçmiş. Aynı İçişleri Bakanı, Avcı’nın çok ağır iddialarına 8 ay sessiz kalan kişi!
İstanbul Savcısı’nın “komünist” olduğuna dair Hanefi Avcı hakkındaki iddialarına yalakalar dışında itibar eden yok! Güneş balçıkla sıvanmıyor.
Beyhude örtbas hareketlerinin en çok kendi itibarlarını yıprattığını görebilecek, vicdanı Allah sevgisi ile dolu Hareket sevdalılarının bulunduğunu biliyorum.
Onlar bu abuk gelişmeler karşısında ne düşünüyor?
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2010
1) BAŞBAKAN diyor ki: “Anadilde eğitim ile anadilde öğretim arasında da ayrım yapmak gerek. Anadilde öğretimin önünü açtık. Kürtçe dil kursları açtık. Anadilde eğitim için de adımlar attık. Üniversitelerde açılan Kürdoloji Enstitüleri, Yaşayan Diller Enstitüleri bu yolda atılmış adımlardır. Ama anadilde eğitim ortak dilimizi tahrip edebilir. Türkiye’de sadece Kürtler yaşamıyor. Diğer etnik unsurların da benzer beklentileri olabilir.”
2) Bazı “aydın” Kürtler de anadilde eğitimin temel hak olduğunu iddia ediyorlar. Çok net olmamaya özel gayret gösteriyorlar ama kasıtları tüm müfredatın anadilde öğretilmesi. (Örn: Altan Tan.)
* * *
Dil konusu “Kürt meselesi”nin en can alıcı konusu.
Ancak, bence yukarıda alıntı yaptığım iki yaklaşım da hatalı.
23.09.2010 tarihinde şöyle yazmıştım:
“... Ancak önce, belki de amaçlı olarak birbirine karıştırılan, bir ayrım yapmak istiyorum:
1) Anadil eğitimi,
2) Anadil(de) eğitim.
Demokratik bir ülkede, eğer anadili resmi dilden farklı ise, anadilini öğrenmek herkesin hakkıdır.
Bunun için, yeteri kadar talebin oluştuğu okullarda anadili öğreten seçmeli dersleri okutmak devletin görevi, özel okulların hakkı olmalıdır.
Ancak, anadilde eğitim müfredatta okutulan tüm derslerin (tarih, edebiyat, matematik vb.) anadilde okutulması anlamına gelir.
İşte bu talep bölünmenin bizzat kendisidir.
Zira, eğitim sadece dilin doğru öğrenilmesi, bazı bilgilerin kazanılması değildir.
Eğitim aynı zamanda ortak kültürün, değerlerin, örflerin, inançların, ülkülerin, tasaların; kısacası bir toplumu bir arada tutan tüm öğelerin tartışıldığı ve hazmedildiği süreçtir.
Eğer, hep birlikte Türkiye Cumhuriyeti şemsiyesi altında yaşayacaksak bu öğelere ortak sahip olmamız gerekir!”
* * *
1) Başbakan’ın anadilde eğitimi “dil kursları”na terk etmesi yanlıştır. Şahsi görüşüme göre “yeteri kadar talebin oluştuğu” yörelerde devlet vatandaşlarına anadili öğretmeyi görev bilmelidir.
* * *
2) Ancak, anadilde eğitimin temel hak olduğunu iddia ederek “anadilde eğitim” isteyenler vahim hata yapıyorlar.
a) Eğitimin bir bütün olduğunu, eğitim dilinin sadece ortak dil yaratmadığını yukarıda açıkladım. Bu alanda bilgisi olmayanların veya bu bilgiyi görmezden gelenlerin aynı topraklarda yaşayacak “iki ayrı nesil” yetiştirme çabaları en hafif tabiri ile aymazlık.
b) Anadili öğrenmek tabii ki “temel hak”. Ama, Başbakan’ın bahsettiği dil kursları bile bu hakkın elde edilmesini sağlıyor.
İsteyen, istediği dilde kursa katılarak anadilini öğrenebilir.
Her hakkı devletin karşılama mecburiyetinde olduğunu ima etmek haksız bir yaklaşım.
