Cüneyt Ülsever

Cumhurbaşkanı dünyadan haberdar mı?

27 Ağustos 2006
CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer, Lübnan’a asker gönderilmesine karşı olabilir. Ancak savunduğu görüş için kullandığı gerekçe benim için çok önemli. Cumhurbaşkanı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı devir töreninde diyor ki:

"Lübnan’a asker yollanmasına karşıyım, başka ülkelerin ulusal çıkarlarını korumak görevimiz değil. Bizim hiçbir ulusal çıkarımız yok... Başkalarının ulusal çıkarları için asker yollamaya karşıyım... Türkiye’nin kendi iç güvenlik sorunları varken başkalarının sorunlarını çözmek görevimiz değil." (Hürriyet-26.08.2006)

* * *

Bugün kendisine kendi görüşlerimi değil ama herkesin muhakkak okuması gerektiğini düşündüğüm ASAM uzmanı Oytun Orhan’ın aynı konudaki bazı görüşlerini nakledeceğim.

"...Suriye, Lübnan’da İsrail tehdidi yaratabildiği oranda güçlenecektir. Lübnan içinde yeniden bir mezhepsel gerilim, çatışma da yaratmak isteyebilir... Tüm bu krizlerle Suriye kendini sorunların çözümünde kilit ülke olarak göstermek istemektedir. HAMAS krizi sonrasında Halid Meşal’in Şam’da basın toplantısı düzenlemesi bunun göstergesidir.

...Hizbullah’ı, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgali yaratmıştır. 2000 yılına kadar İsrail işgaline direnen örgüt, ülke güvenliği açısından hayati bir konumdaydı. Ancak İsrail’in ülkeden çekilmesiyle varlık nedenini oluşturan etkenler ortadan kalkmıştır. (Hizbullah) İsrail’e karşı başarıyla direnen ’ulusal kahraman örgüt’ten, ülkedeki istikrarsızlık unsuruna dönüşmüştür. Silahlarını bırakması ve bir siyasal partiye dönüşmesi için üzerindeki baskılar gittikçe yoğunlaşmıştır.

...Hizbullah’ın asker kaçırma eylemi bu koşullar altında gerçekleşmiştir. Öncelikle Gazze krizi Hizbullah’a eylemi için uygun ortam sunmuştur. Yeni bir cephe açarak hem İsrail’i baskı altına almış hem de HAMAS’ı rahatlatmıştır. Başlıca hedefi, ülke içindeki siyasal ve askeri konumunu güçlendirmektir. Bunun yanında silah bırakması yönündeki hem uluslararası (BMGKK 1559) hem de iç (Lübnan Ulusal Diyaloğu) baskıları ortadan kaldırmak istemektedir. İsrail’le savaş ortamında kimse Hizbullah’tan silah bırakmasını isteyemez.

...Son olaylar gerçekten de hükümetin örgüt karşısındaki zayıflığını kanıtlamıştır. Hizbullah, ’Lübnan’da belirleyici benim’ mesajını vermektedir. Bunun yanında Hizbullah ve Nasrallah’ın hem Arap halkları hem de Lübnanlı Şiiler arasında popülaritesinin arttığı kesindir. Hele İsrail hapishanelerindeki tutukluların serbest bırakılması sağlanabilirse destek daha çok artacaktır.

...Yaratılan bu durumu İran açısından, ABD’yle süren nükleer kriz ve İsrail’le genel rekabeti çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir. İran özellikle Ahmedinejad’la beraber kendi çatışmasını İslam dünyası-Batı çatışmasına dönüştürmek istemektedir. Böylece cepheyi genişletmek amacındadır. Bu yaklaşım İran’ın son krizlere yönelik açıklamalarında net olarak görülmektedir..." (Oytun Orhan- "İsrail-Lübnan ’Savaşı’: Taraflar, Çıkarlar, Stratejiler"-26.07.2006 -ASAM- www.asam.org.tr)

* * *

Keşke yukarıda ettiği sözleri söylemeden evvel Cumhurbaşkanı sadece şu cümleyi okumuş olsa idi:

