Cüneyt Ülsever

İsmailağa Cemaati cinayetleri

10 Eylül 2006
UZMANLARI, tarikatların 16. yüzyılın sonuna dek saf ilahiyat ve felsefe okulları olarak kaldıklarını, ancak 17. yüzyıldan itibaren "baskı grupları" olarak temayüz ettiklerini yazarlar. 21. yüzyılda ne kadar yasaklasak dahi karşımızda birer sosyolojik gerçek olarak duran tarikatlar/cemaatler tüm dinlerde ve ülkelerde çoğunluktan farklı düşünen/davranan/giyinen gruplar olarak faaliyet gösterirler.

Siyasetle ilgileri ise maddi gücü ve mürit sayısıyla düz orantılı olmak üzere şu veya bu seviyede muhakkak vardır.

İsmailağa Cemaati’ni ele alalım. Binlerce mürit ve 200 milyon doları bulan para gücünden konuşuyoruz.

Büyük paranın olduğu her yerde "paranın nasıl kullanılacağı" meselesi "ticareti", "parayı kimin kullanacağı" meselesi ise "siyaseti" mecburi kılar.

Büyük paranın girdiği yere ticaretin ve siyasetin girmediği bir tek örnek bulamazsınız.

Bunun için "İsmailağa Cemaati’nin siyasetle ilgisi yoktur" mealli bir görüş, bir gerçeğin saptanması değil, olsa olsa duygusal bir temenni olur.

Üstelik, eğer o örgüt hem insan sermayesini, hem parasal sermayeyi (mecburen dahi olsa) kanun dışı yöntemlerle elde ediyorsa mafya türü örgütlenmeden kaçamaz.

* * *

Sabah Gazetesi iki gündür büyük bir hizmette bulunuyor.

İsmailağa Cemaati’nin bir inanç merkezi olmanın dışında tipik bir mafya örgütü olduğunu gözler önüne seriyor.

Dara düşene parasal yardım yapıp ardından önüne büyük bir fatura koyarak borç verilenin mal varlığına el koymaya kalkmak, eğer itiraz ederse onu "iç hukuk" hükümleriyle yargılamak, hükmedilen cezanın infazını "iç güvenlik güçleri" ile yerine getirmek, mafyanın tipik çalışma yöntemidir. İki gündür İsmailağa Cemaati’nin aynen bu şekilde çalıştığını adeta bir tefrika takip eder gibi gazetede okuyoruz.

Öte yanda, büyük insan gücüne ve paraya hükmeden örgütlerin devlet aygıtına nasıl sızdıkları, nasıl korundukları da malumdur.

Bir haftadır valisiyle, emniyet müdürüyle, müftüsüyle cemaat hakkında çıkarılan soruşturma talebinin nasıl hasır altı edildiğini, linç eyleminin nasıl görmezden gelinmeye çalışıldığını gözlerimizin önünde izliyoruz.

Adım gibi eminim; bu bürokratlar siyasilerden "hasır altı etme eyleminde" büyük baskı görmüşlerdir, halen de görmektedirler.

Ülkenin bölünmesini en büyük tehlike olarak görenlerin "Çarşamba Cumhuriyeti" ile ilgili ne gibi bir tedbir alacaklarını merakla izleyeceğim.

Sözüm ona Diyanet İşleri; tarikat, cemaat, tekke ve zaviyelerin yerine geçmek üzere kurulmuştu, bir haftadır Diyanet’in kendi camilerinin cemaatlere nasıl teslim edildiğini, üstelik yıllardır bu duruma ses çıkarılmadığını TV’de dizi izler gibi izliyoruz.

* * *

Sosyolojik bir gerçeği yasaklamanın onu zıvanadan çıkarmaktan başka işe yaramadığının en tipik resmi bu hafta gözler önüne serildi.

Hiçbir toplumun dokusu, kanunlarla değiştirilemiyor. Marjinal unsurlar her toplumda var oluyorlar. Devlet gibi devlet olmanın en önemli öğesi, bunları yok saymak değil, denetim/gözetim altına alabilmektir.