Devlet bazı hakların sadece önündeki engelleri kaldırmakla yükümlüdür. Anadil konusunda bunu yapmıştır.
c) Kürt “aydınlar” anayasal haktan bahsettiklerine göre, yeteri talep oluştuğunda, devlet Türkiye’de sahip olunan tüm anadillerde (Kürtçe, Lazca, Boşnakça, Gürcüce, Arapça, Arnavutça, Pomakça, Farsça, Süryanice, Azeri Türkçesi, vb.) okul açmak zorunda kalacaktır. Belli ki, bazı “aydın” Kürtler pedagoji ve eğitim bilimleri bilmedikleri gibi, finanstan da bihaberler.
* * *
Önünü ardını düşünmeden istemek adamı “aydın” yapıyorsa, ben de “aydın” addedilmek için “uzaylı” Mustafa Topaloğlu için “uzayca” eğitim istiyorum.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2010
GEÇEN hafta sonu kıymetli dostum Kemal Uslu kızını Keşan’da evlendirdi. Düğüne katıldım. Son zamanlara yaptığım en iyi şey bu düğünde bulunmaktı. Zira, çok ama çok eğlendim. Ortak paydası Rumeli’nden Trakya’ya göçmüş olan insanların arasında kılları ağırmış Rumeli kızanı olarak büyük keyif aldım. Mübadil (karşılıklı mal değiş tokuşu ile gelen) olmanın keyfini kısa süreli de olsa yaşadım. Rahmetli babamın muhacir (malını mülkünü bırakıp çulsuz gelen) olarak nitelenmeye karşı duyduğu öfkeyi yâd ettim.
Rumeli türküleri ile coştum, kasap havası ile ter attım.
Kızlı erkekli, kaç göç bilmeyen insanlarla hali hamur olurken adeta başka bir dünyaya uçtum.
* * *
Rumeli göçmeni olmak benim için ne demek?
Babam Kavala İli Drama Kasabası Sarışaban Nahiyesi Kurudere Köyü’nden Samsun’a göçüldüğünde 3-4 yaşlarında imiş.
Aslı aynı köye ait rahmetli annem Samsun’da doğmuş.
Ben Rumeli’yi görmeden kendisini “Rumeli asıllı Türk” olarak niteleyen 2. nesilim.
* * *
Bir yere aitsin ama o yerde doğmadın, o yerde büyümedin, hatta o yeri hiç görmedin.
Ama sorulduğunda göğsünü gere gere ben “Rumeli göçmeniyim” diyorsun!
Neslin, yüzyıllarca Anadolu topraklarından uzak düşmüş, ancak kanının son damlasına kadar kendini Türk hissediyorsun.
Görmediğin bir yerlere ait olmak, hatta nerede ise oraları hâlâ kendinin sanmak!
Bir toprağa sonradan gelmek ama oranın kendi vatanın olduğunu anında kabul etmek.
“Azınlık” addedilmek ama kendini “çoğunluk” saymak!
Memleketten kopmak ama vatana kavuşmak!
Neden “koptuk” diye devamlı kafa yormak!
Hiç görmediğin yerleri özlemek.
Benim için göçmenlik duygusu bu!
* * *
Görmediğim bir yere ait olduğumu kabullendim?
Dedemin menkıbeleri -Debreli Hasan türküsünün kahramanı çetecinin kanını taşıyormuşum- ile büyümek, babamın yıllarca böbürlenmelerini dinlemek, arada bir-iki tek atınca söylediği türküler ile kulağı dolmak, özel masallar dinlemek, geçen akşam yaptığım gibi; ama mahalle arası, ama salon düğünlerinde kızlı-oğlanlı kasap havası oynamak, bir resme bakıp o resimde aile büyüklerinin soluk çocukluk resimlerini görmek. O resimlerle ilgili hikâyeler dinlemek!
“Sen bir Rumeli göçmenisin, onun için aç evin tok kedisi olmak zorundasın.”
Bu sözü ailenin bıraktığı en büyük miras saymak!
Rumeli göçmeni olduğumu ben böyle öğrendim ve kabul ettim.
* * *
Düğünde hafiften kafayı bulmaya başladığımda günün moda deyimi aklıma geldi ve ben de bir ara “Trakya Özerk Bölgesi” hülyasına daldım.
Bölgeye ülkenin her yöresinden katılmak serbest ama burada “Rumeli hayat tarzı” geçerli!
Ülkenin en hoşgörülü bölgesi burası. Zira, yüzü Batı medeniyetine dönük. Ancak, İslam’ın Sufi geleneği ile de yoğrulmuş. Allah sevgisi, Allah korkusundan üstün.
Yaradılanı hata ve kabahati ile kabul eden!
“Ötekini” dışlamayan zira kendisi “öteki” olan!
