24 Eylül 2006
BU köşede 30.08.2006 ("Ortadoğu’da Böyle Bir Barışa Ne Dersiniz?") ve 31.08.2006 ("Emperyal Devlet Olmak Ne Demek?") tarihlerinde iki yazı yazdım ve şu anda dünyanın ana dinamiğini oluşturan "ABD-İran çatışması"nın yakın bir süre sonra pekálá optimal bir noktada anlaşmaya dönüşebileceğini ifade ettim. O günlerde tarafıma "zırvaladığıma" dair bir sürü mektup yollandı. Bazı akıl haritaları, "öldüm Allah" ABD ile İran’ın bir araya gelemeyeceğine iman etmişlerdi.
* * *
20. yüzyılın 21. yüzyıla emanet ettiği en büyük beyinlerden birisi olduğuna inandığım Henry Kissinger, geçenlerde yaptığı bir kısa konuşmada aynı konuya değindi. Kissinger, ABD-İran çatışmasının bir yere gitmediğini, iki tarafın da denetimi dışında bir sürü patlamalara yol açabileceğini, bundan tüm Ortadoğu devletlerinin zarar görebileceğini, ideoloji ihraç etmeye çalışmak yerine dünyadaki mümtaz yerini almak için çaba sarf edecek bir İran yönetiminin Batı’da kabul görebileceğini söylüyordu.
ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkeler, denetim dışı altüst olacak bir Ortadoğu haritası yerine, bölgede bugünkü yerleşik devletlerin çıkarlarını koruyan bir harita üzerine anlaşabilirler ve bu haritanın karşılığında da İran’ı dünyadaki yerleşik düzenin mümtaz bir temsilcisi olmaya davet edebilirlerdi.
Konuşma sırasında ortaya çıktı ki; Henry Kissinger benzer görüşlerini daha önce yazılı olarak da, benim daha evvel görmediğim bir makalesinde ifade etmişti:
"The Next Steps With Iran: Negotiations Must Go Beyond the Nuclear Thret to Broader Issues" -İran’la Atılacak Sonraki Adımlar: Görüşmeler Nükleer Tehditten Daha Geniş Meseleleri Kapsamalı- Washington Post- 31.08.2006)
İran’ın Ortadoğu’da "emperyal egemenliğinin" sadece bölgede değil, dünyada kabul görmeyeceğinin altını çizdikten sonra bana göre makalenin en can alıcı noktasında Kissinger diyor ki:
"(İran’ın global dünyaya davet edilmesi) şeffaf olarak doğrulanabilir objektif politikalarla anlatılmalıdır. Bir jeopolitik diyalog, nükleer zenginleştirme krizine getirilecek erken bir çözümün yerini tutmaz. Bu iki konu birbirinden ayrı ve ivedilikle ele alınmalıdır. Ancak, (nükleer tehdit ile ilgili) müzakerelerde alınacak sonuçların İran’ın geniş (global) dünyaya kabulü için ilk adım olduğuna dair güçlü duruşun açıkça anlaşılması gerekir."
* * *
"İran’ın geniş (global) dünyaya kabul edilmesinin" ne anlama geldiği, nasıl tarif edileceği makalede açık değil. Toplantıda bu meseleyi;
"Peki İran böyle bir anlaşma için ne alacak, onun çıkarı ne olacak?", şeklinde yönelttiğimde Kissinger’den detaylı bir cevap alamadım.
Benim 30 ve 31 Ağustos’ta yayınlanan makalelerimde ifade ettiğim korkum, İran’ın Ortadoğu’da daha etkin bir role sahip olmadan ABD ve Batı ile bir anlaşmaya razı olmayacağı noktasında toplanıyor: Barış ama nasıl bir barış?
Henry Kissinger, makalesinde İran’ın Ortadoğu’da emperyal rol oynamasına asla müsaade edilemeyeceğini söylüyor ama bu kaygı "İran’ın ideolojik dürtülerinden", açıkçası Ortadoğu’da kendi hükümranlığı altında "İslami bir düzen" kurması korkusundan kaynaklanıyor.
Ancak, her anlaşma "optimum bir nokta"da karşılıklı anlaşmayı içerir. Ya İran, Batı’yı devrim ihracatı yapmayıp Ortadoğu’da klasik ve Batı ile ortak sürdürülecek bir hegemonyayı kabul ettiğine ikna ederse? O zaman Türkiye’nin bölgede "önemi" ne şekil alır?