"Rus Kommersant Gazetesi’ne göre, İran uluslararası toplumla çatışmayı göze aldı. Çünkü, çatışmadan galip çıkarak hem büyük güçler kulübüne gireceğine, hem de İslam dünyası liderliğine yükseleceğine inanıyor. Gazete değerlendirmesini şöyle noktaladı: İran’ın nükleer teknolojiye sahip olmasını önlemenin tek yolu var; ya rejimi yıkacaksınız, ya da ülkeyi!" (Erdal Şafak- "Uçurumun Kıyısında"-Sabah-26.08.2006)

* * *

Bu gelişmelerin Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla ilgisi olmadığını söyleyebilmek için insanda adını tam koyamadığım bir hasletin eksik olması gerekir!
Yazının Devamını Oku

Lübnan’da gözden kaçanlar (III)

24 Ağustos 2006
İKİ gündür anlatmaya çalıştığım nokta, Ortadoğu’da herkesin kendine ait emperyal politikaları olduğudur. Bir yanda ABD+İsrail kendi çıkarlarına göre Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek isterken, diğer yanda Hizbullah+HAMAS+Suriye’yi peşine takan İran var.

Bir taraf statükoya razı değil, diğer taraf statükoyu tekrar tarif etmek istiyor.

Yeni bir statükoya ulaşılana dek bu topraklarda sular durulmaz!

* * *

Böyle bir ortamda Türkiye’nin kenara çekilip seyretme hakkı yok. Keşke olsa idi ama yok!

1 Mart Tezkeresi’ni reddeden Türkiye kenarda kalabildi mi?

Irak’ta öldürülen Türk sayısı, savaşa aktif katılan İngilizlerden fazla değil mi?

El Kaide, Türkiye’yi bizzat İstanbul’da vurmadı mı?

Kuzey Irak’ta kırmızı çizgilerimiz kaba bir silgiyle kazınarak silinmedi mi?

Türkiye uzun süre Ortadoğu politikalarından dışlanmadı mı?

* * *

Türkiye’nin "Lübnan’a barış gücü askeri gönderme" konusunda kendisini mukayese edeceği başka bir ülke yoktur.

Türkiye kendi çıkarlarını hesap ederek bu kararı verecektir.

Türkiye’nin sorması gereken sorular şunlardır:

Türkiye, Lübnan’a karışmaz ise:

1) Taraflar emperyal politikalarını terk edecekler mi?

2) Türkiye ateşin kendisine sıçramasını önleyip, sessiz sakin olan bitenleri seyredebilecek mi?

Bu iki sorunun da cevabı "hayır"dır!

Türkiye, komşusundaki yangını sessiz sakin seyrederse yangın eninde sonunda kendisine bulaşacaktır.

* * *

Türkiye kendisini AB üyeliğine hazırlayan, hukukun üstünlüğünü tesis etmeye çalışan, demokrasiyi tek ve egemen rejim olarak kabul etmiş, demokrasinin temel direklerinden birisinin laiklik olduğunu hazmetmiş, Müslüman nüfusun büyük çoğunluğu oluşturduğu, bir ayağı Batı’da diğer ayağı Doğu’da bir ülkedir.

Bu özellikleriyle dünyada tektir.

Türkiye’nin varlığını bu şekilde sürdürmesi, başta İran olmak üzere Hizbullah, HAMAS, El Kaide türü din ağırlıklı devlet düzenini (şeriat) savunan ülke ve örgütlerin işine gelmez.

Onlar en başta "dünyada hákimiyet milletindir" diskurundan korkarlar. Bu diskur, insanın Allah’a şirk koşmasıdır. "Hákimiyet dünyada da Allah’ındır" ve onlar Allah adına dünyada düzen kurmakla görevlidirler. Bu onların vazgeçemeyecekleri ilahi ideolojileridir.

Nihai hedef "cihan cihadı"dır!

Böyle bir hedefe ulaşmada en büyük engellerden birisi Müslümanları, kendi kendilerini yönetebileceklerine ikna edecek demokratik bir Müslüman ülkedir.

Onlar, her türlü gayri resmi ortamda Türkiye’yi şeytanın peşinden giden Müslüman bir ülke olarak gördüklerini ifade ederler.

Nispeten AKP’ye yakın durmaları, AKP’yi veri şartlar altında takıyye yapan Müslüman bir parti olarak tarif etmeleridir!

Herhangi bir şekilde İran ve takipçileri, Ortadoğu’da emperyal güç kazanırlarsa kendilerine en büyük hasım olarak Türkiye’yi göreceklerdir.

