ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, Washington’da diyor ki, "Türkiye’den en çok istediğimiz şey, İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ile tam bir işbirliği başlatması ve nükleer programında tam şeffaflık sağlaması konusundaki açık uluslararası ortak tavrı desteklemeyi sürdürmesidir.
Ne biz ne de başka herhangi bir yer, İran konusunda aracı istiyoruz. İran’la fazlasıyla iletişim var. Bu konuda uluslararası topluluk adına esas muhatabın AB troykası, Enerji Kurumu Başkanı El Baradey ve uranyumun zenginleştirilmesine ilişkin özel teklifleri nedeniyle bir ölçüde Ruslar olmasından yanayız. Türkiye’nin bu rolü oynamasını öngörmüyoruz." (Milliyet-Yasemin Çongar-31.03.2006)
Ben, diplomatik dilde söylenen yukarıdaki sözleri kendi dilimde "silahlı müdahale gerektiğinde yanımızda mısınız?" sorusu olarak algılıyorum.
ABD, İran’a Avrupa’nın da desteğini alabileceği bir saldırı yapmak zorunluluğu hissederse, Türkiye’nin ne kadar yanında olacağı sorusuna cevap arıyor.
Açıkça sorulmayan ama ABD’de tartışılan bir konu da; ABD ile "İran meselesi"nde işbirliği yapmak için sivil hükümete mi, yoksa TSK’ya mı daha fazla güvenilebileceğidir!
* * *
Ben Güneydoğu’da yaşananların ardında bu sorunun cevabını arıyorum:
1) Başbakan Haziran 2005’te Güneydoğu’da yeni bir dönem başlatmak istedi; ama PKK’nın kucağına düştü. Apo’nun söylemini kullanarak, istemeden, PKK ile siyasi platformda müzakerelere girebileceği sinyalini verdi.
2) PKK durumdan vazife çıkardı, açık tavırlar almaya, kendi emir komutasındaki belediye başkanlarına salvolar attırmaya başladı.
3) Başbakan attığı adımdan geri dönmeye çalıştı; ama her seferinde içinden çıkamadığı ve hiçbir anlam taşımayan söylemler yarattı.
4) Hükümet, söz verdiği halde, 8 aydır "Kürt realitesi" ile ilgili herhangi bir somut adım atamadı, hiçbir politika üretemedi.
5) Politikasızlık otorite boşluğu yarattı. Bölgede sivil ve askeri güçler birbirinden bağımsız, hatta zaman zaman çelişen tavırlar aldılar, zaman zaman hukuk dışına çıkmakta hiçbir beis görmediler.
6) Çelişki Şemdinli olayları ve onun çerçevesinde hazırlanan iddianame ile gün yüzüne çıktı. Çok cesur ve anlamlı hazırlanan iddianameye Büyükanıt palyatif bir mantık ile lüzumsuz olarak sokulunca hedef ters tepti. Hükümet gelişmeleri yönetemeyince ürktü ve sivil güçleri gözden çıkararak onlar indinde de otoritesini kaybetti.
7) Yaşanan otorite boşluğunda; Kuzey Irak’a her an ABD ile işbirliği içinde yapılabilecek bir askeri müdahalenin kendisini bertaraf edeceğini hesaplayan ve hükümetten de umudunu kesen PKK, Güneydoğu’da yeniden anarşiyi hortlattı.
8) Bu hafta yaşananlar, sivil otoritenin duruma hákim olamadığını bir kez daha çok açık bir şekilde gösteriyor.
* * *
Bu köşeyi takip edenler bilirler. Sürekli yazıyorum.
1) Güneydoğu’yu kim yönetirse, "uluslararası ihtiyacı" en iyi karşılayan kurum olarak algılanacak.
2) Bu durumda haliyle; fiili durum ne olursa olsun, Güneydoğu’yu yöneten Türkiye’yi de yönetecek.
3) Güneydoğu’yu kimin yönettiğini de "Terörle Mücadele Yasası" belirleyecek!
* * *
Konuyla ilgili diğer unsurları bilmiyorum; ama "durumu" Başbakan’ın doğru okuduğundan emin değilim.