Barışsever her ulusalcı, bu ihtimali hesaba katmak zorundadır.
Görünen o ki, ABD’de bazı beyinler bu konuda beyin jimnastiği yapmaya başlamışlar bile.
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2006
BEN, Elif Şafak’ı çok seviyorum. Onun Türkiye’de nadir rastlanan bir özelliğe sahip olduğunu düşünüyorum. O bir gerçek entelektüel. Kendisine has duruşu, kavrayışı ve sunuşu var.
Söylediğinin şu veya bu şekilde taraf bulması için gayret sarf etmiyor, görüşlerinin ters tepmesinden gocunmuyor. O "kendi kendisinin adamı" ve Türkiye’de bu niteliğe sahip insan sayısı çok az.
* * *
"Baba ve Piç"i ilk yayınlandığında bir çırpıda okudum. Bana göre, yakın dönem romanları içinde en lezzetli olanlardan birisi. Diline bayıldım. Elif Şafak’ın kendisine has dünyasına girmekten büyük keyif aldım.
Ben bir Türk’üm. Daha detaylı söylersek Rumeli Türkü’yüm! Türk olmakla gurur duyuyorum.
Türklüğü aşağılayacak her kelam beni de aşağılamış sayılır.
Ancak, "Baba ve Piç"i okurken kendimi hiç aşağılanmış hissetmedim. Tersine, Elif Şafak’ın, göçmenlerde çok güçlü olan "ne anayurda, ne de atayurda sığamama/ait olamama" duygusunu çok güzel anlattığını hissettim.
Bugün Elif Şafak bu romanı çerçevesinde TCK 301’e göre yargılanacak. Bu yazıyı dava görülmeden evvel yazıyorum. Amacım katiyen davayı yönlendirmek değil.
* * *
Ben bir kavramı tartışmak istiyorum: Türklüğü aşağılamak!
Yeni TCK 301 diyor ki:
"Türklüğü, cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni alenen aşağılayan kişi, 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır... Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz."
Herkes bu maddenin çok muallak hükümler içerdiği görüşünde hemfikir.
Madde hákimlere büyük oranda takdir hakkı tanıyor ve bu yüzden sübjektif sonuçlar doğurmasından korkuluyor.
Bu maddeye dayanarak önüne gelenin istediğini dava etmesi, üstüne üstlük dava sırasında saldırgan tavra girmesi de toplumda büyük rahatsızlık yaratıyor.
Anti-AB’ci Kızıl Elma ittifakının, bu maddeyi kullanarak Türkiye’yi AB önünde aşağılamak için kendilerine gösteri alanı bulmaları, özgürlük yanlılarını zıvanadan çıkarıyor.
* * *
Bu nedenlerle kimileri TCK 301’in tamamen kaldırılması gerektiğini söylüyor, kimileri de bir içtihat yaratılarak hákimler için bir standart oluşmasını bekliyor.
Ben maddenin tamamen ortadan kaldırılmasına taraftar değilim.
Özgürlüklerin, birilerinin diğerlerini; gerek bireysel, gerek toplumsal seviyede aşağılamasına veya hakaret etmesine cevaz vermesi mümkün değildir.
Belki maddede yer alan "aşağılama" kelimesi "hakaret etme" sözcüğüyle değiştirilirse, ortaya yine de "objektif" bir tarif çıkmaz, ancak madde "daha az sübjektif" bir uygulama alanı bulabilir. Zira hukuk dilinde "hakaret etme" fiili çok daha fazla kullanılmış ve dolayısıyla zaman içinde daha objektif kriterler kazanmıştır.
Öte yandan "hakaret etme" fiilinin, "eleştiri amaçlı düşünce açıklamasına" göre "aşağılama" fiilinden daha kolay ayırt edileceği görüşündeyim.
* * *
Ancak her durumda, bir başkasını dava etme hakkını iğfal edenleri engellemek için; özgürlüklerin sınırı olmadığına dair bir anlayışı (301’i tamamen kaldırmak) özgürlük anlayışı haline getirmemeliyiz.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2006
KKTC’de dönen dolaplarda AKP’nin ne kadar payı olduğu konusunda kafamda bir nebze şüphe varsa, sağ olsun KKTC Din İşleri Başkanı Ahmet Yönlüer bu şüphelerimi dağıttı. Artık eminim ki, AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli ve CTP Genel Başkanı ve KKTC Başbakanı Ferdi Sabit Soyer ortak kurdukları kumpası yüzlerine gözlerine bulaştırmışlar.