* * *
Bir gecelik de olsa, ben de özerklik hayali kurdum!
Sağ olasın be Kemal Uslu!
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2010
İKİ gündür bir tabunun yıkılışını irdeliyorum:<br><br>“Terörle pazarlık yapılmaz.” Ancak, bu köşeyi okuyanlar hatırlar. Ben ortaya “Kürt Açılımı” kavramı atıldığı andan itibaren “Anaların ağlamaması için eline silah alanı silahı bırakmaya ikna etmen gerekir” diye yazıyorum. Bunun için de “mangal gibi yürek” sahibi olmak şarttır diye vurguluyorum.
Son yazılarımla ilave amacım 12 Eylül Referandumu sonuçları ile ortaya gerçek bir tarihi fırsat çıktığını vurgulamaktır.
* * *
Bugün Kürt siyasetçilere bir uyarıda bulunmak istiyorum.
Son bir yıldır “Kürt Açılımı” adı altında oluşturulan bazı talepler adeta imkânsızı istemeye dönüştü.
İmkânsızı isteyen esasında anlaşmak istemeyendir.
Bir arada yaşayacaksak:
Türkler tabii ki Kürtlerin hassasiyetlerine duyarlı olmalıdır.
Ama, Kürtler de aynı şekilde Türklerin hassasiyetlerine karşı duyarlı kalmak zorundadır.
Ülkenin dibine konan esas kara mayın son bir yıl içinde “devlet-PKK” çatışmasının “Türk-Kürt” çatışmasına doğru tırmanmasıdır.
* * *
Bugün “anadil eğitimi” konusunu ele alacağım.
Ancak önce, belki de amaçlı olarak birbirine karıştırılan, bir ayrım yapmak istiyorum:
1) Anadil eğitimi,
2) Anadil(de) eğitim.
Demokratik bir ülkede, eğer anadili resmi dilden farklı ise, anadilini öğrenmek herkesin hakkıdır.
Bunun için, yeteri kadar talebin oluştuğu okullarda anadili öğreten seçmeli dersleri okutmak devletin görevi, özel okulların hakkı olmalıdır.
Ancak, anadilde eğitim müfredatta okutulan tüm derslerin (tarih, edebiyat, matematik vb.) anadilde okutulması anlamına gelir.
İşte bu talep bölünmenin bizzat kendisidir.
Zira, eğitim sadece dilin doğru öğrenilmesi, bazı bilgilerin kazanılması değildir.
Eğitim aynı zamanda ortak kültürün, değerlerin, örflerin, inançların, ülkülerin, tasaların; kısacası bir toplumu bir arada tutan tüm öğelerin tartışıldığı ve hazmedildiği süreçtir.
Eğer, hep birlikte Türkiye Cumhuriyeti şemsiyesi altında yaşayacaksak bu öğelere ortak sahip olmamız gerekir!
* * *
Çocuklarımız ayrı okullarda, ayrı dillerde eğitim alırsa sadece birbirinin dilini değil, birbirinin kültürünü, değerlerini, örflerini, inançlarını, ülkülerini, tasalarını vb. tanımayan nesiller yetiştiririz.
Artık onları kimse ortak paydada bir arada tutamaz. Süreç içinde ayrılık kendiliğinden ve doğal olarak gelişir.
* * *
Eğer, anadilde eğitim talebinde ısrar edilecekse, boşuna kaynak israfı yapmayalım, boşuna zaman kaybetmeyelim.
Hemen bölünelim.
Herkes taksın çantasını koluna, gitsin kendi yoluna!
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2010
DÜN yazdım. Yıkılan tabu:<br><br>“Terörle pazarlık yapılmaz!” Yıkan 12 Eylül Referandumu.
Son bir yıldır “Kürt Açılımı”nı yüzüne gözüne bulaştıran AKP iktidarına çok kızan milliyetçi hassasiyeti yüksek kesimler bu kızgınlıklarını güvensizlik oyuna çevirmediler ve AKP politikalarına destek verdiler.
PKK da “eylemsizlik” kararı ile esasında AKP’ye destek verdi.
Ramazanda Mehmetçik ölümleri devam etseydi, hassasiyet bileylenebilirdi.
Tarihi fırsat işte bu!
Kürt meselesi ile ilgili “tarihi fırsat” sözünü ilk kez Cumhurbaşkanı Abdullah Gül kullandı ama onun kastettiği: i) uluslararası konjonktür ve belki de ii) TSK’nın ilgili politikalarının Hükümet’e yaklaşması idi.
