Cüneyt Ülsever

Vefa, Kasımpaşa’ya bu kadar mı uzaktır?

8 Ekim 2006
HÜKÜMETİN eleştirdiğim çok yönü var, ama bir tanesi beni diğerlerinden çok daha fazla rahatsız ediyor:<br><br>Hükümet çok vefasız! Hükümet iç kadrodan olmayanları çok kolay satıyor!

En son örnek, TESEV’in malum raporuna katkıda bulunan 9 Polis Akademisi öğretim üyesiyle ilgili olarak Emniyet Genel Müdürü’nün soruşturma açması. Gerekçe "izin almamaları"!

Rapor yayınlanalı 5 ay olmuş. Kimsenin bu arada sesi çıkmamış. Zaten öğretim üyelerinin izin alma zorunluluğu yok, ama Genelkurmay Başkanı kızınca, beyefendiler anında "durumdan vazife çıkardılar".

Başbakan, Washington’da "Kanunlar gereği asker, hükümetin emrindedir" demiş. O anda öyle söylemek işine geldiği için söylemiş. Hükümet sıkışınca askerin ağzına bakar!

* * *

Örnekler çok.

Şemdinli Komisyonu’nda verilen Büyükanıt aleyhine ifadeler Van Savcısı’na gitti, Başbakanlık Ofisi savcıya destek verdi, ancak ne zaman ki asker "höt!" dedi, savcı anında satıldı.

Önce can, sonra canan!

* * *

Eski İstihbarat Daire Başkanı, Şemdinli olayını kovuşturdu, hükümet yetkilileri ve dahi Başbakan, "Komisyonda bildiğini anlat" dediler. Adam anlattı. Asker kızdı. Sonuç: Başkan anında satıldı.

Önce can sonra canan!

* * *

Ben yeni ekol Milli Görüşçüleri, eski ekol Milli Görüşçülerden farklı zannediyordum. Fena halde yanılmışım.

"Gerektiğinde kendinden olmayanı satmak" şiarı dün de geçerli idi, bugün de geçerli.

Önce can, sonra canan!

Hele hele söz konusu askerse "binlerce canan feda olsun!"

* * *

Türkiye Cumhuriyeti’nde kapılarda Genelkurmay Başkanı’nı karşılayan ilk başbakan, Erbakan’dır. Onun döneminde askerlere en büyük maaş zammı verilmiştir. Onun döneminde Başbakanlık’ta hukuk dışı "takip komisyonları" kurulmuştur. 10 küsur gazetecinin önünde bunu inkár eden Erbakan’a imzası gösterildiğinde "okumadan imzalamışım!" diyen de kendisidir.

* * *

Başbakan’ın, ABD dönüşü uçakta sarf ettiği "İrtica konusunu gerekli makamlarla görüşeceğim" sözünü zeytin dalı olarak yorumlayanlara ben katılmıyorum.

Zira Başbakan’ın samimiyetine inanmıyorum.

Başbakan irtica konusunda, ama yanlış ama doğru, çeşitli defalar uyarılmıştı. Kendisi de, Gül de bu konuda uzun brifingler almışlardı. MGK’da hükümetin onayıyla oluşturulan belgeler, irticayı en büyük tehlikeler arasında ilan eder.

Bütün bu bilgiler ve mutabakatlara rağmen Başbakan; 4 yıldır oturduğu makamda donatıldığı bilgiler ışığında daha iki gün evvel "Ülkede irtica tehdidi yoktur" demişti.

Kendi sözünün ardında duramayan bir insana ben nasıl güveneyim?

* * *

"Sıkışınca yan çizmek mubahtır", "Cumhurbaşkanlığı’na giden her yol bizim yolumuzdur", "Hele ben bir Cumhurbaşkanı olayım, bak sana neler ederim" sözlerini kendine şiar edinmiş bir hükümetin son zamanlarda en başarılı olduğu alan Şark kurnazlığıdır!
Yazının Devamını Oku

Kavga, ülkeyi yönetme kavgasıdır

5 Ekim 2006
ON gündür Türkiye geriliyor. İrtica, PKK, ateşkes, af, laiklik kavramları havada uçuşuyor. Komutanlar, Cumhurbaşkanı ellerine geçen her ortamda hükümete veryansın ediyorlar. Başbakan da "dış destek" arayışlarını aklınca lehine değerlendirmek istiyor. Kavga var, ama kavga "irtica" kavgası değil!