* * *

Eğer, devlet bir gün tarikatları, cemaatleri kanunlarla düzenleyerek onlara meşruiyet kazandırabilirse, hem onların cazibesini azaltacak, hem de mafyalaşmalarına, devlet içinde devlet olmalarına büyük çapta engel olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Emniyet töhmet altında kalamaz

7 Eylül 2006
NAKŞİBENDİ İsmailağa Cemaati’nin önde gelen isimlerinden imam Bayram Ali Öztürk’ü camide bıçaklayarak öldürdükten sonra linç edilen cemaat mensubu Mustafa Erdal’la ilgili iddialar "hukuk devleti"ne büyük yara veriyor ve Emniyet Teşkilatı’nı ağır töhmet altında bırakıyor. * * *

Bir dini cemaat içinde cinayet işlenmesi cemaatlere/tarikatlara laikçi kesimden çok daha yumuşak bakan benim gibi bir insanın bile midesini bulandırıyor. "Kışkırtma var!" mealli sözler ise bana sadece aklımla alay ediliyormuş duygusu veriyor. İster istemez, menfaat ilişkileri aklıma geliyor. Her şeyin ötesinde katil dahi olsa bir insanı linç ederek "Allah’ın verdiği canı almayı" kendinde hak gören bir cemaatin nasıl bir Allah sevgisiyle bezendiğini anlamakta güçlük çekiyorum.

* * *

Ancak, bu yazıda meramım başka. Linç edildiği her türlü objektif kriterle saptanan katil Mustafa Erdal’ın "kafasını minbere çarparak öldüğüne" dair bilgi üreten Emniyet Teşkilatı’nı anlayamıyorum.

Gerçi cinayetten üç gün sonra gazetelerde:

"İstanbul Emniyeti’nin dün yaptığı açıklamada ’Olayla ilgili olarak hazırlanan raporlarda her iki olay ’adam öldürme’ şeklinde resmi kayıtlara geçmiştir. Ayrıca Mustafa Erdal’ın ölüm sebebi konusunda ’kafasını minbere çarparak öldüğüne’ dair herhangi bir tutanak düzenlenmemiştir’ ifadesi yer aldı." (Milliyet-06.09.2006)

Ancak yine de bana öyle gözüküyor ki; bu açıklama gafın medyada teşhir edilmesinden üç gün sonra ortaya çıkarak bariz tarafgirliğe kulp takıp örtbas etme gayreti taşıyor.

Zaten İstanbul Emniyeti’nin açıklamasında kilit sözcük "tutanak düzenlenmemiştir" ifadesidir. Bu söz zaten "kafasını minbere çarparak öldü" ifadesinin başka bir ortamda kullanılmış olduğunu reddetmemektedir.

Belli ki; İstanbul Emniyeti yetkilileri de aynı gün birbirinden bağımsız gazetelerde tamamen aynı sözlerle yer alan bir ifadenin nasıl örtbas edileceğine dair üç gün oyun kurmuşlardır.

* * *

Herhangi bir cemaat, tarikat, sınıf, zümre, aşiret vb. hukuk devletinin can damarı, hukukun üstünlüğünün baş destekçisi Emniyet Teşkilatı’nda ayrıcalık elde etmeye kalkarsa bu tavır o ülke için tasavvur edilebilecek en tehlikeli bölücü eylemi oluşturur.

* * *

Ama resmi ama gayri resmi kaynaklarda bazı Emniyet yetkilileri linç eylemi için "kafasını minbere çarparak öldü" ifadesini kullanmışlar. Artık bunu kimse inkár edemez. Bu sözün de linç yoluyla cinayet işleyen cemaati koruma ve kollamaya yönelik olduğu aşikár.

Bu ifade basında yer aldığı andan itibaren ifade sahibini bulup "Bre ahmak! Bu kulbu kimsenin yutmayacağını Fırat kıyısındaki hem kör, hem sağır çoban dahi akıl edebilir" diyemeyen Emniyet yetkilileri de benim gözümde ifadeyi üreten aklı evvel(ler) kadar suça ortaktır.

Emniyet yetkilileri bilsinler ki, bu ifadenin var olmadığı mealli sözleri kimse kabul etmeyecektir.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü, tüm basına aynı sözlerle yansıyan sözlerin sahibini "görevi kötüye kullanmak" suçuyla teşhir edip sorgulamadıkça ben yetkililerin "İsmailağa Cemaati cinayetleri"nde görevlerini gereği gibi yaptıklarına ikna olmayacağım.