Bakınız Bay Başmüftü ne diyor:
"...Denktaşlar’ın hedefi, Kıbrıs’ta Türklüğü ve dini yok etmektir. Yönetimde oldukları 40 yılda, bu ülkede Allah’ı tanımaz, dinini bilmez, Rum olmakla Türk olmak arasında fark görmeyen bir nesil yetişmesinin sorumlusu onlardır.
’Türkiye’ye uydu, parti kurdurdu’, deniyor. Yok ama farz edin ki oldu; Türk insanına canım kurban. Dün başka iktidar vardı onlara tabi oldum. Bugün Türk halkının seçtiği AKP var, ona tabiyim..." (Milliyet-19.09.2006)
* * *
Bir insanın kendini müdafaa ettiğini zannederek seviyesini bu kadar düşürdüğü, hasmı gördüğü tarafa çamur atarken bu kadar zıvanadan çıktığı örnek çok azdır.
Ben ki müzmin bir Denktaş Ailesi muhalifiyim, bu demeç beni bile çileden çıkardı.
Bu beyefendi sözüm ona din adamı. Hem de KKTC’nin din adamı.
Utanmadan ve sıkılmadan laik bir ülkede siyasete "tabi olmayı" gurur duyulacak bir aidiyet duygusu içinde itiraf ediyor. Üstelik, "emirlerini beklediği" siyasi erk KKTC’yi değil, TC’yi yönetiyor. Herhalde KKTC’yi ve dahi TC’yi yedi düvel önünde bu kadar küçük duruma düşüren başka bir örnek bulmak çok zordur.
Öte yanda "çamur at izi kalsın" şiarı çerçevesinde Denktaşlar aleyhine sarf ettiği sözleri en basit akıl ve mantıkla anlamak mümkün değil.
Denktaşlar’a siyasi açıdan söylenecek çok söz vardır ama onları "Rum halkı ile Türk olmak arasında fark görmeyen bir neslin sorumlusu olarak" suçlayabilmek için insanın ya haddini hiç bilmeyen bir kara cahil, ya da sinir sistemine hiç hákim olamayan bir bigáne olması gerekir.
Üstelik beyefendi, Serdar Denktaş’a muhalefet etme uğruna, KKTC gençliğine de topyekûn hakaret ediyor. Yeni nesli "Allah’ı tanımaz, dinini bilmez, Rum olmakla Türk olmak arasında fark görmeyen..." insanlar olarak aşağılıyor. Yarın öbür gün bu gençlerin önüne nasıl çıkacak, hesap edemiyor.
Siyasi görüşü ne olursa olsun, KKTC gençliği bu ağır hakarete gereken cevabı vermezse ben Başmüftü Efendi’den "Üstat haklıymışsın!" diyerek özür dileyeceğim.
* * *
Kusura bakmasınlar ama Ferdi Sabit Soyer ve Şaban Dişli çok basit bir kumpas kurmuşlar. Ahmet Yönlüer’i de kumpaslarına Başkomutan yaparak Recep Tayyip Erdoğan ile Mehmet Ali Talat’ı oldukça zor duruma düşürmeyi de becerdiler. Muhalefetin yapamadığını yaptılar.
Sonbaharda AB tarafından Türkiye’nin önüne "Güney Kıbrıs’a Türk limanlarının açılması" konusu getirilecek. AKP 2007 seçimlerinden önce bu talebe siyasi popülizmin gereği olumlu cevap veremeyecek. Talebi çeşitli bahanelerle geçiştirmeye çalışacak.
Ancak, zorlu geçiştirileceği belli bir dönemde AKP’nin kendi kalesine gol atması akıl almaz bir iştir.
AKP hem uluslararası arenada kendini çok zor bir köşeye itiyor, hem de Türkiye’de muhalefetin eline büyük bir koz veriyor.
Sağ olsun, Ahmet Yönlüer benim kafamdaki şüpheleri sildi, AKP ile nasıl ortak kumpas kurduklarını kendi ağzı ile itiraf etti.
Ancak, yine de derim ki Şaban Dişli çok yanlış bir insana oynamış!