"11. Cumhurbaşkanı kim olacak?"
sorusuna aranan cevap şimdilik "taciz ateşleri" seviyesinde cereyan ediyor. Korkarım karşılıklı ateşlemeler giderek hedef gözetmeye başlayacak. Kavga, "bu ülkeyi kim yönetecek?" kavgasıdır ve zorlu bir kavgadır.

* * *

1) Bir tarafta "artık sıra bize geldi" diyen, "sosyolojik itilmiş ile ekonomik kakılmışlığı" temsil ettiğini iddia eden taraf; demokratik haklarını ve teamülleri, lehine olan tüm hukuki çerçeveyi kullanarak "istediği kişiyi" Cumhurbaşkanı seçmek istiyor.

Bu kişinin de partinin genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan olması eşyanın tabiatı gereği!

2) Diğer taraf da; Cumhuriyet’in temel ilkeleri ile sorunları olduğuna inandığı öbür tarafın, 1950’den beri başlayan süreçte adım adım ilerlediğini ve nihayet Cumhurbaşkanlığı’nı da ele geçirerek "3’lü kararnameyi" tamamen denetimi altına alacağını düşünmektedir. Onlara göre bugün itibarıyla hükümete dizgin vuran tek makam Cumhurbaşkanlığı’dır ve bu makam da "karşı tarafa" kaptırılırsa, devlet başka bir "rejim arayışı" taraftarlarının eline geçecektir.

"3’lü kararname" AKP’ye istediğini, istediği yere atama hakkı verecektir ve bu hakkı iğfal edecekleri zaten şimdiden yaptıkları "atama denemeleri" ile belli olmuştur.

* * *

Kavganın en hassas noktası da, iki tarafın tabanda neredeyse eşit ve güçlü bir taraftar kitlesi bulmasıdır. Ancak, bugüne dek bir taraf siyasi parti seçiminde bölünmüşlük görüntüsü verirken, diğer taraf siyasi tercihini kullanırken yekpare hareket edebilmektedir.


Mesele "irticanın miktarı"nın ölçülmesinde yaşanan anlaşmazlık değil, bir yanda AKP ve tabanının bulunduğu, diğer yanda siyaset dışı kurumların (TSK, Cumhurbaşkanlığı) da aktif rol aldığı, ancak onun da eşit ağırlıkta tabana sahip olduğu bir "güç kavgasıdır"!

Mücadele henüz bu netlikte ortalık yere dökülmediği için taciz atışları dolaylı hedeflere yönelmekte ve sık sık da çelişki yaratmakta, hedef şaşırtmakta, kalite kaybetmektedir.

Genelkurmay Başkanı’nın aynı konuşma içinde hem "her türlü görüşün sorgulanması" gerektiğini savunması, hem de "Atatürkçülüğü sorgulayanları" itham etmesi, alt tarafı bir STK’ya ait olan (TESEV) bir adet raporu yerden yere vurması, hem AB yandaşı olduğunu söyleyip hem de AB’nin art niyetli davrandığını ifade etmesi beni çok şaşırttı.

Ama beteri; başka bir komutanın, nereden akıl ettiyse, TSK’nın "uluslararası sermaye"ye karşı olduğunu beyan ederek, TSK’yı Koç, Sabancı vb. holdingler, Türkiye’de faaliyet gösteren Ford, IBM, Citibank, hatta bir TSK vakfının (OYAK) ortak olduğu Renault ve nice benzer uluslararası işletmeyle karşıt ilan etmesi, AB’ye hayatiyet veren ruhun uluslararası sermaye hareketleri olduğunu görememesi, aklın kabul edeceği bir olgu değildir.

Aynı şekilde "bak bizimkine ABD destek verdi!" diyebilmek uğruna yandaşlık ile yağdanlık duygularının birbirine karıştığı, "Ancak Stratejik Ortaklar Böyle Konuşur" (Yeni Şafak-makale-03.10.06) veya "Özal’ı Solladı" (Star-manşet-04.10.06) ifadeleri gerçeği tahrif ettiği gibi bir de komik kaçmaktadır.