* * *

"Taraf tutan polis" imajı en fazla zararı Emniyet Teşkilatı’na verir!
Yazının Devamını Oku

AKP, tabanı ile ilk defa ters düşüyor

6 Eylül 2006
BU satırlar kaleme alındığı esnada "5 Eylül Tezkeresi" henüz TBMM’de oylanmamıştı. Ancak, büyük çoğunluk gibi ben de bu sefer "tezkere"nin TBMM’den geçeceğini umarak bu yazıyı yazıyorum. Yazıyı kaleme alırken de üç ön kabulümü baştan sıralamak istiyorum:

1) AKP, Lübnan’a asker gönderilmesi kararını içeren tezkereyi kabul ederse doğrusunu yapacak.

2) Demokrasilerde hükümetler pekálá kendi tabanları ile zaman zaman ters düşebilirler. Seçilmiş olmak illa ki her zaman tabanın istediğini yapma mecburiyeti yaratmaz. Evladının faydası için onunla bazen ters düşen bir ebeveyn gibi hükümetler de bazen milli çıkarlar açısından kendi tabanları ile çelişebilirler.

3) Türk milletinin büyük çoğunluğu, hele hele AKP’nin omurga tabanı Lübnan’a asker gönderilmesine karşı. Kimse bunun aksini söyleyemez.

* * *

AKP iktidar olduğu günden beri ilk defa kendi tabanı ile ters düşen bu kadar güçlü bir karar alıyor.

Muhakkak, AKP’nin tabanını memnun edemediği bir sürü örnekle karşılaştık ama bu boyutta bir çelişki ilk defa yaşanacak.

Muhalefetin eline geçecek en önemli fırsatı tepe tepe kullanacağından ise kimsenin şüphesi olmasın.

Bu kadar sert bir çelişkinin altından AKP nasıl kalkacak, ben çok merak ediyorum.

Türkiye’de binlerce camide yükselecek "cami cemaati"nin sesini AKP iktidarı nasıl yumuşatacak, hep beraber yaşayıp göreceğiz.

* * *

AKP bu kararı ile, bana göre ülke için doğrusunu yapıyor ama yaman bir çelişkinin de altına imza atıyor.

AKP, bu kararı ile hem ABD, hem AB hem de BM ile paralel davranmayı kabul ediyor ancak hem ABD, hem AB hem de BM Güvenlik Konseyi üyeleri Hizbullah’ı bir terör örgütü olarak görüyorlar. Öte yanda AKP’nin gönlü Hizbullah’a terör örgütü demeye varmıyor.

AKP’ye göre Lübnan Hükümeti’ne üye veren Hizbullah bağımsızlık mücadelesi içinde bir siyasal parti. AKP’nin zımni kabulüne göre bu "siyasal partinin" milis güce sahip olması, bu gücün zaman zaman İsrailli sivilleri öldürmesi, hatta kendi halkını İsrail’e karşı kalkan olarak kullanması ihmal edilebilir detaylar. Ama, Batı’nın gözünde Hizbullah, HAMAS, El Kaide "medeniyetler çatışmasını" körükleyen ve açıkça hasım kabul edilen örgütler.

Batılı güçler, BM kararı ne olursa olsun, herhangi bir çatışma olmasa dahi; Hizbullah’ı nihayetinde "silahsızlandırmak" gereken bir güç olarak kabul ederken; Türkiye Hizbullah’a karşı kendini iki arada bir derede hissedecek. (Burada illa ki sıcak bir çatışmadan bahsetmiyorum.)

Türkiye hiç karışmasa dahi; "cami cemaati" Hizbullah’ın siyasi ve maddi kayıplarından AKP’yi sorumlu tutacak ve üstelik Hizbullah’ın kayıpları cemaat tarafından İsrail’in artı hanesine yazılacak: "AKP İsrail’e hizmet ediyor!"

Öte yanda; Türkiye’nin Lübnan’da diğer güçlerden koparak tek başına Hizbullah lehine hareket etmesi ise eşyanın tabiatına aykırıdır.