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2006
BENİM KKTC ile ilgili yazılarımı bir nebze olsun takip edenler, Denktaş Ailesi’nin takip ettiği politikaları tasvip etmediğimi bilirler. KKTC’de bu ailenin takip ettiği politikaları "çözümsüzlük çözümdür" sözleriyle medyada özetleyen ilk kişi de benim. Ancak, şimdi Ada’da benim asla hazmedemeyeceğim bir gelişme yaşanıyor.
Denktaş Ailesi’ni bertaraf etmek için anti-demokratik yöntemlere başvuruluyor!
* * *
Gazetelere göre:
"...KKTC’de yaşanan siyasi çalkantıda koalisyon dışında kalan DP Genel Başkanı Serdar Denktaş, kendi partisi ve CTP’den milletvekili transfer edilerek Özgürlük ve Demokrasi Partisi’nin kurulmasında AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli’nin rolü olduğunu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da isminin kullanıldığını açıkladı." (Milliyet-18.09.2006)
İddialara göre; zamanında Türkiye’de uygulanan Güneş Motel Modeli şimdi KKTC’de Salamis Otel’de uygulanıyor.
* * *
Kıbrıs’ta bugüne kadar birbirine hiç bulaştırılmayan din ile siyaset bu sefer bulaştırılmış durumda. Din İşleri Başkanı Ahmet Yönlüer’in girişimiyle Ada’da din-siyaset koalisyonu kuruluyor. İddialara göre Din İşleri Başkanı, AKP türü bir parti oluşturmaya çalışıyor. Daha vahim bir iddiaya göre ise başkan, bazı DP milletvekillerine partiden istifa etmeleri için 600 bin dolar teklif etmiş.
* * *
Yıllardır KKTC, Türkiye’ye beher gün takriben 1 milyon dolara mal olur. Bu çerçevede anavatan, yavruvatan üzerinde bazı haklar da taşır. Örneğin, Türkiye zaman zaman KKTC’de seçimleri yönlendirmeye çalışır. Öte yandan, bazen 200 bin insan için 72 milyonun geleceği riske atılsa dahi, Türkiye hiçbir zaman KKTC’yi yalnız bırakmaz.
Ancak, yukarıda naklettiğim iddialar doğru ise Türkiye hiçbir zaman KKTC’deki milli iradeye bu kadar pervasız müdahale etmemişti.
* * *
Türkiye devamlı KKTC’yi kendine benzetmeye çalışır. Öte yandan Ada halkı, İngilizlerden devraldığı bazı değerleri de yaşatmaya uğraşır.
Bu değerlerin başında demokratik teamüller gelir. Ada’daki Türkler, Anadolu’daki Türklerden çok daha fazla demokrasi geleneğine sahip çıkarlar. Ada Türkleri, Anadolu Türklerinin zaman zaman birbirine karıştırdığı iki kavramı hiçbir şekilde karıştırmazlar.
Onlar "rakip olma" kavramı ile "hasım olma" kavramını hep ayırt ederler. Seçimlerde kıyasıya rekabet etseler dahi aralarındaki arkadaşlığı, dostluğu hiç bozmazlar.
Öte yandan Ada’ya bugüne dek gerçek bir laik düzen egemen olmuştur.
Ada halkı, din ile siyaseti birbirinden ayırt etmeyi başarmıştır.
Ada’da Din İşleri Başkanı (Diyanet İşleri Başkanı) hiçbir zaman görev alanı dışında etkin olmamıştır.
Şimdi, sadece Serdar Denktaş’ın iddiaları çerçevesinde değil, çeşitli kaynaklardan gelen bilgiler, Din İşleri Başkanı Ahmet Yönlüer’in alabildiğine siyasete bulaştığı yönünde.
Başkan, siyasilerle yakın temasta. Onları partilerinden ayrılmaları için ikna etmeye çalışıyor, yeni oluşumlar kurmaya davet ediyor. Daha beteri dedikodular "akçeli işler"den bahsediyor.
* * *
KKTC’de uzun yıllar "çözümsüzlük çözümdür" şiarı ile statüko korunmaya çalışıldı. Ama bu durumdan kurtulmanın yolu gayri demokratik, gayri ahlaki yöntemler olmamalı.