Onların dünya algılamaları başka türlü düşünmelerine izin vermez.

* * *

Türkiye, kendi çıkarları açısından Lübnan’da aktif rol almak zorundadır!
Yazının Devamını Oku

Lübnan’da gözden kaçanlar (II)

23 Ağustos 2006
LÜBNAN’da, daha doğrusu Ortadoğu’nun genelinde bir "yeniden paylaşım savaşı" yaşandığını, bu savaşa teknolojik ve stratejik gelişmeler de göz önüne alındığında pekálá "3. Dünya Savaşı" denebileceğini 2003 yılından beri yazıyorum. Savaş tarafların karşılıklı olarak statükonun vaz ettiği "paylaşıma" razı olmadığı durumlarda çıkar. Egemenin egemenliği kabul gördüğü sürece zaten savaşa gerek yoktur.

Öte yanda 21. yüzyılın geliştirdiği en radikal savaş stratejisi de düzensiz orduların (örgütlerin) düzenli ordulara (devletlere) karşı teknolojideki muazzam gelişmeleri kullanarak yürüttükleri terörist eylemlerdir.

* * *

İran Ortadoğu’da 21. yüzyılı en iyi okuyan bölgenin en köklü devletlerinden birisidir.

21. yüzyılda tekrar emperyal devlet olabilmek için elinde çok önemli kozlar olduğunun farkındadır:

1) Dünya ekonomisi Batı ekseninden (ABD+AB) Doğu eksenine (Çin+Hindistan+Rusya) kaymaktadır. Batı ekseninin Ortadoğu’da İsrail ve Türkiye başta olmak üzere müttefikleri vardır ama Doğu ekseninin yoktur. Neden İran yükselen yıldıza oynamasın?

* * *

2) İran 21. yüzyılda en güçlü savaş taktiğinin terör olduğunu ve üstelik terör için taşeron örgütler (HAMAS, Hizbullah) kullanmanın çok daha etkin ve ucuz yöntem olduğunu çoktan çözmüştür.

* * *

3) Ortadoğu’da ideolojik liderliğe en rahat oynayabilecek ülkenin de kendisi olduğu 1979 İslam Devrimi’nden sonra kabul görmüştür.

i)İsrail-Filistin geriliminde İslam dünyasına liderlik eden ülke olmayı başarmıştır.

ii)Sünni-Şii çekişmesini Sünni ülkelerin diktatör yöneticilerine karşı körüklerken, tabanda Sünni halka kucak açmayı becermiştir. Bugün HAMAS, Müslüman Kardeşler dahil bir sürü Sünni örgütün çeşitli parçaları sosyal alanlarda (eğitim, sağlık, gıda vb.) İran’dan güçlü maddi destek almaktadır.

* * *

4) İran, Irak Savaşı ile ABD’nin kibirli yöneticilerinin (yeni-muhafazakárlar) insan kaynağı yönetiminde ve bölgenin koşullarını analiz etme konularında ne kadar çapsız olduklarını ve Irak’a dirlik ve düzen getirme konularında ne kadar aciz kaldıklarını çok çabuk çözmüş ve kendi lehine çevirmeyi başarmıştır.

Irak’ta şu anda nüfuz alanını en hızlı geliştiren güç ülkenin nüfusunun %65’ini oluşturan Şii çoğunluktur. Şiilerin hepsi İran’ın yanında yer almamakla beraber bir bölümü İran hegemonyasını kabul etmeye hazırdır.

* * *

5) Önemle Çin’in dünyada petrol talebini en hızlı artıran ülke haline gelmesi ile birlikte sabit kaynaklı petrol talebindeki radikal artışlar dünyanın en büyük petrol yataklarından birisine sahip İran’ın ekonomik gücünü son yıllarda mislisi ile artırmıştır.

* * *

6) Ezelden beri İran bölgede en güçlü espiyonaj, dezenformasyon ve özel harp taktikleri geliştiren devletlerden birisidir.

* * *

Ben İran’ın emperyal politikalarına itiraz etmiyorum. Ben de İranlı olsa idim aynı arzular içinde olurdum. Zira benim dünya algılamam real-politik üzerine kurulu.

Benim vurgulamaya çalıştığım nokta İran’ın bu konuda attığı ve atacağı her adımın Türkiye’nin aleyhine olduğudur!

Lübnan’a bir de bu gözle bakmak lazım!