* * *

Ben "Lübnan’a asker gönderilmesini" destekliyorum ama aynı zamanda Hizbullah’ı terörist (mücadele yöntemi olarak terörü kullanan) bir örgüt olarak görüyorum. AKP bunu söylemiyor veya söyleyemiyor.

AKP bu yaman çelişki ile nasıl baş edecek, bunu yaşayıp göreceğiz!
Yazının Devamını Oku

5 Eylül tezkeresi

5 Eylül 2006
BUGÜN çok önemli bir gün.Son yıllarda Türk dış politikasını neredeyse bir tek kelime belirlemeye başladı: "Tezkere." Son birkaç yıldır "1 Mart Tezkeresi" ile yatıp kalkıyoruz. 1 Mart Tezkeresi’nin kár-zarar hesabını hálá kapatamadık. Üzerinde bir türlü mutabakat sağlayamıyoruz.

TBMM’de oylama sonucu nasıl çıkarsa çıksın "5 Eylül Tezkeresi"nin de kár-zarar hesabını uzun süre yapacağız ve eminim üzerinde her halükárda bir türlü mutabakat sağlayamayacağız.

Zira, ele aldığımız konu objektif kıstasları olan, sonucu öngörülebilen bir konu değil.

Sübjektif kıstasların hákim olduğu, hangi sonuca gidilirse gidilsin, kár-zarar hesabının objektif kriterlerle yapılamayacağı bir kararı bugün alacağız.

* * *

"Lübnan’a asker gönderme" konusunda iki ana görüş var:

1) "Bu mesele bizim meselemiz değil" diyenler, haliyle Lübnan’dan uzak durmamızı savunuyorlar.

2) Türkiye’nin yeniden kurulmakta olan Ortadoğu’da payını alması gerektiğini savunanlar ise Lübnan’a asker gönderilmesini savunuyorlar.

Reel politika açısından bu iki görüş çatışıyor.

Meselenin insani yönünü ön plana alanlar ise ya Türk askerinin zarar görmesi korkusuyla karşı görüş belirtiyorlar, ya da tersine Lübnan’da hali hazırda akan kanlara son vermek için asker gönderilmesini savunuyorlar.

İki tarafta kafası hiç çalışmayanlar da birbirlerini "ihanet" ile suçlayarak akılları sıra taraftar toplamaya çalışıyorlar.

* * *

Ben uluslararası meselelere "reel politika" gözüyle bakmaya çalışan bir insanım. Uluslararası meselelerin "insani" yönleri de tabii ki var ama ben dünyada "insani mülahazalar"ın maalesef belirleyici olmadığını düşünüyorum.

Bu açıdan iki ana görüşten:

1) "Bu mesele bizim meselemiz değil" diye düşünenlerin; istesek de istemesek de Türkiye’nin meselenin içine çekileceğini, hatta zaten çekildiğini görmedikleri kanaatindeyim. Irak’a da aynı mülahazayla asker göndermek istemeyenler, Türkiye’nin "Irak meselesi"nden kaçamadığını, savaşın zararlarını oldukça maliyetli yüklendiğini belki de sonradan görmüşlerdir.

2) Ben Türkiye’nin bölgesinde "emperyal devlet" olarak yer alması gerektiği görüşündeyim. Görüşümden öte; tarih, coğrafya, kültür, insan sermayesi Türkiye’yi her daim Ortadoğu’da "söz sahibi" ülke olmaya zorluyor.

Türkiye’nin engelleyemediği/durduramadığı bir "yeniden paylaşım" savaşında aktif rol alması gerektiği fikrindeyim. 21. yüzyılda yeniden tarif edilmekte olan bir dünyada seyirci kalmanın Türkiye’nin cüssesiyle ters orantılı olduğu kanaatindeyim, Türkiye kenarda kalmaya kalksa dahi cüssesi nedeniyle bölgede emperyal güç taşımak isteyen diğer ülkeler (örnek, İran) tarafından rahat bırakılmayacağı endişesi içindeyim.

* * *

Ancak, TBMM hangi kararı alırsa alsın bunu beğenip beğenmeme hakkını saklı tutarak, kararı verenleri rencide edecek bir tutuma katiyen girmememiz gerekiyor. Yapılacak en önemli yanlış, uluslararası bir meselede birbirimizin kaşını gözünü yarmaya kalkmaktır.