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2006
20. yüzyılın son çeyreğinde kabul ettik ki; insanlık düşünce, ideoloji, inanç, kültür değerleri, örf ve ádetler alanında farklılıklar gösterebilir. Hatta insanların terbiye anlayışları dahi farklı olabilir. Ancak, 20. yüzyılda bir arada yaşayabilmek için iki konuda aynı kurala bağlı kalmayı da insanlık kabul etti: Düşüncen, ideolojin, inancın, değerlerin, örf ve ádetin ve dahi rütben ne olursa olsun: i) hukukun ve ii) bilimin üstünlüğüne saygı duymak zorundasın.
* * *
Yukarıdaki kriterlere bakılınca Recep Tayyip Erdoğan’ın değil Cumhurbaşkanı adayı olması, 21. yüzyıl vatandaşı olma iddiası dahi beni rahatsız ediyor.
Demokratik teamüller açısından adaylığına hiçbir itirazım yok, hatta hanımefendisi üzerinden kendisine muhalefet yapılması bana çok ters geliyor; ama benim gönlüm, 20. yüzyılın 21. yüzyıla miras bıraktığı üzere, Cumhurbaşkanı’nın hukukun ve bilimin üstünlüğüne hepimizin fevkinde saygı göstermesini istiyor.
Bu kriterler çerçevesinde ben, Recep Tayyip Erdoğan’ı o makama layık görmüyorum.
* * *
Başbakan’ın zihni her karıştığında veya fikrini savunurken çoğu kez olduğu gibi çaresiz kaldığında karşısındakine hakaret etmesini, onun terbiye ve entelektüel birikim seviyelerine veriyorum ve "Ne yapalım, onun da çapı bu!" diyerek avunmaya çalışıyorum.
Ama Başbakan, hukuka ve bilime saygısızlık ettiğinde basbayağı sinirleniyorum. Beni çeşitli gafları arasında iki sözü beter yaralıyor:
1) Başbakan’ın emri çerçevesinde bilimsel aşırmacı (intihalci) Müsteşarı Ömer Dinçer, bir hukuk heyeti kurdu ve savunma layihası hazırlattı. Leyla Şahin bu layihayı cebine koydu ve türban nedeniyle okuldan atılması itirazını (ben kendisini haklı görüyordum) AİHM’ye taşıdı. Ancak, alt mahkemede de, üst mahkemede de davasını kaybetti.
Leyla Şahin, davasını kaybettikten sonra Başbakan; "Bu konuda karar vermek AİHM’nin değil, ulemanın işidir!" deyiverdi.
İşte o gün Başbakan’ın beyninin ardındaki hukuk anlayışı ortalık yerlere döküldü.
* * *
2) Geçenlerde İsmailağa Cemaati’nin camisinde hunharca bir cinayet işlendi, ardından katil linç edildi. Ben o günlerde yazdığım yazıda İstanbul Valisi’nin, Emniyet Müdürü’nün ve Fatih Müftüsü’nün linç eylemini örtbas etmeye yeltendiklerine dair kaygımı dile getirdim. İstanbul Valisi Muammer Güler telefon ederek, kendisine haksızlık ettiğimi söyledi ve sitem etti. Tam ben onun sitemini okura nakletmeye yelteniyordum, Başbakan öyle bir söz sarf etti ki, beynim yerinden fırladı.
Ben tarikat ve cemaatlerin kanunlar çerçevesinde denetlenerek özgür bırakılması gerektiğine inanan bir insanım. Bu görüşümü teyit eden çeşitli yazılarım arşivlerde yer alır.
Ancak, lincin de aynen cinayet gibi bir suç olduğunu ve hukuken cezalandırılması gerektiğini biliyorum ve bu durumu örtbas etmeye kalkan yetkilileri, belki aralarında bazılarına haksızlık dahi ederek, uyarmayı da kendime görev sayıyorum.
Katilin kendi ölümünün linç sonucu olduğuna ise ben de tıpkı sizler gibi, Adli Tıp Raporu sonucu hükmetmiştim.
Zira bilime saygı bunu gerektirir. Ancak Başbakan durdu durdu ve tüm bilimsel bulgulara rağmen "linç olup olmadığı belli değil" deyiverdi. Belli ki, yanındaki kör cahil danışmanlardan birisinin sözlerine itibar ediyordu.
O saat ben Başbakan’ın beyin haritasında bilimin zerre kadar izi olmadığına hükmettim.
Başka bir özelliğine itirazım yok; ama hem hukuka hem bilime saygısız bir Cumhurbaşkanı adayına itiraz ediyorum.