(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku

Lübnan’da gözden kaçanlar

22 Ağustos 2006
GAZETELERDE görüş ifade eden yazarları elimden geldiğince takip ediyorum. Yazarların önemli bir bölümü, Lübnan’da yaşanmış ve belki de yaşanmaya devam edecek vahşi savaşın sadece tek boyutuna bakıyorlar.

ABD’nin kan gölüne dönen Irak’ı yüzüne gözüne bulaştırması, İsrail’in Lübnan’da sivil insanları katletmesi Türk insanını, haklı olarak, ABD+İsrail ittifakına karşı kızgın bir tavır almaya itiyor. Halkların ölen çocukların ardından gözyaşı dökmesi, mazlumun yanında yer alması, onun saf ve temiz insanlardan oluşan bir kitle olduğunun göstergesidir.

Ancak, aydın olma iddiasıyla ortaya çıkan yazar-düşünür takımının ele aldıkları, analiz ettikleri olguları, hastasını muayene eden tıp doktoru edası içinde duygusallıktan uzak bir yaklaşımla soğukkanlı irdelemeleri, sorunun her yönüne eğilerek teşhis etmeleri ve nihayetinde de muhakkak bir tedavi yöntemi önermeleri gerekir.

Maalesef, Türk medyasında yer alan önce yazar-sonra düşünür takımı içinde önemli bir grup, bir türlü önce düşünür-sonra yazar olamıyor ve bunun için de okuruna sadece onun duymak ve görmek istediklerini nakletmeyi tercih ediyor.

Türk aydını büyük oranda halk ile ters düşmekten, yalnız kalmaktan korkuyor. Bunun için popülizm tercih ediliyor.

Halbuki aydın çoğu zaman tavanla, zaman zaman da tabanla ters düşen insandır.

Zira o, yanlış doğru, bildiğini okur. Aydın, düşüncelerini ifade ederken, ne kadar reyting yapacağını aklına dahi getirmez.

* * *

Şimdi gelelim "Lübnan meselesi"ne!

Türk aydını, ABD+İsrail’in emperyal politikalarını büyük oranda doğru teşhis ediyor. Ama, bir türlü karşı tarafın emperyal politikalarını görmek istemiyor. Böyle olunca da ortaya sanki bir taraf diğer tarafa durup dururken saldırıyormuş, sanki bir taraf tamamen masum ve mazlum iken saldırgan taraf azıtmış gibi bir resim çıkıyor.

Resmi böyle göstermek yanlıştır ve insanımızı kendi aleyhine olan gelişmelere de alkış tutar hale getirmektedir.

* * *

Aydınlar arasında ama cehaletten, ama halk yardakçılığından kaynaklanan iki saptırma var:

1) ABD’nin "yeni Ortadoğu politikası" irdeleniyor ama İran’ın "yeni Ortadoğu politikası" görmezden geliniyor. İran’ın emperyal politikalarını Ahmedinejad’ın iç politika oyunu olarak yorumlayan cahiller, Türkiye’de aydın muamelesi görebiliyorlar. Bu enteller 20 yıl sonrasının zerre kadar tahlilini yapmıyorlar. Ekonomik alanda Çin+Hindistan+Rusya’nın ABD+AB’yi geçmesinin Türkiye’yi nasıl etkileyeceğini, İran’ın bu oyunda yükselen yıldızlar yanında yer alarak Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme çabalarının Türkiye’ye nelere mal olacağını zerre kadar hesap etmiyorlar.

2) Kimileri de Hizbullah’ın terörist bir örgüt olmadığını göstermek için büyük çaba harcıyor. Hizbullah "terör için terör yapmıyor" diyorlar. Bunlar da galiba terörizm ile anarşizmi karıştırıyorlar. Tarihte sadece anarşistler sırf düzen bozulsun diye, başka hiçbir hedef gütmeden şiddete başvurmuşlardır. Yoksa; IRA, PKK, HAMAS, Hizbullah, El Kaide, Kızıl Tugaylar vb. tüm terörist örgütlerin birer hedefi, kendilerine göre haklı bir davası vardır. Onlar için terör, başka türlü baş edemedikleri düzenli ordulara karşı uyguladıkları bir yöntemdir.