* * *

TBMM’nin bugün vereceği kararın her halükárda hayırlara vesile olmasını diliyorum!
Yazının Devamını Oku

Benim gibi düşünmeyen herkes haindir!

3 Eylül 2006
TÜRKİYE’ye çok kötü bir gelenek yerleşiyor ve maalesef Başbakan bu geleneğe önayak oluyor. Sadece Başbakan değil; ulusalcılar da işlerine gelmeyen bir görüşle karşı karşıya gelince karşı tarafa "vatan haini" veya "ABD uşağı" türü damgalar vurmaktan imtina etmiyorlar.

"Çamur at da hiç olmazsa izi kalsın" şiarının benim gözümde en mümtaz temsilcisi ise dünyada var olan tüm ideolojileri dolaştıktan sonra sonunda hidayete eren Doğu Perinçek’tir.

Ben diğerlerini ciddiye almıyorum, herkes çapı kadar vardır diye düşünüyorum; ama Başbakan’ın tavrını bir türlü kabullenemiyorum.

Belki Recep Tayyip Erdoğan’ın eskiden beri sığındığı üslubudur; ama bir Başbakan’a bu tür sözler yakışmıyor.

Zira, bir tartışmada karşı tarafı, önceden belirlenmiş beylik kalıplarla sıfatlamak, düşünce sistematiğini öğrenememiş, görüşünü savunamayan, savunduğu meseleyi gerekçelendiremeyen insanların hemen sığındığı ilk ve dahi son kaledir.

* * *

Başbakan "Lübnan’a asker göndermeyi" savunuyor, ben de savunuyorum.

Aksini savunanlardan bazıları, asker göndermeyi savunanlara "vatan haini", "ABD uşağı" demekten zerre kadar utanmıyorlar. Zira, kendi görüşlerini savunmak için bulabildikleri hiçbir analitik gerekçe yok. "Barış" sloganı ile milletin halis duygularını sömürmek dışında geleceğe ait hiçbir öngörüye sahip değiller. Onun için de karşısına çıktıkları görüşü negatif anlamlı kelimelerle sıfatlayarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlar.

"Lübnan’a asker gitmesin" diyenlerin kullandıkları kelamlardan, haliyle ben de nasibimi alıyorum, bu insanlara için için kızıyorum; ama aynı zamanda Başbakan onlar için "hain" kelimesini kullanınca; değil memnun olmak, sanki kendi savunduğum görüş yara almış gibi gocunuyorum.

* * *

5 Eylül 2006 Salı günü TBMM, "Lübnan’a asker gönderme tezkeresi"ni hem tartışacak, hem de karara bağlayacak. Alacağı kararı beğenmek mecburiyeti yok; ama saygı duymak hepimizin ödevi.

1 Mart Tezkeresi’nin reddi benim için büyük hayal kırıklığı olmuştur; ama TBMM’nin aldığı karara saygısız bir tavır koymak haddim olamazdı.

Neden?

Başkalarının benim görüşlerime saygısızlık etmesini istemiyorsam, ben de onların görüşlerine ve kararlarına saygısızlık edemem.

* * *

Türkiye 5 Eylül günü tarihi bir karar verecek. Bu kararla ilgili her türlü görüşün hem TBMM’de, hem de kamuoyunda tartışılması gerekir.

Ben "asker gönderilmesini" savunuyorum; ama ne benim elimde, ne karşı görüşün elinde "objektif ve reddedilemez" gerekçeler var.

Kimse fikrinin yanılmaz veya şaşmaz olduğunu söyleyemez.

Çok önemli ama aynı oranda karmaşık, ulaşacağı sonuçların olasılık ihtimalleri önceden kabaca olsa dahi ölçülemez bir tartışmayı mümkün olduğu kadar soğukkanlı bir tavır içinde sürdürmek zorundayız.

"Hain" gibi ağır bir suçlamayı aklımıza başka bir şey gelmeyince, "joker" kelime olarak kullanma hakkı kimsede, o kişi Başbakan olsa dahi, yoktur.