* * *

Kavgalarda; hırs aklın yerine geçtiğinde önce komediler başlar, sonra trajik komediler ortaya çıkar, en sonunda da sıra tragedyalara gelir!
Yazının Devamını Oku

İrtica var mıdır, yok mudur PKK var mıdır, yok mudur

4 Ekim 2006
ASKERLERE göre "irtica tehlikesi" vardır, hükümet yetkililerine göre yoktur. Başbakan’a göre Başkan Bush özel görüşmede "PKK teröründen" bahsetmiştir, ancak Başkan Bush basın önünde PKK’dan hiç bahsetmemiştir.

Anladığım kadarı ile irtica gulyabani gibi bir şey, baktığınız yere göre ya gözüküyor, ya da gözükmüyor. Bush da gulyabaniye bakan insan gibi, PKK’yı káh görüyor, káh görmüyor.

* * *

Ben büyükler konuştuğu veya buluştukları zaman çok seviniyorum. Zira epey malzeme çıkıyor.

Üstelik, bu konuşmalar/görüşmeler lafla peynir ekmek gemisinin yürütülüp yürütülmediğini göstermiyor ama pekala lafla askerin de, ülkenin de, hatta dünyanın da yönetilebildiğini gösteriyor.

İş lafa kalınca, "laf ebeliği" üzerine medyacıların eline kimse su dökemeyeceğine göre; Genelkurmay Başkanı ne dedi, Başkan Bush ne demedi, Genelkurmay Başkanı ne dedi ama ne demek istemedi, Başkan Bush ne demedi ama ne demek istedi türü konu başlıkları üzerine uzun süre konuşmak, tartışmak, hatta itişip-kakışmak için medya çalışanlarına bol fırsat doğdu.

* * *

Bu yazımda; 2 Ekim günü İstanbul ve Washington’da anlatılanların nasıl anlaşılması gerektiğini, anlatılmayanların nasıl anlaşılmaması gerektiğini kendimin nasıl anladığını veya anlamadığını anlatmaya çalışacağım!

Büyükanıt’ın konuşmasını baştan aşağı dinledim. Benim anladığıma göre Büyükanıt irticayı ve terörü diğer komutanlar kadar tehlikeli görüyor ama onlardan farklı olarak bir STK olan TESEV’i daha büyük tehlike addediyor! Zira TESEV’e çok daha fazla vakit ayırdı, onun yazdığı bir adet rapordan çok daha detaylı örnekler verdi.

Ben işin içinden çıkamadım. "Cumhuriyetin temel değerlerini tehdit altına alan" hükümet mi, TESEV mi, 9 adet Polis Akademisi mensubu mu, AB’nin Türkiye Temsilcisi Hansjörg Kretschmer mi, topyekûn AB mi, görünmez bir el mi?

* * *

Öte yanda, Başkan Bush’a atfen gazetelere yansıyan söylenmemiş sözlere bakınca yine aklım karışıyor. Bush basın önünde PKK’dan bahsetmeyince "Bak bizden bahsetti!" diyecek PKK’nın şımarmasını mı önledi, yoksa bizimle gereğinden fazla "stratejik ortak" olmak mı istemedi. "Ne kadar tezkere o kadar ortaklık" şiarı ile "Lübnan tezkeresi"ne PKK’dan sadece Oval Ofis’te bahsedecek kadar değer verdiğini mi göstermek istedi?

* * *

Büyükanıt "Laikliğin yeniden tanımlanmasını isteyenler en üst seviyede görev alıyor" derken, tamam Bülent Arınç’ı kastetti ama ben de insanım; söylenenlerin içinde söylenmedikleri halde kastedilenleri bulup çıkarmayı ben de çok seviyorum.

"Meclis Başkanım sana söylüyorum ama Başbakanım sen anla" mealli sözler "en üst seviyede" görev almak isteyenleri bu kış laikliği yeniden tanımlamaya niyet etmemeleri için mi uyardı, yoksa bu tür sözleri söylemeseler dahi içlerinden geçirdikleri malum olan kişilerin "en üst makama" nasılsa çıkamayacaklarını mı ima etti?

Türkiye’de bugüne kadar Başbakan veya Başbakan adayı olup da "o kare"ye girmek için canı ve dahi cananı vermeye hazır olmayan bir adet siyasetçi yetişmedi. Erdoğan da Bush ile aynı karede resim vermeyi bir kez daha becerdi. Ancak resme bakınca tam çıkaramadım; Bush Erdoğan’a "Maşallah sen şimdiden cumhurbaşkanı olmuş kadar olmuşsun!" der gibi mi bakıyor, yoksa "nah olursun!" der gibi mi sırıtıyor?
Yazının Devamını Oku

Büyükanıt nihayet konuştu!

3 Ekim 2006
GÜNLERDİR Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın Harp Akademileri’nin açılış töreninde yapacağı konuşmayı bekliyorduk. Konuşma nihayet dün yapıldı.

Baştan ifade edeyim. Ben, hükümetin bazı icraatını beklendiği seviyede eleştiren bir konuşma yapıldığı kanaati edinmedim. Açıkçası, bundan memnuniyet de duydum. Galiba bu duygumu besleyen iki faktör şunlar:

1) Konuşmanın günlerdir dedikodusunun yapılmış olması, hükümet aleyhine söylenecek sözlerle ilgili beklentileri o kadar yükseltti ki, Büyükanıt ne derse desin bu beklentileri karşılayamazdı.

2) Son günlerde aynı konuda (irtica ve bölücülük) o kadar çok benzer konuşma yapıldı ki, zaten bu konuda "gökkubbe altında" söylenebilecek tüm sözler önceden söylenmişti.

* * *

Ancak, konuşma iki kurumu açıkça karşısına aldı: Emniyet Teşkilatı ve TESEV!

Konuşmada ilginç, hatta yeni olan iki husus var:

1) Genelkurmay Başkanı, 22 Eylül’de yayınlanan ve askere karşı olduğuna inandığı bir raporu yerden yere vurdu. Raporda yer alan bazı yorumları şiddetle eleştirdi, hazırlayanları art niyetli ilan etti ve raporda bazı maddi hatalar olduğunu beyan etti.

TESEV’in hazırladığı raporun başlığı: "Almanak Türkiye: Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim" (www.tesev.org.tr)

Ben bir Genelkurmay Başkanı’nın, bir sivil toplum kurumunu (STK) bu kadar açık hedef aldığı başka konuşmalar hatırlamıyorum.

* * *

2) Büyükanıt aynı raporda 9 Polis Akademisi mensubu olduğunu ilan etme ihtiyacı duydu ve kurumlar arasında "uyumsuzluk"tan bahsetti.

TSK ile Emniyet güçleri arasında uyuşmazlık konuları olduğu eskiden beri bilinir. Uzun süredir Emniyet’in Jandarma ile "yetki alanı tartışması" yaşadığını biliyoruz. Ancak, Şemdinli Olayı ertesinde ve Danıştay cinayeti ardından bu çelişkinin daha açık hale geldiğini ve alanını genişlettiğini hissetmeye başladık. TSK’yı ve bizzat Büyükanıt’ı hedef alan bazı görüşlerin üretilmesinin ardında Emniyet Teşkilatı’na yerleşmiş bir cemaatin (Fethullahçılar) bulunduğu iddiaları güç kazandı. Büyükanıt, Genelkurmay Başkanlığı görevini devralırken isim vermeden bu kişilerle çok yakında adalet önünde hesaplaşacağını bildirmişti.

Bu konuşmasında açıkça isim vererek (Polis Akademisi mensupları) ve üzerine basarak kurumlar arasında çelişki olduğunu ve bu bağlamda TSK’ya açık saldırı yapıldığını beyan etti.

* * *

Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın konuşmasında hükümetten öte Emniyet Teşkilatı’na, TESEV türü STK’lara, art niyetli olduklarını beyan ettiği entelektüellere açık ve ağır eleştiriler vardı.

Ancak, Büyükanıt, diğer komutanlar gibi hükümete de dokundurdu.

Temel bir konuda fikirlerin çatıştığını ima etti.

Başkan konuşmada mealen:

1) Her fırsatta laikliğin tanımlanmasını isteyenler var. Bunlar en üst düzeyde görev alıyorlar, dedi.

2) Cumhuriyet’in temel değerlerinin, bu dönemde büyük tehdit altında olduğunu iddia etti.

Öte yanda, hükümet yetkilileri de; Genelkurmay Başkanı ve Hava, Kara, Deniz Kuvvetleri komutanlarının, ayrıca Cumhurbaşkanı’nın tersine, irtica tehdidi olmadığını savunuyorlar.

* * *

Yarın bu konuya değineceğim.
Yazının Devamını Oku

Hükümete karşı olmak demokrat olmaya engel midir?

1 Ekim 2006
28 Eylül 2006 Perşembe günü "Büyükanıt Konuşacak, Televizyonlar Yayınlayacak" başlıklı bir yazı yazdım. Yazım gazetelerdeki bir habere dayanıyordu. Haberde, "Harp Akademileri’nin 2 Ekim’deki açılış töreninde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın yapacağı önemli konuşma için televizyonlara canlı yayın izni verildi ve yayınlayacak kuruluşların başvurmaları istendi" (Hürriyet-27.09.2006) deniyordu.

Ben yazımda Genelkurmay Başkanı’nın yapacağı konuşmaya tepkimi şu sözlerle açıkladım:

"Genelkurmay Başkanı’nın Harp Akademileri’nin açılış töreninde konuşma yapması çok doğal. Temsil ettiği kurumun Türkiye ile ilgili görüşlerini ifade etmesi (irtica ve bölücülük tehlikesine dikkati çekmesi) ise en temel hakkı. Başkan’ın ilkesel boyutta kaygılarını dile getirmesi katiyen TSK’nın siyasete karıştığı anlamına gelmez. TSK’yı eleştiren AB’nin Türkiye Temsilcisi Hans Jörg Kretschmer’e karşı cevap hakkını kullanması da bir haktan öte, kurumu adına görevi."

Ancak, bu konuşmanın televizyonlarda canlı yayınlanması için çağrı yapılmasını yadırgadığımı, böyle bir tavrın yaratacağı dalga etkilerle ülkeyi gereceğini de belirttim.

Yazımın bir yerinde de Genelkurmay Başkanı için "en üst seviyede de olsa, yine de bir devlet memuru" tabirini kullandım.

* * *

Ertesi günü Genelkurmay’dan iki kez aradılar. Yazının içeriğine hiç girmeden ve büyük bir nezaketle "televizyon kuruluşlarına canlı yayın yapmaları için çağrı" yapmadıklarını, "birkaç kanalın canlı yayın yapmak amacıyla müracaatı üzerine, eşitlik ilkesi açısından, konuşmanın canlı yayınlanmasını tüm kanalara açtıklarını" belirttiler.

Bu yazı okurdan olağanüstü ilgi görmüş olmalı ki, iki gün e-postam "okur mektupları" ile doldu taştı. Her zaman olduğu gibi okurların yarısı yazıma alkış tuttular, diğer yarısı ise bu yazı nedeniyle beni kınadılar.

Kınayanlar arasında epey yüksek miktarda yer tutan ve kendilerini ulusalcı/Atatürkçü çizgide görenlerin mektuplarında bazı ortak noktalar vardı ki, bugün onları yayınlamak istiyorum. Zira, bu mektupların çizdiği ortak portreden ilginç bir "demokrasi anlayışı" çıkıyor. Mektuplara göre:

1) Benim bu yazıyı yazmam, hükümete açıkça yağ çekmektir.

2) Zaten bir vatan hainiyim, acele ülkeyi terk etmeliyim.

3) Hükümeti eleştiren, hatta bazen ağır kaçan yazılarım ikiyüzlülüğümü gösterir.

4) Hükümete haddini bildirmek TSK’nın görevidir.

5) Siyasiler canlı yayına çıktığına göre askerin de çıkıp görüş bildirmesi eşit bir haktır.

6) Gerici hükümeti başta görmektense askeri idare ehven-i şerdir.

7) Genelkurmay Başkanı’na, kanunlar ne derse desin "memur" demek hakarettir.

* * *

Perşembe günü yazdığım yazıda, "sürekli kabızlık ağrısı çekmekten ve sürekli gergin bir ülkede yaşamaktan çok bıktım!" diye yazmıştım.

Demokrat ulusalcı/Atatürkçülerden büyük özür dilerim, sayısı ne kadar çok olursa olsun, birkaç örnek mektuba dayanarak genelleme yapmanın ne kadar yanlış olduğunu da biliyorum.

Ancak, yine de söylemeden edemeyeceğim; bu minvaldeki mektupların sayısı çok fazla olunca kabızlığımın ve gerginliğimin yanına bir de hayal kırıklığı eklendi.

Üç tam, bir yarım darbe yaşamış bir ülkede ve dahi askerlerin bu kavramdan alabildiğine uzak durmaya çalıştıkları bir ortamda, kendi siyasi erklerine güvenemedikleri için, sokakta zor duruma düştüklerinde "baba!" diye bağıran şımarık veletler misali tepki veren okurlar moralimi beter bozdular.
Yazının Devamını Oku

Büyükanıt konuşacak televizyonlar yayınlayacak!

28 Eylül 2006
NİYETİMİ baştan ilan edeyim. Başlıkta özetlediğim haberi çok yadırgadım. Gazetelere göre:

"Harp Akademileri’nin 2 Ekim’deki açılış töreninde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın yapacağı önemli konuşma için televizyonlara canlı yayın izni verildi ve yayınlayacak kuruluşların başvurmaları istendi." (Hürriyet-27.09.2006)

Genelkurmay Başkanı’nın Harp Akademileri’nin açılış töreninde konuşma yapması çok doğal. Temsil ettiği kurumun Türkiye ile ilgili görüşlerini ifade etmesi (irtica ve bölücülük tehlikesine dikkati çekmesi) ise en temel hakkı. Başkan’ın ilkesel boyutta kaygılarını dile getirmesi katiyen TSK’nın siyasete karıştığı anlamına gelmez. TSK’yı eleştiren AB’nin Türkiye Temsilcisi Hansjörg Kretschmer’e karşı cevap hakkını kullanması da bir haktan öte, kurumu adına görevi.

* * *

Ancak, ben yine de günlerce öncesinden bu konuşmanın gündeme getirilmesini, içeriği hakkında spekülasyon yapılmasını yadırgıyorum, en basit deyimle şık bulmuyorum. Denebilir ki, konuşmanın önceden programlanması TSK’nın doğal işleyiş biçimidir, konuyu gündemde sıcak tutan medyadır. Doğrudur!

Ancak, gazete haberine göre "önemli konuşma için televizyonlara canlı yayın izni" verilmiş. İzni veren kurum açıkça yazılmamış olsa da, Genelkurmay Başkanlığı veya Harp Akademileri olması gerek.

İşte ben haberin en çok bu bölümünü yadırgadım ve şık bulmadım.

Bu davet "Başkanımız çok hassas ve önemli bir konuşma yapacak, gelin bu konuşmayı anında kamuoyuna nakledin" diye ima eden bir davet. Zira, alışagelmiş bir davet değil.

* * *

Şimdiden hayal ediyorum. Konuşma öncesi spekülasyonlar alıp başını gidecek, "iyi haber alan kaynaklar" konuşma metninden parçaları medyaya önden taşıyacaklar, konuşma günü konuşmanın yapılacağı salon bir sürü TV kamerası ile dolacak, canlı yayın araçları binanın bahçesine veya en yakın bir mekana yerleştirilecekler, spikerler yayın sırasında ve sonrasında yorumlar yapacaklar, çeşitli uzmanlar konuşmanın ardından görüş sunacaklar, konuşmacıların ne dediğinden çok ne demek istediğini merak eden millete meram anlatacaklar.

Hatta bazı TV kuruluşları milletin duyduğunu dahi anladığından şüphe ettikleri için konuşmayı tekrar tekrar ve satır satır yeniden yayınlayacak.

Konuşmadaki eleştirileri/suçlamaları kimse kendi üzerine almayacak, ima yolu ile veya belki de açıkça eleştirilenler Başkan’la aynı görüşte olduklarını açıklayacaklar!

Kısacası ülke 2 Ekim günü oldukça gerilecek!

* * *

Sürekli kabızlık yaşayan bir insan gibi, hep gergin yaşayan bir ülke vatandaşı olmaktan sıkıldığım için yetkililerin TV’cilere "gelin canlı yayın yapın" demesini hoş karşılayamıyorum.

Orgeneralin ne diyeceğini ben de bekleyeceğim, Şemdinli davası çerçevesinde "kendisine kumpas çeviren emniyet mensupları" ile söz verdiği üzere ne zaman hukuk önünde hesaplaşacağını ben de çok merak ediyorum.

* * *

Hayatı hep bu tip konuşmaları merak ederek ve tartışarak geçmiş normal yurdum insanı olmama rağmen; en üst seviyede de olsa, yine de bir devlet memurunun yapacağı konuşmanın günler öncesinden bu kadar önemli hale getirilmesini, ülkeyi germesini normal bulmuyorum.

* * *

Hem hep kabızlık ağrısı çekmekten, hem de hep gergin bir ülkede yaşamaktan çok bıktım!
Yazının Devamını Oku

Gittikçe küçülen Türkiye!

27 Eylül 2006
BU ülkede bazen çok bunalıyorum. Arada bir ülke; şişirilen balon misali, içime türlü hevesler dolduruyor, ardından balonun ağzı bağlanmadan havaya salınması misali içimdeki tüm hevesler önce havada taklalar atıyor, giderek sönüyor, sonunda da pörsüyüp avcumda yok oluyor. Balon aslına rücu ediyor!

* * *

3 Kasım 2002 seçimleri sonrasını hatırlayın. Statükoyu ayaklar altına almaya yemin etmiş bir hükümet birkaç koldan Avrupa’ya tanıtım seferleri tertip ediyor, hemen her gün bir tabuyu daha yıkıyordu.

17 Aralık 2004 ve 3 Ekim 2005 Türkiye tarihinde dönüm noktaları olmuştu. Hukuksuzluğun büyük darbelerini yemiş olan Başbakan ve arkadaşları en koyu AKP düşmanını dahi şaşkınlığa uğratmış, hukukun üstünlüğüne saygıyı yeni dünyevi imanı haline getirmiş, özgürlüklere doğru pupa yelken açmıştı.

Balon alabildiğine şişiyordu!

* * *

Bir de bugünkü tarihi, 27 Eylül 2006’yı göz önüne getirin.

Balon içindeki havayı hızla boşaltarak, süratle aslına rücu ediyor.

Ali Dibo’ları, Başbakan’ın sövmelerini değil; sadece son 1 yılda yaşanan zihniyet boşalmasını, aklın yeniden küçülüşünü ele almak istiyorum.

* * *

Hukukun üstünlüğünü baş tacı etmek üzere iktidar olanların hukuku nasıl ayaklar altına aldıklarına dair üç küçük örnek sıralayarak işe başlamak isterim:

Devletin en büyük memuru Başbakanlık Müsteşarı "bilimsel hırsız" (intihalci) sıfatı taşıyor. Yüzü hiç kızarmadan görevinin başında.

Ülkenin İçişleri ve Adalet Bakanları İsmailağa Cemaati’nin linç ettiği katilin bunca gün sonra faillerini bulamamaktan zerre kadar rahatsız değil.

Kıbrıs’tan sorumlu AKP Genel Başkan Yardımcısı KKTC’de AKP’nin huyuna-suyuna uygun bir parti kurmak için çevirdiği dolaplar orta yerlere döküldükten sonra bile hiçbir şey olmamış gibi arz-ı endam ediyor.

* * *

Beni en son yaralayan olay ise "azınlık dinlerine bağlı Türklere ait malların geri iadesine ilişkin kanun tasarısının" TBMM’den geri çekilmesi oldu. Neden tasarı geri çekildi?

İçimizdeki gavurlar yüzünden!

Ben maalesef böyle utanç dolu bir terimin egemen olduğu bir ortamda büyümüştüm. Umar ve beklerdim ki bu iğrençliği çoktan bağrımızdan koparıp atmış olalım. Ama heyhat!

40 yıl sonra yine gördüm ki dini farklı olanı hálá kendimizden sayamıyoruz. Üstelik saymayan kim? Sokaktaki sade vatandaşın "ayıbını" bir nebze olsun içimize atabiliriz ama "gavur mal sahibi olursa vatanı satar" zırvası hálá en tepelerde duruyor. Hem de nerede?

TBMM’de!

Sıfatına "sosyal" kelimesi kondurulmuş bir zihniyet kanun tasarısını TBMM’den geçirmek için mütekabiliyet (karşılıklılık) istiyor, itilmişlik ve kakılmışlığı en iyi anlama iddiasındaki diğer zihniyet ise eleştiriler karşısında tırsıp, kolayı tabanı yağlamakta buluyor.

Mütekabiliyet isteyen mantık her fırsatta "önce insan" diyerek ahkam keser ama hálá söz konusu olan insanların "yabancı" değil, kendi insanı olduğunu anlamamış, "Türkiye’nin zencisi" olmakla övünen diğeri ise Müslüman olmayanı kendinden saymayı becerememiş!

* * *

Rum ve Ermenilerin yayınladığı bildiride Müslümanların ve Yahudilerin, ama illa ki Kürtlerin ve Alevilerin imzalarını görmeyince kötü oldum!
Yazının Devamını Oku

Mehmet Ali Talat beni çok şaşırttı

26 Eylül 2006
KKTC seçimlerinde ve Annan Planı’nın tartışılması sırasında CTP’yi ve Mehmet Ali Talat’ı candan destekledim. Bugün de bu desteğimden zerre kadar pişman değilim. Kıbrıs ağzıyla söylendiğinde "istatüko"nun değişmesi için Talat’ın ve arkadaşlarının verdiği haklı ve zorlu mücadeleyi unutmam mümkün değil. Ama galiba muhalefet yapmak başka şey, iktidarı sürdürmek başka şey!

* * *

KKTC’de eski koalisyonun bozulmasını katiyen yadırgamıyorum. Hatta, koalisyonun bozulmasında batık bankacı dünürün bir türlü bitmeyen "hortumculuk davalarının" rol oynadığını da "daha önceleri neredeydiniz" şarkısı eşliğinde dinleyebilirim. Ama, eski koalisyonun bozulma şeklini ve "yeni partinin" 4 kişilik kadrosundan 3’ünün bakan yapılarak kurulan yeni koalisyonu, demokrasi geleneği ve hatta bilindik ahlak kuramları ile hazmetmem pek mümkün değil.Beni, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın eski koalisyonun bozulmasıyla ilgili sözleri ise beter şaşırttı. Bu sözleri Talat’ın sarf etmiş olduğuna inanamadım.

AKP’nin müdahalesi konusunda ne diyor Talat?

"AKP bir şekilde müdahale etmişse etmiştir, etmemişse etmemiştir. Benim bu konuyu ispatlama gibi bir durumum yok. Benim bildiğim kadarıyla doğrudan doğruya Türkiye’den gelen bir şey olmadı. Eğer buradan birileri Türkiye’ye danışmışsa, bu da karışma değildir. Ama bunun nasıl olduğunu ben tabii ki bilemem." (Milliyet-24.09.2006)

Cumhurbaşkanı kusura bakmasın ama bu sözlere halk arasında "kıvırma" denir.

"Çevir kazı yanmasın!" da yukarıdaki sözlerin akla getirebileceği halk deyişleri arasındadır. Bu sözler Mehmet Ali Talat’ın keskin zekásına hiç yakışmıyor ve iki arada bir derede kalmış bir insanın önlenemez çelişkisini yansıtıyor.

* * *

Allah var! Mehmet Ali Talat, Din İşleri Dairesi Başkanı Ahmet Yönlüer’in izan ve insaftan uzak, Ankara’ya açık yağ çeken, hem KKTC’yi, hem de TC’yi yedi düvele rezil eden, laikliği de kökünden reddeden şu sözlerine karşı çıkıyor:

"...’Türkiye’ye uydu, parti kurdurdu’ deniyor. Yok ama farz edin ki oldu; Türk insanına canım kurban. Dün başka iktidar vardı, onlara tabi oldum. Bugün Türk halkının seçtiği AKP var, ona tabiyim..."

Talat bu sözler karşısında tepkisini şöyle ifade ediyor:

"...Din İşleri Dairesi Başkanı Ahmet Yönlüer’in adının politize olmasını doğru bulmuyorum. Yani Yönlüer’in, politik konulara malzeme yapılması da, kendisinin herhangi bir şekilde tavır alması da bana göre doğru değil..."

Başbakan Ferdi Sabit Soyer de Yönlüer’in sözlerine açık tepki vererek yüreklere su serpti.

* * *

Mehmet Ali Talat ayrıca diyor ki: "Kıbrıs, Türkiye’nin iç politika malzemesi yapıldığı sürece biz uluslararası alanda büyük yara alırız. Rum tarafının, ’Kıbrıs’ın kuzeyini Türkiye idare ediyor’ iddialarına malzeme üretmiş oluruz."

Bu sözlere aynen katılıyorum. Sadece Rum tarafında değil, tüm dünyada "Kıbrıs’ın kuzeyini Türkiye idare ediyor" iddialarını inatla sürdürenler, en son Başmüftü Ahmet Yönlüer’in yukarıda alıntı yaptığım sözlerini kaynak gösteriyorlar.

Eğer Talat sözlerinin arkasında durabilecekse, ivedilikle Ahmet Yönlüer’i görevden almalıdır! Onu Serdar Denktaş’ın göreve getirmiş olması bu ihtiyaca set çekmez.

Benim CTP ile ilgili nihai kararımı işte bu tavır belirleyecek!

Bakalım Mehmet Ali Talat hem kendisinin, hem de KKTC’nin geleceğini bu ağır ipotekten kurtarabilecek mi?
Yazının Devamını Oku