Davalarında ne kadar haklı olurlarsa olsunlar sivil halka şiddet uygulayan, düzenli orduların karşısına sivil halkı öne süren, sivil halkın ardına sığınarak silahlı mücadele veren örgütler/devletler yöntem olarak teröre başvurmuş olurlar.

Bu açıdan Hizbullah masum değildir. Onun siyasi ve sosyal yönlerinin bulunması, bu özelliğini katiyen ortadan kaldırmaz.

(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku

Mesut Yılmaz taktikleri

20 Ağustos 2006
MERHABA! İki haftadır izinli idim. Bugün yazılarıma tekrar başlıyorum. Benim yazılarımı az çok izleyenler arada geçen sürede en fazla "Ortadoğu" üzerine yazmak istediğimi kolaylıkla tahmin edebilirler.

Ancak yazmadığım sürede gelişen başka bir olayda eksik kaldığını düşündüğüm önemli bir yöne parmak basmadan edemeyeceğim.

Bugün bu eksikliği gidermeye çalışacak, gelecek haftadan itibaren de "Ortadoğu"yu yazmaya başlayacağım.

* * *

Eski bir Başbakan bir göz boyama oyunu oynadı ve oyunu da yanına kár kaldı!

Mesut Yılmaz Yüce Divan’da yargılanması sona erdikten sonra Rize’de meydanlara çıktı ve insanlara aklandığını söyledi!

Herkes Mesut Yılmaz sağı toparlayabilir mi, toparlayamaz mı diye tartışırken o esasında başka bir tartışmaya engel olmaya çalıştı ve açıkçası başarılı da oldu.

* * *

O da biliyor ki, artık Mesut Yılmaz hiçbir derde deva olamaz. Millet onu tarihe gömmüştür.

Ancak, eğer dikkatleri başka bir yöne çekmese idi, birileri Mesut Yılmaz’ın Yüce Divan’da aklanmadığını ve şimdi ona düşen görevin AİHM türü yüksek bir mahkemede yeniden yargılanmayı talep etmek ve bu yönde girişimde bulunmak olduğunu söyleyecek ve yazacaktı.

* * *

Yüce Divan Mesut Yılmaz hakkında neye karar verdi?

"Mesut Yılmaz, Yüce Divan’da yargılandığı davada ’Rahşan affı’ndan yararlanıp ’kesin kararın ertelenmesi kararı’ aldı.

Yüce Divan, ’Türkbank ihalesine fesat karıştırma’ iddiasıyla başlayan davada iddiayı son safhada ’görevi kötüye kullanma’ya çevirdi ve sonra kararı erteledi. Mesut Yılmaz bu kararla rahatladı. Kolay değil, uzun süredir sıkıntılı günler yaşıyordu. Gözü aydın!" (Cüneyt Ülsever: Hürriyet-25.06.2006)

* * *

Halbuki Mesut Yılmaz Rize’de halkın önüne alnının akı ile çıktığını iddia etti.

Gazetelere göre Mesut Yılmaz meydanlarda dedi ki:

"Gönderme nedeni olarak da bula bula bir bankanın satışını buldular. Benim ihaleye karıştığımı söylediler. Karışıp da ne yapmışım, ihaleye katılanlarla görüşmüşüm. Görüşürüm, ben başbakanım. Biriyle değil, hepsiyle görüşürüm... Bunu bile bile beni mahkemeye gönderdiler. 1.5 sene mahkeme sürdü. Sonunda mahkeme dedi ki ’bu işte yolsuzluk yoktur’. Benim için önemli olan oydu. Bize yolsuzluk yaptı diyenler iftiracıdırlar. 3.5 sene ağzıma fermuar çektim, hiçbir şey söylemedim. Ama siyasete başladığım yerde, Rize’nin Cumhuriyet Meydanı’nda söylüyorum, hepsi müfteridirler." (Hürriyet: 04.08.2006)

Mesut Yılmaz Yüce Divan’ın davayı uzun süre belirli bir minvalde sürdürdükten sonra "ihaleye fesat karıştırma" iddiasından "görevi kötüye kullanma"ya çevirmesini, "yolsuzluk yoktur" kararı olarak yorumluyor ve kararı ertelenen (sonuçlanmayan) "görevi kötüye kullanma" iddiasını suçtan bile saymıyor!

Eski bir başbakan "görevi kötüye kullanma" iddiasının ne gibi sonuçları ve müeyidesi olur, muhatabını nasıl bir töhmet altında bırakır; bunları hiç kaale almıyor.

Üstelik, Rize meydanlarında "anlaştım" dediği Erkan Mumcu da kendisini doğrulamıyor!

* * *

Mesut Yılmaz, madem AİHM’ye gitmiyor, birleştirme ziyaretlerine Rahşan Ecevit’e teşekkür ziyareti ile başlasın!
Yazının Devamını Oku

Bu nasıl bir egodur?

3 Ağustos 2006
BEN bir Hülya Avşar hayranıyım.Bir kadında güzellik ile zeká bir araya gelince o kadın beni teslim alır. Hülya Avşar da beni teslim almış bir kadındır. Zira onda bu iki nitelik fazlasıyla var. Çeşitli yetenekleri arasında da beni en fazla sinema oyunculuğu etkiliyor.

Kendi adını marka yapmış bir insana hayran olmamak elimde değil.

Ancak, Hülya Avşar eşinden boşandıktan sonra ettiği kelamlar ile beni sürekli şaşırtmaya başladı. Avşar’ın eski eşi ve özel hayatı ile ilgili söylediği sözler, onun akıl seviyesine uymayacak kadar çelişki ve mantık hatası taşımaya başladı.

Ben de zamanında boşanmış bir insan ve psikolojik ölçümlerde boşanmanın insan ruhunda en fazla yara açan eylemlerden birisi olarak tespit edildiğini bilen bir kişi olarak Avşar’ın bir travma geçirdiğini düşünebilirim.

Ancak, Hülya Avşar’ın bambaşka alanda sarf ettiği bir söz beni hem şaşırttı, hem de ürküttü!

* * *

Gazeteciliğin röportaj alanında duayeni Yener Süsoy’un haftalık söyleşilerini muhakkak okurum. Zira, Yener Abi’de çok önemli bir özellik var. İnsanları en mahrem, en özel, en tabu konularda çok rahat konuşturuyor.

Galiba insanlar onun karşısında bütün özdenetim mekanizmalarını kaybedip, bülbül gibi şakıyorlar.

Yener Abi bu hafta Hülya Avşar ile bir söyleşi yaptı.

Bu söyleşide Avşar, "özel hayat" ile ilgili yine çelişkili görüşler ileri sürdü. Ama ben bu sözleri yerine Avşar’ın Süsoy’un bir sorusuna verdiği cevap karşısında daha çok irkildim.

Yener Süsoy, sanatını kastederek soruyor:

- Arkandan yeni kuşak geliyor, hep böyle yalnız koşacak değilsin ki!

Hülya Avşar’ın cevabı şöyle:

"Kendi kategorimde, benim gibi biri daha gelmeyecek. Benim gibi iki kişi daha sayabilirim; Sezen Aksu ve İbrahim Tatlıses. Zaten kimsenin gelmesine ben izin vermem. Çünkü işimde ölmemek için öldürürüm. Bana çok iyi bakmaları lazım. Beni sanat hayatından kaçırırsanız çok kötü olur. Bu benim mesleğim, ben bir profesyonelim. Allah sağlık verdiği sürece, bensiz zaman geçmeyecek Türkiye’de. Bugüne kadar sahip olduğum her şeye, hep böyle sahip oldum." (Hürriyet-01.08.2006)

Bu sözler bir insanın özdenetimini tamamen yitirmesinin belgesi!

* * *

Hülya Avşar adeta bir medyum gibi geleceği biliyor: "Kendi kategorimde, benim gibi biri daha gelmeyecek."

Kendini Türkiye’nin en büyük şarkıcıları arasında ilan ediyor: "Benim gibi iki kişi daha sayabilirim; Sezen Aksu ve İbrahim Tatlıses."

Rakiplerini adeta tehdit ediyor: "Zaten kimsenin gelmesine ben izin vermem. Çünkü işimde ölmemek için öldürürüm."

Halka kendisini taşıması için görev yüklüyor: "...Bensiz zaman geçmeyecek Türkiye’de. Bana çok iyi bakmaları lazım. Beni sanat hayatından kaçırırsanız çok kötü olur."

Üstelik tek-benci ruhunun eskiden beri böyle davrandığını; örneğin geçmişte de "işinde ölmemek için öldürdüğünü (rakiplerini ezdiğini)" itiraf ediyor.

* * *

Hülya Avşar her kelamıyla kamuoyunu etkileyen bir insan.

Söylediklerinin sorumluluğunu taşıması lazım!

Not: Yıllık iznimi kullanacağım. 20 Ağustos 2006 Pazar günü görüşmek üzere.
Yazının Devamını Oku

Duygu Asena

2 Ağustos 2006
DUYGU Asena ile ilk kez TSK’nın tertip etmiş olduğu bir Güneydoğu gezisinde tanıştım. Ardından herhangi bir dostluğumuz olmadı. Bir iki kere sokakta rastlaştık. Hasta olduğunu duyduğumda çok şaşırdım. Bende bıraktığı intibaya göre o hastalanamazdı. Bana öyle bir duygu vermişti. Asena’nın bir şekilde bu hastalığı yeneceğini düşünmeden de edemedim. Oysa o habis bir kanserin pençesine düşmüştü. Ama, ben yine de haklıymışım. Doktorun verdiği bilgiye göre herkesin ancak 3-4 ay dayanabileceği bir hastalığa o 2 yıl direndi.

Duygu Asena’nın öldüğünü TV’de duyduğum an ağlamaya başladım. Evde yalnızdım ve hıçkırıklarımı koyuverdim. Onu, ardından ağlayacak kadar yakın tanımıyordum; ama artık siz ne derseniz deyin, yaşlandığımı bile düşünün, kendimi tutamadım, gözyaşlarımı koyuverdim.

* * *

Kendisi ile Güneydoğu gezisinde tanıştığımda sosyalleşmeyi yeni öğrenen veletlerin kalabalıklar arasında kapıldıkları duyguya kapılmıştım.

Bakmayın, siz erkeklerin maço tavırlarına. Erkekler, güçlü kadınlardan korkarlar. Erkekler, güçsüz gördükleri kadınların tepesine binmeye bayılırlar. Ancak, nerede gözlerinin içine bakan bir kadın görseler, hemen tırsarlar.

Ben de normal yurdum erkeği olarak karşımda maço bir kadın bulacağım düşüncesi ve o kadının seyahat boyunca biz erkekleri her fırsatta azarlayacağı zehabıyla, Duygu Asena’yla tanışırken, kalabalıkta bir eliyle anasının eteğini arayan veledin ruh hali içindeydim.

Asena’yı tüm estetik duyguları reddeden bir külhanbeyi olarak hayal etmiştim.

Ancak, karşımda güzel, hatta çok güzel bir kadın vardı.

Ruhun dünya ile tek temas noktası olan gözlerine baktığınızda da sadece huzuru görüyordunuz. O kavgacı kadının gözleri bana, "Benden korkma, benden sana bir zarar gelmez" diyordu.

Duygu Asena, gülen gözleri ile güzelliğini inkár etmeyen bir dişi, sıcak bir arkadaş, keskin bir gözlemci ve bir kadında en çok sevdiğim şeye sahip bir insandı:

Duygu Asena, çok zeki bir kadındı!

* * *

Yıllar bana iki şey öğretti.

1) İhtiyacım olan ezeceğim zavallı bir kadın değil, güçlü ve dirayetli bir kadındır.

2) Hayatı koruma ve esirgeme güdüsü, Yaradan’ın yaratma gücünü paylaştığı kadında erkeğe oranla kat be kat üstündür.

Hayat bana kadını ezmenin, esasında kendini ezmek olduğunu gösterdi. Bu ülkede erkekler şahsiyet kazanamıyorsa bunun nedeni; erkeklerin salt kaba güçlerine dayanarak onu yaratan ve yetiştiren kadından esirgedikleridir.

* * *

Benim gibi normal yurdum insanlarının çoğunlukta olduğu bir ülkede Duygu Asena gibi kadınların esas öğrencileri biz erkekler olduk.

Asena bize çok basit bir şey öğretti:

Haddimizi bilmeyi!

Üstelik, eğer haddimizi bilirsek bu dünyayı çok daha huzurlu ve mutlu yaşayacağımızı da onun gibi kadınlar sayesinde öğrendik.

Duygu Asena’nın Tatvan’da kül rengi, çok güzel ama kir pas içindeki bir Van kedisine büyük bir şefkatle sarılması, hayatı koruma ve esirgeme güdüsünün ebedi belgesidir.