* * *

5 Eylül 2006 günü Türkiye’de çok sıcak geçecek bir sonbahar ve ardından gelecek kış başlayacak! Herkes sinirlerine hákim olsun!
Yazının Devamını Oku

Emperyal devlet olmak ne demek?

31 Ağustos 2006
DÜNKÜ yazımda "fütüroloji" yaparak geleceği okumak üzerine bir gezinti yaptım. Meramım katiyen "geleceği bilmek iddiası" taşımıyordu, sadece "Barış! barış!" diye bağıranları, ABD ile İran’ın "barış yapması" durumunda, Türkiye’nin başına gelebilecekler konusunda uyarmak istiyordum. Yazımda ABD ile İran’ın barış yapmalarının koşullarını sıralayarak, bu koşulların ne kadar aleyhimize olabileceğini vurgulamış, "barış" isteyenlerin talep ettiği gibi "kenarda duracak" bir Türkiye’nin uzak gözüken ama olası bir barışa ulaşıldığında içine düşeceği durumu hatırlatmaya çalışmıştım.

Dünkü yazıma kendini "barış taraftarı" addedenlerden çok tepki geldi. Ancak, hiçbirisi ABD ile İran’ın katiyen barış yapamayacağını veya böyle bir barışın Türkiye’nin lehine olacağını savunmuyordu.

* * *

Bana kızanlar; ortaya koyduğum gerekçelerde kullandığım "Ben 21.yüzyılda Türkiye’yi Ortadoğu’da etkin emperyal bir devlet olarak görmek istiyorum!" cümlesine taktılar ve "Biz Türkiye’nin emperyalist devlet olmasını istemiyoruz" diye bir görüş ortaya attılar.

Bu kişiler liberal terminolojide yer alan "emperyal" kelimesi ile Marksist terminolojinin dünyaya kazandırdığı "emperyalist" kelimesini birbirine karıştırıyorlardı.

Emperyalist kelimesi askeri hegemonyaya dayanan etkinliği ifade eder. Karşı tarafı "tutsak" almak ruhunda vardır.

Emperyal kelimesi ise tabii ki yine "güce" dayanır ama bu kelime "gücünü kullanarak" değil "gücünü hissettirerek" diğer ülkeler üzerinde etkin olmayı ifade eder.

* * *

Türkiye maddi ve manevi cüssesi gereği Ortadoğu’da münzevi devlet olarak yaşayamaz. Kendi böyle yaşamak istese dahi, emperyal stratejisi olan diğer devletler bizi rahat bırakmazlar.

Tarihi, coğrafyası, kültürü, hülyaları, maddi gerçekleri Türkiye’yi Ortadoğu’da yalnız bırakmaz, onun "nötr/yansız bir devlet" olmasına asla müsaade etmez.

Türkiye bölgede ya "etkin" ya da "edilgen" devlet olarak yaşamak zorundadır.

Türkiye’nin "etkin" mi yoksa "edilgen" mi olacağını ise Türkiye’yi yönetenlerin dünyayı okuma ve anlama, diplomasiyi etkin kullanma, ellerindeki kozları doğru pazarlama çapı belirleyecektir.

İran’ı yönetenler, Türk basınında ilk kez bu köşede yazıldığı üzere, öyle çılgın ve ne dediğini bilmeyen insanlar değil, dünyanın 21. yüzyılın başında adeta buz üstünde yalpalayan koşullarını değerlendirerek ülkelerinin emperyal devlet olması için mücadele veren insanlardır. Ellerindeki maddi kozları doğru değerlendiriyorlar, komşu ülkeleri ve taşeron örgütleri kullanarak vurucu gücü yüksek ancak maliyeti düşük "covert/örtülü gayri nizami savaş" taktikleri uyguluyorlar.

Ancak, dünkü yazımda söylemeye çalıştığım gibi İran’ın çaplı yöneticileri zamanı geldiğinde pekálá "optimal bir noktada" ABD ile anlaşabilirler. İşte o sırada pazarlık masasında biz yoksak "barış düzeni" tartışılırken, "yeni Ortadoğu" yeniden inşa edilirken biz hiç dikkate alınmayız. Üstelik, büyük devlet olduğumuz için pay alamadığımız "yeni Ortadoğu’da" bir "tehdit unsur" olarak değerlendiriliriz. Taraflar bu sefer bizi "oyunbozan" olarak görürler.