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2006
11 Eylül yeniden paylaşımın başladığı gündür. Ancak bu günün ardından; ABD yola "terörü vurmak" için çıktı ama esasında "Dünyayı yeniden düzenliyor" türü bir argüman ileri sürerek "terör" ile "yeni dünya düzeni" kurma çabalarını birbirinden ayrı/bağımsız düşünmek bana göre çok önemli bir hatadır ve "3. Dünya Savaşı"nı anlamamıza engel olmaktadır.
Terörle mücadeleyi paylaşım savaşının bir parçası olarak değil de bir bahane olarak görmek meselenin özünü kaçırmaktır.
Tabii ki teröre başvuran gayri nizami örgütlerin kendi ideolojileri ve davaları vardır ama onların bağımsız davrandıklarını varsaymak büyük hata olur. Bu örgütler hasımlarının rakibi/hasmı devletler ile kendi programlarını uyum içine sokmadan, onlarla işbirliği yapmadan uzun ömürlü olamazlar.
Tersten söylersek; nükleer savaşı kimsenin en azından şimdilik göze alamadığı bir dünyada taraflar taşeron örgütlere göz yumamazlar. Özellikle ABD hegemonyasını sarsabileceğini düşünen ülkeler bu savaş/yıpratma yöntemini kullananlara hasım olamazlar.
Yeniden paylaşma savaşında ekonomi ve terör birlikte hareket ediyor, aynı hedefe kilitleniyor.
* * *
21. yüzyılda da ekonomilerin ana motoru "enerji". Enerji kaynakları ise hálá sabit. Yapay kaynakların ekonomik açıdan kullanılabilir hale gelmesi henüz öngörülemiyor.
12 Eylül günü yazdım:
"Dünyadaki petrol rezervinin % 21.6’sı Suudi Arabistan’da, % 14’ü Kanada’da, % 9’u Irak’ta, % 8.1’i Arap Emirlikleri’nde, % 8’i Kuveyt’te, % 7.4’ü İran’da, % 6.4’ü Venezüella’da, % 4.9’u Rusya’da, % 2.4’ü Libya’da, %2’si Nijerya’da ve % 1.9’u ABD’de." (Kaynakça: Yaman Törüner-Milliyet)
Bu rakamlar açıkça gösteriyor ki, ABD dünya petrol rezervinin sadece %15.9’unu (ABD+Kanada) denetleyebileceğinden emin olabilir. Suudi Arabistan (%21.6) da elinin altındadır ama ülke tehlikeli bir bölgededir ve ABD yanlısı rejim sallantıdadır. Petrolün çok büyük bir bölümü Ortadoğu’da. (Suudi Arabistan, Irak, Arap Emirlikleri, Kuveyt, İran)
* * *
Öte yandan geçen iki yıldır dünyada enerji talebini en fazla artıran ülke Çin.
"ABD, dünyada en çok petrol kullanan ülke. ABD günde 20.1 milyon varil petrol kullanırken, ikinci sıradaki Çin 5.6 milyon varil petrol kullanıyor."
Kaldı ki:
"Çin, 2003 yılında dünyada üretilen petrolün % 7’sini, alüminyum ve çeliğin % 25’ini, demir ve kömürün yaklaşık % 33’ünü, çimentonun % 40’ını satın aldı."
Bunun nedeni ise:
"1982-2002 yılları arasında ABD ekonomisi yılda ortalama % 3.3 oranında büyürken, Çin ekonomisi % 9.5 oranında büyüdü. Çin’deki bu büyüme hızı, ABD’nin yaklaşık 3 katı bir büyüme hızını ifade ediyor."
* * *
Kimse terörün arkasında Çin’in olduğunu söylediğimi zannetmesin. Çin halkı ve devlet yöneticileri böyle bir oyuna düşmeyecek kadar akıllı insanlardır.
Ancak, Ortadoğu’da ABD’ye geri adım attıran her hareketin doğal olarak Çin’i memnun etmediğini de kimse bana söylemesin.
İran’ın Suriye üzerinden Hizbullah’ı ve HAMAS’ı desteklemesini, El Kaide ve Taliban’ın Batı’nın moralini bozmasını Çin, Hindistan, Rusya gibi "yükselen yıldızların" üzüntüyle karşıladıklarını hiç zannetmiyorum!
Türkiye bu muazzam satranç oyununu görmeden 21. yüzyılı kucaklayamaz!