Bence gerçek tarihi fırsat şimdi yaşanıyor. Zira fırsatı taban, doğrudan Türk halkı tanıyor.
Dilerim, Hükümet bu sefer ıskalamaz!
* * *
Bana öyle geliyor ki, Hükümet bu kez daha cesur davranacak. İpuçları var. Hain Hakkâri saldırısı yaşanmasaydı, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin’le BDP eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak bir araya geleceklerdi. MİT Başkanı “konu”yu görüşmek üzere ABD’de. Belli ki devlet yetkilileri, tabii ki Hükümet’in bilgisi ve yönlendirmesi dahilinde, PKK ile görüşüyorlar.
* * *
Ancak, bu noktada kritik bir dönemeç var. Bu görüşmelerden “birileri” rahatsız. Bunlar PKK’nın bir hizbi olabileceği gibi, “dost ülkeler” bile olabilir.
İlk gün yapıldığı gibi TSK’yı olay yerinde bulunan çanta nedeni ile suçlamak ise tam bir zırva. Saldırıyı kendi yapıp veya taşerona yaptırıp, PKK üzerine atmaya yeltenenlerin kendi kartvizitlerini olay yerinde bırakacağını düşünmek TSK’yı da kendileri kadar geri zekâlı saymaya eşit.
Ancak, aşikâr ki ortada bir provokasyon var. Provokatörler, taraflarca gizli tutulacağı zannedilen Hükümet-BDP görüşmesini önden haber de almışlar. Ya BDP, ya da Hükümet içinde köstebekleri var.
* * *
Bu noktada Hükümet’e bir uyarım var.
Provokosyanla ilgili verilecek en iyi mücadele provokosyonu boşa çıkarmaktır!
Tamam, Hükümet-BDP görüşmesi hain saldırının yapıldığı gün yapılamazdı ama karabulutlar dağıldıktan hemen sonra yapılmalıydı.
Provokosyana kim yeltendi ise amacına ulaşamayacağı gözler önüne serilmeliydi.
Hükümet BDP ile, sivil-asker devlet yetkilileri PKK ile görüşmelidir ve herhangi bir provokosyon buna engel olamamalıdır.
PKK içinde farklı liderlikler olduğu aşikâr. Apo ve çevresi ile yapılacak görüşmeler belki diğerlerini azdıracaktır ama aynı zamanda tecrit edecektir.
* * *
Bu (inşallah) yeni dönemde Başbakan’dan da özel bir ricam var. Muhalefet liderlerini, tabii ki kayda alınarak, içeriği kamuya açıklanmayacak toplantılarda özel
bilgilendirsin. Onay alsın demiyorum ama bilgilendirsin.
Meseleyi hükümet politikalarının üzerine çıkarmaya çalışsın. Muhalefet de bu toplantılara katılsın ve verilen bilgilere devlet adamı sorumluluğu içinde yaklaşsın!
(Yarın: Kürtlere ufak bir tavsiye...)
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2010
12 Eylül Referandumu’nun ardından yaptığım yorumlarda şöyle yazdım. “Çıkan sonuca göre:
1) BDP-PKK’nın taban desteği yerleşik bir destektir.
2) AKP’nin “Kürt Açılımı” yaparken milliyetçi hassasiyeti yüksek kesimlerden çekinmesi yanlıştır.” (15.09.2010)
* * *
Tıp doktoru hastasının “hastalığı” ile duygusal ilişki kurmaz. Hastalığı ile duygusal ilişki kurma (korku, endişe, üzüntü, kahrolma vb.) hakkı sadece hastada ve onu sevenlerdedir.
Doktorun işi teşhisi doğru koymak, tedaviyi doğru yapmaktır. Örneğin, doktor “kanser hastalığı”na kızamaz, sadece kendini onu yok etmeye memur eder.
“Hastalığa” doktor gözü ile bakarsak şu acı saptamayı yapmak zorundayız:
Maalesef, terör 20. yüzyılın sonlarından itibaren siyasetin bir parçası haline gelmiştir!
Belki terör ile, tıpkı kanser hastalığı gibi, en başında baş edilebilir. Hiçbir zaman tabana inmezse veya tabanını kaybederse yine baş edilebilir. Ama terör, onkoloji dili ile, metastaz yapmış, tabanda yerleşmeye ve yayılmaya başlamışsa artık onunla genel kabul görmüş metotlarla baş etmek nerede ise imkânsızdır.
* * *
30 yıldır PKK terörü ile “Terörle pazarlık yapılmaz” mantığı içinde savaşıyoruz. Ancak, teröre her darbeyi vurduğumuzda metastaz büyüyor!
Mücadele yöntemlerinde çok hatalar yaptık ama bence TSK açısından temel sıkıntı evrensel geçerliliği olan bir sıkıntıdır:
“Nizami harp tekniği” uygulayarak “gayrinizami harp tekniği” uygulayanlar ile baş edilemiyor!
Devlet 1990’larda gayrinizami harp tekniğini uyguladı. Kısmen netice de aldı. Ancak, hukuk devleti ayaklar altına alındı. Faili meçhuller aldı başını yürüdü. Devlet içinde çeteler oluştu. Kısacası, başka bir kanser türü başa bela oldu. Terör kanseri ise metastazını hızlandırdı.
Anlaşıldı ki, devlet kendi koyduğu kuralları kendi yıkarsa ortaya sadece kaos, devlet terörü ve çeteleşme çıkıyor.
Çetelerin bir kısmı bugün Ergenekon Davası içine sıkıştırılmış embedded davalarda yargılanıyor.
* * *
12 Eylül 2010 tarihi milletin verdiği dersler arasına çok önemli bir ders eklemiştir:
12 Eylül’de millet “Terörle pazarlık yapılmaz” önkabulünü artık çok ciddiye almadığını göstermiştir!
Hatırlayın, 1 sene önce AKP Hükümeti “Kürt Açılımı” başlığı ile artık anaların ağlamamasının yolunu açtığını iddia etti. Ancak, çok korkak ve hazırlıksız olduğu için açılımı yüzüne gözüne bulaştırdı. Açılım sadece Kürt milliyetçilerinin şımarma ve imkânsızı talep etme sürecini başlattı. Bu pervasızlık Türkleri kızdırdı, yer yer çığrından çıkardı. Nerede ise kendisini Türk olarak tarif eden herkes tepki verdi.
Ekim 2009’da “Habur Kapısı Rezaleti” yaşanınca tepki ayyuka çıktı.
AKP Hükümeti bu rezaletten beter korktu ve “Kürt Açılımı”nda iyice pasifleşti.
TBMM’de temsil edilen DTP (BDP) ile görüşmekten bile kaçtı.
Ekim 2009’dan sonra terör azgınlaşınca muhalefet AKP’ye veryansın etmeye başladı.
Özellikle, MHP referandum propagandasını AKP’yi terörle pazarlık yapma suçlaması üzerine oturttu.
Ancak, 12 Eylül günü gösterdi ki millet teröre ateş püskürüyor, “Kürt Açılımı”na inanmıyor ama bunu da AKP’ye güvensizlik oyuna çevirmiyor!
MHP bile “Hayır”ı kendi tabanına tam benimsetemedi.
Bence ortaya tarihi bir fırsat çıktı!
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2010
AVNİ Özgürel Türkiye’nin en kıdemli gazetecilerindedir. Ancak, Avni Özgürel’in marifetleri çeşitlidir. Çok iyi bir tarihçi, çok iyi bir belgesel yazarı ve yapımcısıdır. Eşi Ayfer Özgürel ile ortak işlettikleri TFT Yapım’da bir sürü kıymetli belgesele imza attılar. Bence baş eserleri Zincirbozan’dır.
Bu kez Özgürel çifti uzun metrajlı bir film ile dikkatimizi çekiyor:
Büyük Oyun!
* * *
Çekimleri 2009 senesi kasım ayında Kuzey Irak’ta başlayan film, geçen yaz dünya prömiyerini gerçekleştirdiği Montreal Film Festivali’nde Quebec’lilerin büyük ilgisiyle karşılanmış, ardından Uluslararası Hindistan Kerala Film Festivali’nde açılış filmi olarak izleyiciye sunulmuş.
Atıl İnaç’ın Avni Özgürel’le senaryosunu yazıp yönettiği, Avni-Ayfer Özgürel’in yapımcılığını üstlendiği filmde Suzan Genç, Selen Uçer, Serdal Genç, Serkan Genç ve Rana Cabbar rol alıyor.
Filmde, Irak’ta Amerikan işgali sırasında ailesi Amerikan askerleri tarafından katledilen Cennet adlı bir Türkmen kızının ağabeyini ararken Kerkük’ten İstanbul’a yolculuğu anlatılıyor. Türkmen genç kız Cennet’in gözünden Ortadoğu’nun sorunları beyazperdeye yansıyor.
ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde direnişçileri yakalamak için operasyon yapan askerlerin bastığı köyde bütün ailesini kaybeden Cennet, hayatta bir başına kalıyor. Yaşamı boyunca köyünün dışına adım atmamış bu genç kız çaresizliğin dayattığı cesaretle Kerkük’te berber olarak çalışan ağabeyi Azim’i bulmak için yola çıkıyor. Ama Kerkük’e vardığında ağabeyinin de bir patlamada yaralandığını ve Türkiye’deki bir hastaneye götürüldüğünü öğreniyor. Ağabeyine ulaşmak için Türkiye’ye doğru zorlu bir yolculuğa çıkıyor. Bu yolculuğu önce kaçakçılarla, sonra İslamcı bir örgütün elemanlarıyla sürdürüyor. Cennet’i bu yolculukta ne beklemektedir?
Canlı bomba eylemciliği!
* * *
Filmin aldığı çeşitli uluslararası övgüler arasında en çok ilgimi aşağıda alıntı yaptığım yaklaşım çekti:
“Kimi soruların cevabı kolay anlaşılmaz. Atıl İnaç’ın filmi ‘Büyük Oyun’ birçok zor soruya cevap bulan bir yapım. Terör, terörist kimdir ve bir devletle bağı nedir gibi iğneleyici sorulara cevap aramaktadır. Yönetmen, savaşa bulaşmış, güvensiz bir yaşamın duygularını ve tutkularını yansıtmaktadır. ‘Başkalarının çatışması’, izleyen insan aklını rahatsız etmektedir. Film hüzünlü bir sonla bitmemesine rağmen akılda trajik izler bırakmaktadır.” (Cinemawithoutborders)
* * *
“Büyük Oyun” insana ait basit ama çarpıcı bir “gerçeği” anlatıyor:
“Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış insan dünyanın en tehlikeli silahıdır.”
Yönetmen Atıl İnanç’ın sözleri ile “Onları hayata bağlayacak bir şey kalmadığında insanlar sessiz ve dikkat çekmeyen bir sona kavuşmak yerine, sadece kendilerini değil, başkalarını da mahvetmeyi tercih edebilirler.”
* * *
Ortadoğu gerçeğini ve insan denen yaratığın trajedisini çok güzel bir görsel dille anlatan Avni-Ayfer Özgürel’e, filmin yaratıcısı Atıl İnanç’a, oyuncular Suzan Genç, Selen Uçer, Serdal Genç, Serkan Genç, Rana Cabbar’a çok teşekkür ederim.
Basit bir sinema seyircisi olarak, bitik bir kadının ruh halini suratına yansıtma başarısı nedeni ile Selen Uçer’den ve kısa bir rolde dahi büyük usta olduğunu seyirciye ilk anda kabul ettiren Rana Cabbar’dan çok etkilendiğimi de kaydetmek isterim.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2010
PAZARTESİ günü yaptığım referandumun genel analizinde şöyle yazmıştım:
“Maalesef, ortaya 3 renkli bir Türkiye haritası çıkmıştır. Renklerin bölgesel olarak ayrışması bana hüzün veriyor. Akdeniz, Ege, Trakya bir renk, Orta Anadolu ve Karadeniz bir başka ama çoğunluk renk ve
Güneydoğu da 3. bir renk olarak ortaya çıkmıştır.”
Buna benzer analiz yapanlara itiraz edenler oldu. Diyorlar ki, “Evet” veya “Hayır”ın önde çıktığı illerde aksi yönde oylar da var. Hatta bazı illere bağlı ilçelerde, ilin toplu oyları aksine kullanılan oylar çoğunlukta.
Doğru! Ama biz temel ilke olarak referandumda “Evet” veya “Hayır” oylarından hangisinin %51’in üzerinde olduğunu ölçtük.
Hatta, referandum güvenoylamasına dönüştüğü için Hükümet’e karşı duyulan güveni ölçtük.
Beni rahatsız eden “Evet”, “Hayır” oylarının veya “boykot”un oranı değil, “bölgesel olarak ayrışmasıdır”.Hatta, “evetçi”lerin “hayırcılar”a göre daha az eğitimli olmaları veya daha alt gelir grubundan gelmeleri de beni çok rahatsız etmiyor.
Demokrasilerde “zengin-fakir”, “okumuş-okumamış” çatışması sağlıklı bir çatışmadır.
Yazının Devamını Oku