Değil Dimyat’a pirince giderken, durduğumuz yerde sakin ve uslu oturur ve bunu bir hüner sayarken, evdeki bulgurdan da oluruz!

Ben böyle zavallı bir Türkiye istemiyorum, bölgesinde etkin ve ne dediği kaale alınan bir ülkenin vatandaşı olmak istiyorum. Bu amaçla "emperyal devlet" olmaktan/kalmaktan dem vuruyorum. Yaptığım "barış simülasyonu" ise sadece bir uyarı.

Barış ama nasıl bir barış?
Yazının Devamını Oku

Ortadoğu’da böyle bir barışa ne dersiniz?

30 Ağustos 2006
BEN 1 Mart Tezkeresi’nden beri Ortadoğu’ya "müdahale"yi savunuyorum ve bu konuda hiç taviz vermiyorum. 1 Mart Tezkeresi’ni zamanında savunmuş bazı gazeteciler zaman zaman "esasında ne demek istediklerini" yeniden açıklama ihtiyacı hissetseler de ben; ama Irak’ta, ama Lübnan’da pervasız bir şekilde "müdahale"yi savunuyorum.

Zira 2003’ten beri de açıkça yazıyorum. "3. Dünya Savaşı"nın içinde olduğumuzu ve her savaş gibi bunun da bir "yeniden paylaşım savaşı" olduğunu düşünmekteyim.

Dileğim ve beklentim Türkiye’nin bu kaçınılmaz ve önlenemez yeniden paylaşımda hak ettiği payı ve yeri almasıdır.

Ben 21. yüzyılda Türkiye’yi Ortadoğu’da etkin emperyal bir devlet olarak görmek istiyorum!

Bu düşüncelerimi ağır şekilde eleştirenler var. Onlar hakkımda şu veya bu iddialarda bulunuyorlar ama bir noktada birleşiyorlar. Bu yazarlar hümanist bir tavır aldıkları ve barış istedikleri görüşündeler.

Bugün onlara bir barış yazısı yazacağım.

İşte barış:

* * *

Görünürdeki aktörler kimler olursa olsun esas savaş ABD ile İran arasında!

Zira, birisi (ABD) lehine olan statükonun aleyhine değişmekte olduğu endişesi ile statükoyu yeniden tarif etmek istiyor, diğeri gelişen yeni şartların kendi lehine (İran) dönüşeceği yeni bir statüko arıyor.

Bu anlamda taraflar yaman bir çelişki içinde gözüküyorlar.

Ait oldukları ideolojik kamplar da aralarında bitmez tükenmez bir husumet olduğu duygusu yaratıyor.

Savaşın ana unsuru yeniden paylaşım ise onu besleyen güdü ise birinin diğerine karşı kendisini fiziken ve moralman üstün hissetmesidir.

Ancak, adına diplomasi denen maharet ise savaşın maliyetini asgariye indirmeye çalışır.

Savaş "maksimum" (azami) menfaat beklentisi güdülerken, diplomasi "optimal" (mümkün olan en iyi ve en ucuz) menfaat peşinden koşar.

* * *

Ya bir gün gelir de İran elindeki kozları yeteri kadar kullandığına, daha ötesinin maliyeti aşırı artıracağına kanaat getirir, ABD de o an bulunan nokta itibarıyla İran’ın üstüne daha fazla gitmenin kár-zarar tablosunu artık aleyhine çevireceğine inanırsa ne olur?

Barış!

Eğer iki taraf "optimal" noktaya geldiklerine birbirlerinden bağımsız karar verirlerse o zaman barış yapmayı tercih ederler.

Bu ne demektir?

İki taraf da kendi açılarından mümkün olan en iyi Ortadoğu’yu birlikte kuracaklar demektir!

Böyle bir ortamda İran Ortadoğu’da ABD’nin yeni ve en güçlü müttefiki haline gelebilir!

* * *

Bu durumda Türkiye’ye ne olur?

Türkiye "barış içindeki bir Ortadoğu"da yaşamaya başlar.

Bir köşeye çekilir ve görevsizleşir!

İran-İsrail çelişkisi ne olur?

İç müşteri açısından kayıkçı kavgası başlar. Güney Lübnan üzerinden taşeron örgütler ile İsrail arasında arada bir it dalaşı yaşanır. Filistin’de bazı yeni tavizler verilir.

Buyurun size bir barış hikáyesi!
Yazının Devamını Oku

Komutanların mesajları: Gergin bir kışa hazır olun!

29 Ağustos 2006
GEÇEN hafta Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda düzenlenen devir teslim töreninde Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve Orgeneral İlker Başbuğ’un yaptığı konuşmalar çeşitli yönleriyle irdelendi; ama şahsi kanaatime göre, ileride yaşanabilecek bazı gerginliklere ışık tutacak üç önemli mesaj yeteri kadar yankı bulmadı. 1) Büyükanıt’ın yaptığı konuşmada hükümete teşekkür etmemesi, kimi yazarlarca nezaketsizlik olarak yorumlandı, kimi yazarlar ise zaten böyle bir geleneğin olmadığını vurguladılar.

Hükümet, bir geleneği altüst etme pahasına Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı’na atama işlemini öne almıştı. Hükümetin bu "duyarlı" jesti, teşekkürü muhakkak ki hak etmişti.

Ancak, şahsi görüşüme göre, Yaşar Büyükanıt bir borcu eda etmeyerek esasında geleceğe bir mesaj yolladı.

Erken atamaya kimi çevreler, hükümet ile Büyükanıt arasında zımni bir anlaşma yarattığı, Büyükanıt’ın karşılık olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na fazla köstek olmayacağı yorumlarını getirmişti.

Büyükanıt teşekkürü esirgeyerek böyle bir zımni anlaşmanın olmadığını dünyaya ilan etti. Atamayı belki de koparılıp alınmış bir hak olarak gördüğünü ortaya koydu.

Hatta aynı konuşmadaki "irtica" ile ilgili sert demeçler esirgenen teşekkürle birleştirilince, Yaşar Büyükanıt’ın Mayıs 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminde Başbakan’ın olası bir atağına karşı tavır koyacağı beklentisini de tekrar yaratmış oldu.

* * *

2) Org. Büyükanıt, son dönemde kendisi de dahil olmak üzere komutanlara karşı yürütülen yıpratma kampanyasının zamanı geldiğinde hesabının sorulacağı mesajını da verdi.

Hesap sorulacağının ilanı, "ünlü iddianameye" palyatif bir şekilde Büyükanıt’ın adını koyduranları ve benzer şekilde Genelkurmay önüne dezenformasyon amaçlı kurye yollayanları hedef alıyor.

Bu oyunları oynayanların "Emniyet güçleri içinde örgütlenen Fethullahçılar" olduğu inancı/iddiası bazı unsurlarda yer bulmuş vaziyette.

Bu unsurlar, "Emniyet içindeki Fethullahçıların" oldukça güçlendiği, "sıra bize geldi" diye bir düşünceye kapıldıkları düşüncesindeler.

Eğer "hesap sorma" bu iddiaları açıkça dile getirir veya bu yöne kayarsa; böyle bir hesaplaşma dönemi ülkeyi oldukça gerer.

Unutulmamak gerekir ki, Fethullah Hoca’ya kızanlar kadar onun öğretilerinin peşinden giden insan sayısı da oldukça fazla!

* * *

3) Bölücü ve irtica peşinde koşanların demokrasiyi kullanarak TSK’nın görevini engellemeye çalıştıkları iddiası ise saf demokratları sıkıntıya sokmaya aday.

Ben de TSK’nın görev aşımı yaparak zaman zaman siyasete müdahale ettiği, böylelikle de demokrasinin temel öğesi olan ve zaten ülkemizde kör-topal ayakta duran hukuk devleti kavramını zedelediği düşüncesindeyim.

Ama; ne bölücüyüm, ne de irtica peşinde koşuyorum.

Demokratlar, TSK’ya bu tür uyarılarda bulunduklarında komutanların bu uyarıları bölücü ve irticacı faaliyetlerden nasıl ayırt edeceklerini ben pek anlayamadım.

* * *

İçimdeki ses,
"Özkök döneminin" bir tatlı hatıra olarak kalacağını söylüyor.

Kış çok sıcak geçecek!
Yazının Devamını Oku