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2006
ABD; 5 yıl içinde Irak’ta 2662, Afganistan’da 272 askerini kaybetmeyi, 500.000.000.000 $ (500 milyar $) para harcamayı neden göze aldı, dünyada 180.000 insanın katline neden olan bir süreci neden başlattı? Bu sorunun sonsuz sayıda boyutu ama bir tek cevabı var:
Dünyadaki global emperyal gücünü devam ettirmek için!
Zaten dünyanın en güçlü ülkesi olan ABD bunu pekiştirmeye neden ihtiyaç duydu?
1)Potansiyel açıdan Çin, Hindistan, Rusya emperyal gücün ekonomik boyutuna kafa tutmaya başladılar. Önümüzdeki 20-25 yılda Çin’in ABD ekonomisini geçme ihtimali yüksek. Hindistan da ABD ekonomisini yakalayabilir. ABD 3. sıraya düşebilir.
2) ABD, 11 Eylül günü ve ertesinde, hálá dünyanın en büyük gücü olmasına rağmen, askeri gücünün alt edemediği yeni bir savaş taktiği ile bizzat kendi evinde tanıştı.
Bugün 21. yüzyılı gerçekten yeni bir yüzyıl yapan "yeni savaş yöntemi"ni tartışacağım, yarın "meselenin" esas yörüngesini tayin edecek ekonomik boyutunu irdeleyeceğim.
* * *
20. yüzyılın son çeyreği dünyaya "yeni savaş yöntemi"nin ne kadar güçlü bir yöntem olduğunu öğretmeye başladı. Yeni yöntemin genel adı, "gayri nizami savaş"tır.
ABD bu yeni savaş yöntemi ile 70’li yıllarda Vietnam’da tanışmıştır. Türkiye aynı savaş yöntemine 1980’lerden bu yana, PKK vahşeti sayesinde, binlerce kurban vermiştir.
* * *
Ancak, gayri nizami savaş 11 Eylül’de çok daha güçlü bir yöntemle ortaya çıkmıştır:
Gayri nizami savaş düzeni 20. yüzyılın sonlarına doğru akıl almaz bir ivme kazanan teknolojiyi üstün başarı ile kullanmaya başlamıştır.
Teknolojideki muazzam gelişmeyi kullanan güçler bir başka teknoloji, iletişim eşliğinde dünya tarihinde ilk kez canlı yayınlanan bir savaşı; 11 Eylül saldırısını gerçekleştirmiştir.
11 Eylül günü bize öğretti ki:
Artık emperyal devletlerin karşısındaki güçler diğer emperyal devletler değil, gayri nizami savaşı özümsemiş sivil örgütlerdir.
İşte bu saptama 21. yüzyılı diğer yüzyıldan başka yapan ilk özelliktir.
* * *
Gayri nizami savaşa başvuran örgütler etkin olacakları alanı karşı tarafın askeri güçleri olarak değil de sivil halk olarak tarif edince (terör) çok daha büyük tahribat yapabildiklerini de öğrenmişlerdir. Toplu katliamların hasım devletlerin belini daha beter büktüğünün en somut örneği bizzat 11 Eylül’ün kendisidir.
* * *
Gayri nizami savaşın, bu yöntemi benimseyen Müslümanlar açısından ideolojik boyutu ise kanaatime göre, gayri nizami savaşın en güçlü silahını oluşturmuştur: Canlı bomba!
Kuran-ı Kerim’in Bakara Süresi (ayet: 154) der ki:
"Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere ’ölüler’ demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz." (Hazırlayan: Ali Bulaç-Birim Yayınları)
Savaşta en büyük güç karşı tarafa "ölüm korkusu" salmaktır. Yüce Kuran’ı kendi ideolojileri doğrultusunda yorumlayan örgütler 21. yüzyılın hiçbir teknolojik harikası silahının baş edemeyeceği/yıldıramayacağı bir güce sahiptirler: Bir faninin erişebileceği en yüksek makam: Şehadet makamı!
* * *
Teknolojiyi mükemmel kullanan, sivil kitleleri hedef alan, davaları uğruna ölümü kutsayarak gayri nizami savaş veren örgütler, ABD başta olmak üzere, emperyal güçlerin askeri üstünlüğüne 21. yüzyılın başında çok büyük ve belki de dünyanın akışını değiştirecek kadar önemli bir darbe vurmuşlardır.