Dünkü Milliyet’te bir kadın yazar, "Türkiye’nin en devrimci kadını öldü" diye yazmış.

Belki haklıdır! Ama ben diğer devrimci kadınların onun ardından biz erkeklere öğretmeye devam edeceklerine inanıyorum.

Meral Tamer de, Nurcan Akad da bana çok şeyler öğretiyorlar.
Yazının Devamını Oku

Olguları bütün okumak: Kana Köyü örneği

1 Ağustos 2006
İSRAİL’in Lübnan’daki Kana Köyü’nü bombalaması ve köyde 37’si çocuk 60 sivilin ölmesi, zihinlere vahşetin ta kendisi olarak kazınıyor. Medyaya yansıyan katledilmiş çocukların fotoğrafları, kendini insan sayan herkesin yüreğini dağlıyor.

Bombaları atan İsrail olduğu için insan bu ülkeye lanet yağdırmadan da edemiyor.

İsrail ve ABD’de de yenilen herzenin farkındalar ki; ABD ilk kez ateşkesi dile getiriyor, İsrail 48 saat ateşkes ilan ediyor.

Ama, acaba resmin bütünü, gördüğümüz parçadan farklı olabilir mi?

* * *

İsrail’in iddialarına kulak kabarttığımızda, Hizbullah tarafından İsrail’e atılan bombaların önemli bir bölümünün bu köyden fırlatıldığını, Hizbullah’ın halkın içine asker yerleştirdiğini, askeri barikatları köy evlerinin içinde kurduğunu, köy halkının da bu konuda daha önce uyarıldığını duyuyoruz.

Bu iddialar doğru mu, yoksa İsrail yalan mı söylüyor?

Ben İsrail’in iddialarına inanıyorum.

İddialar, ölen canları geri getirmiyor ama sorumlulara daha geniş bir gözlemle bakmamızı sağlıyor.

Ben iddialara inanıyorum; zira birçok benzer örnek hatırlıyorum.

HAMAS, Filistin’deki gösterilerinde hep çocuk ve kadınları ön sıralara iter.

Benzer gösterilerde İstanbul’da da hep kadın ve çocukları ön saflarda görürüz.

PKK, Güneydoğu’da en büyük kötülüğü, adına hareket ettiğini söylediği Kürtlere yapar.

Canlı bombaların hemen hepsi 14-16 yaşlarında gençler.

Hizbullah’ın bunlardan hiçbir farkı yoktur.

* * *

Bu bölgede "anti-emperyalist mücadele veren", "mazlum halklara sahip çıkan" para-militer/terörist örgütlerin ortak bir paydası var:

Kurtarmayı hedefledikleri insanların hayatı onlar için önemli değil!

Neden? Uğruna mücadele verdikleri inançlar veya ideoloji için ölmek adeta kutsal bir mertebe de ondan.

Ama ölüm kim için yüksek mertebe? Halk için!

Ben, bugüne kadar mitinglerde göğsünü siper eden, canını tehlikeye atan, kendini canlı bomba haline getiren bir tane olsun para-militer/terörist örgüt yöneticisine rastlamadım.

Yöneticiler ancak karşı taraf saklandıkları yerlere saldırınca veya havadan bombalayınca ölüyorlar.

* * *

Bu olgu benim için çok önemli; zira bu tip örgütlerin yaşamın nasıl sürdürüleceğine dair herhangi bir vizyonları olmadığını düşünüyorum.

El Fetih yönetemediği için Filistin’de seçimi kaybetti. Şu ana dek HAMAS da Filistin’de herhangi bir yönetim başarısı gösteremedi.

Hálá iktidar olduğunu fark edip ona göre örgütlenemiyor.

Bu örgütler bir toplumu nasıl yöneteceklerinin değil, davalarının muhayyilesi ile yaşıyorlar.

Varlık nedenleri, belirli bir ideoloji veya inanç için mücadele vermek!

El Kaide, Hizbullah, HAMAS
türü örgütler, diğer Müslümanların daha iyi Müslüman olmaları, Müslüman olmayanların da doğru yolu bulmaları için mücadele veriyorlar.

Onlar "cihan cihadı" peşindeler!

Lütfen, Türkler bir de bu örgütlerin ele geçirdiği Ortadoğu’nun Türkiye için ne anlama geleceğini düşünsünler!
Yazının Devamını Oku