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2006
BU hafta "11 Eylül haftası".12 Eylül 2001 gününden beri aynı kanaati ifade ediyorum. 11 Eylül 2001, 21. yüzyılın gerçek anlamıyla başladığı gündür.
Aynı gün 21. yüzyılı şekillendirecek "yeniden paylaşım savaşı" olan "3. Dünya Savaşı"nın da kendine ait yeni teknoloji ve yöntemleriyle başladığı gündür. 1. Dünya Savaşı, ilk "paylaşım savaşı"dır. 2. Dünya Savaşı, tamamlanmayan 1. Dünya Savaşı’nın devamıdır. Bu savaş da tamamlanmayan 2. Dünya Savaşı’nın devamıdır.
Aynı gün Türkiye’nin, istese de istemese de, bu savaşa girdiği gündür.
Bugün dahil, önümüzdeki üç gün "dünyayı yeniden tarif eden" bu konuyu irdeleyeceğim.
Önce bazı rakamlar.
* * *
Hürriyet Gazetesi (11.09.2006) 11 Eylül ile ilgili şu rakamları veriyor:
Kongre’nin Irak ve terörizmle savaş için onayladığı bütçe: 432.000.000.000 $ (432 milyar dolar).
Havacılık şirketlerinin uğradığı zarar: 40.000.000.000 $ (40 milyar dolar).
Beş yılda Afganistan ve Irak’a gönderilen toplam asker sayısı: 1.350.000.
Halen Irak’ta görev yapan ABD askerleri: 145.000.
Irak’ta ölen ABD’li asker sayısı: 2662.
Afganistan’da ölen ABD’li asker sayısı: 272.
* * *
Milliyet Gazetesi (11.09.2006) ise şu çarpıcı rakamı veriyor.
"Beş yılda 180 bin kişi öldü.
11 Eylül 2001’de İslamcı terör örgütü El Kaide’nin New York’taki Dünya Ticaret Merkezi kuleleri ve Washington’da Pentagon’a düzenlediği saldırıların hemen ardından ABD’nin müttefikleriyle birlikte dünyada başlattığı "teröre karşı savaş", aradan geçen 5 yıl içinde 62 bin kişinin "doğrudan", 118 bin kişinin de "dolaylı" olarak ölümüne yol açtı.
11 Eylül saldırılarında 3 bine yakın insan hayatını kaybetmişti."
Neden 5 yıl içinde 180.000 insan katledildi, 500.000.000.000 $ (500 milyar dolar) para harcandı?
Tamam, ABD’yi çapsız neo-conlar yönetiyor, çılgın bir ideolojinin peşinde koşuyorlar; ama şu rakamların da anlamı yok mu? Geçenlerde Yaman Törüner, Milliyet’te çok önemli bir makale yayınladı (09.09. 2006). Rakamları oradan aldım:
1) Dünyadaki petrol rezervinin % 21.6’sı Suudi Arabistan’da, % 14’ü Kanada’da, % 9’u Irak’ta, % 8.1’i Arap Emirlikleri’nde, % 8’i Kuveyt’te, % 7.4’ü İran’da, % 6.4’ü Venezüella’da, % 4.9’u Rusya’da, % 2.4’ü Libya’da, %2’si Nijerya’da ve % 1.9’u ABD’de.
2) ABD, dünyada en çok petrol kullanan ülke. ABD günde 20.1 milyon varil petrol kullanırken, ikinci sıradaki Çin 5.6 milyon varil petrol kullanıyor. Rusya’da günde 2.8 milyon varil petrol kullanılırken, bu rakam Almanya’da 2.6, Hindistan’da 2.2, Fransa ve Kanada’da 2.1 milyon varil.
3) Çin, 2003 yılında dünyada üretilen petrolün % 7’sini, alüminyum ve çeliğin % 25’ini, demir ve kömürün yaklaşık % 33’ünü, çimentonun % 40’ını satın aldı. Çin giderek daha fazla üretiyor ve dünya giderek daha fazla Çin malı kullanıyor. Örneğin, ABD’de satılan mobilyaların % 40’ı artık Çin malı.
4) 1982 - 2002 yılları arasında ABD ekonomisi yılda ortalama % 3.3 oranında büyürken, Çin ekonomisi % 9.5 oranında büyüdü. Çin’deki bu büyüme hızı, ABD’nin yaklaşık 3 katı bir büyüme hızını ifade ediyor.
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku