5 Kasım 2006
HABERİNİ diğer sayfalarda okuduğunuz Prof. Dr. Clyde Wilcox ile yaptığım söyleşide ABD’de 7 Kasım’da yapılacak seçimlerin ne gibi sonuçlar yaratabileceğini konuşma imkánı bulduk. Prof. Wilcox, ABD’de ara seçimlerin bu kadar açık dış politika eksenli olduğu çok az seçime rastlanacağını söylüyor.
Her seçimin bir teması olur, 7 Kasım seçimlerinin ana teması "Irak Savaşı" olmuş. Daha doğrusu "Başkan Buh’un Irak politikasının" referanduma dönüştürülmesi haline gelmiş. Referandum sonucundan da Prof. Wilcox çok emin. Başkan Bush’un veto yiyeceğine inanıyor.
Ona göre ABD halkı, çok sayıda evladını verdiği bu savaşta, Başkan’ın herhangi bir sonuç alabileceğine artık inanmıyor. Halka göre savaş hiçbir yere gitmiyor.
ABD seçimlerinde kişisel sempatilere dayanan oylar da kullanılmasına rağmen bu kez Amerikan halkı, Başkan Bush’a yardımcı olmasını önlemek için, kişisel sempati duydukları Cumhuriyetçi adaylara dahi oy vermek istemiyor.
* * *
Ancak, Prof. Wilcox’un iki tespiti çok önemli:
1) Demokrat adaylar da Irak Savaşı konusunda ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar.
2) Temsilciler Meclisi’ni, hatta Senato’yu da kazanarak Kongre’ye tamamen Demokratların hákim olması, Bush’un Irak politikasının değişeceği anlamına gelmez.
* * *
ABD’deki sisteme göre, Anayasa hemen hemen tüm yönetim yetkilerini Başkan’a veriyor. Savaş ilanına Kongre karar veriyor ama Kongre bu yetkisini 2. Dünya Savaşı’ndan beri kullanmamış. Irak, Afganistan Savaşı gibi savaşlar "savaş" adı altında yürütülmüyor. Dışarı asker gönderme konusunda Başkan tek yetkili. Kongre’den zaman zaman "olur" alıyor, ama esas yetki onda. Başkan’ın ülke dışında yürüttüğü politikalar hakkında Kongre’nin yaptırımcı kararlar almasını ise 200 küsur yıl önce hazırlanan Anayasa öngörmemiş!
Kongre veya Prof. Wilcox’a göre, çoğunluğu mutlaka Demokratların kazanacağı Temsilciler Meclisi özel komisyonlar kurarak Irak Savaşı’nın mimarları Bush’a, Rumsfeld’e, Cheney’ye kök söktürebilirler, ama ABD’nin Irak Savaşı’ndaki politikalarını değiştiremezler.
Bizzat Bush ikna edilmedikçe ABD’nin Irak politikası değişmez, değiştirilemez. Son dönemini yaşayan Bush’un geri kalan iki yılını nasıl kullanacağı ise meçhul. O, bu ara seçimde acı bir yenilgi alsa dahi "tarihe geçmek için" hálá aynı politikalarda ısrar edebilir.
Bu durumda Kongre’nin yapabileceği hiçbir şey yok.
Örneğin; içeriği seçim sonrası açıklanacak olan "Baker Raporu", Bush için sadece tavsiye kararları taşıyacaktır.
* * *
Prof. Wilcox’a "Ama Kongre’nin, dolayısıyla Temsilciler Meclisi’nin bütçe üzerinde söz söyleme hakkı var, Irak Savaşı’nın bütçesini kısamazlar mı?" diye sorduğumda, o teorik olarak haklı olduğumu, ama ABD askerleri orada iken Demokratların böyle bir kısıntıya yeltenmeyi akıllarından dahi geçiremeyeceklerini söylüyor.
Sadece olası bir İran saldırısı için Kongre’nin bütçe vermeyebileceğini belirtiyor.
* * *
7 Kasım’da yapılacak seçimler sadece ABD için değil, dünya için çok önemli. Seçimlerin merkezine Irak’ın oturması, bu seçimleri Türkiye açısından özel bir yere oturtuyor. Ancak, ABD siyaseti uzmanı Prof. Dr. Clyde Wilcox’un uyarıları önemli. Seçim sonrası ABD’nin Irak politikasının derhal değişeceğini beklemek safdillik olur. O zaman söylenecek tek söz kalıyor.
Dileyelim ki; Bush ABD halkının mesajını doğru okusun!
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2006
MESUT Yılmaz ve Güneş Taner hakkında, işadamı Korkmaz Yiğit’in Alaattin Çakıcı’nın desteğiyle kazandığı iddia edilen, ancak sonradan iptal edilen "Türkbank ihalesine fesat karıştırdıkları" görüşüyle dava açılmıştı. Yüce Divan görevini yürüten Anayasa Mahkemesi’nde, 1 yıl süren yargılamanın ardından Yargıtay Başsavcılığı’nın görüşü doğrultusunda suçun niteliği değiştirilmiş, "görevi kötüye kullanma" olarak belirlenmişti.
* * *
Mesut Yılmaz ve Güneş Taner’in eylemlerini bu suç yönünden değerlendiren Yüce Divan, davaya konu eylemlerin 1999’dan önce işlendiğini, "görevi kötüye kullanma" suçunun da 1999’dan önce işlenen bazı suçların ertelenmesini öngören şartla salıverme yasası kapsamında bulunduğunu saptamıştı. Yüce Divan, bu nedenle davayı karara bağlamadan erteleme kapsamına sokmuştu.
* * *
Mesut Yılmaz, erteleme kararını aldıktan sonra meydanlara çıkmış ve "memleketi kurtarma harekátına" girişmişti. Hedefi ise AKP hükümeti idi. Memleketi Rize’de görkemli bir törenle karşılanmış ve meydanda millete şöyle seslenmişti:
"(Yüce Divan’a) gönderme nedeni olarak da bula bula bir bankanın satışını buldular. Benim ihaleye karıştığımı söylediler. Karışıp da ne yapmışım, ihaleye katılanlarla görüşmüşüm. Görüşürüm, ben başbakanım. Biriyle değil, hepsiyle görüşürüm... Bunu bile bile beni mahkemeye gönderdiler. 1.5 sene mahkeme sürdü. Sonunda mahkeme dedi ki ’bu işte yolsuzluk yoktur’. Benim için önemli olan oydu. Bize yolsuzluk yaptı diyenler iftiracıdırlar. 3.5 sene ağzıma fermuar çektim, hiçbir şey söylemedim. Ama siyasete başladığım yerde, Rize’nin Cumhuriyet Meydanı’nda söylüyorum, hepsi müfteridirler." (Hürriyet, 04.08.2006)
Mesut Yılmaz önce ANAVATAN Genel Başkanı Erkan Mumcu ile anlaştığını söyledi. Anlaşmanın aslı astarı çıkmadı. Ardından Erkan Mumcu’nun telefonuna çıkmadığını ilan etti. Mumcu bunu da yalanladı. Süleyman Demirel ile de buluşacaktı ama bu görüşme de gerçekleşmedi.
Ama, o "illa ki vatanı kurtaracağım" diyerek yoluna devam etti.
Ancak...
* * *
Yüce Divan, Türkbank davasının ertelenmesinin gerekçeli kararını açıkladı. Milliyet Gazetesi’nin haberine göre, Yüce Divan, Mesut Yılmaz’ı "görevi kötüye kullanma" davasında esasen suçlu bulmuş!
Gazete "Suç işlendi ama yasayla ertelendi" başlığı ile verdiği haberde, "...Yüce Divan, Yılmaz ve Güneş hakkındaki gerekçeli kararında, görevi kötüye kullanma suçunun aslında işlenmiş olduğuna, ancak erteleme kapsamında olduğundan davanın karara bağlanamadığına yer verdi..." diye yazıyor ve Yüce Divan’ın suç unsuru bulduğuna dair yorumlara yer verdiğini söylüyor. (01.11.2006)
* * *
Ben erteleme kararının ardından yazdığım bir yazıda (20.08.2006) bir başbakan olarak Mesut Yılmaz’ın "erteleme kararı" ile yetinmemesi gerektiğini, ertelemenin aklanma olmadığını, gerekirse AİHM’ye dahi giderek davayı sonuçlandırması gerektiğini yazmıştım.
* * *
Ancak, şimdi anlıyorum ki yanlış bir öneride bulunmuşum!
Eğer dava sonuçlansa imiş, gazeteye göre Mesut Yılmaz suçlu bulunacakmış!
Onu da "Rahşan Affı" kurtarmış!
Mesut Yılmaz’a siyaseti birleştirme gazasında başarılar diliyorum!
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2006
ÖNCE bir haber:"Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki Türk yargıç Rıza Türmen, 301’inci maddenin tek başına sorun olmadığını belirterek, hakim ve savcıları eleştirdi: ’Türkiye’deki hákimlerde daha çok devleti koruma içgüdüsü, Avrupa’dakilerde ise daha çok bireyin düşüncesini koruma anlayışı var’ dedi." (Sabah-31.10.2006) Strasbourg’da 8 yıldır Türkiye’yi temsil eden Türmen’in bu sözleri Türkiye’de sadece hákim ve savcıların değil; bürokrasinin hemen her kademesinin ve hatta vatandaşların önemli bir bölümünün Türkiye’de belirli olgulara atfettikleri önem sırasını vurguluyor.
Bana göre; Batılı olmanın temel kriteri bir ülkenin vatandaşlarının zihniyet haritasındaki sıralamadır.
Bireyi devletten daha önemli gören algılama Batılı, devleti bireyden önemli gören algılama ise Şarklı zihniyet haritasını ifade eder.
* * *
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası birlik ve beraberliği tarif ederken "Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür" (Madde 3) diyor.
Bölünmezlik sıralamasında devlet ilk sırada, ülke (toprak) ikinci sırada, millet ise son sırada.
* * *
Türmen söylemeye çalışıyor ki, eğer hákimler veya savcılar 301. madde çerçevesinde yapılan şikayetlere birey açısından bakabilseler, bir sürü davayı açmayacaklar. Ama, devletin aşağılanması ile ilgili bir iddia ortaya atıldığında savcı veya hákim bu iddiayı değerlendirmemeyi göze alamıyor, topu mahkemeye atıyor.
* * *
Cumhurbaşkanı’nın Orhan Pamuk’u Nobel Ödülü nedeni ile kutlamaması ve Cumhuriyet Balosu’na davet etmemesine de "devlet-birey kriteri" ile bakalım.
Bundan 40-50 yıl sonra 10. Cumhurbaşkanı’nın kim olduğunu hatırlayacak olanların sayısının, Türkiye tarihinde ilk kez Nobel Ödülü alan kişiyi hatırlayacak olanlardan çok daha az olacağını, ödüle bakış açısı ne olursa olsun, vicdan ve akıl sahibi herkes kabul eder.
Orhan Pamuk’un aldığı ödüle sevinmeyenler kadar sevinenler de var.
Eğer bir cumhurbaşkanı cumhurun tümünün başı olduğunu unutup, devlete sahip çıkma adına türban takan hanımefendileri Köşk’e davet etmediği gibi, Orhan Pamuk’u da davet etmiyorsa, sadece kişisel tepkisini görev sorumluluğunun üzerinde tutmuş olmuyor, kendi zihin haritasının da devleti bireyden üstün tuttuğunu gösteriyor. Ben de elimde olmadan, zamanında konuşmalarına alkış tuttuğum eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’i özlüyorum.
* * *
Eğer, Cumhurbaşkanı Orhan Pamuk’u tebrik etmek üzere Köşk’e çağırsabilseydi, tebrik ederken de hepimizin büyüğü olarak Pamuk’u haddini aşan sözleri nedeniyle uyarsaydı, bu jest hem Pamuk’un kulağına küpe olur, hem de bu ülkenin bireyi devlete üstün tuttuğunun bir göstergesi haline gelirdi.
* * *
Bir tarihte Anglosakson geleneğin devleti bireyin (vatandaşın) emrine verdiğini açıklamak için İngiltere’de genelkurmay başkanlarının millete açıklama yaptıklarında hazırladıkları metni "sadık hizmetkarınız" (your obedient servant) diyerek imzaladıklarını yazdığımda, Genelkurmay Başkanlığı aramış ve "ne demek istediğimi" sormuştu!
Ben de şahsen milletin sadık hizmetkárı olarak anılmaktan şeref duyacağımı belirtmiştim!
* * *
"Devlet mi önde gelir, birey mi?" İşte soru bu!
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2006
2007 Mayıs’ında Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2007 Kasım’ında da genel seçimler var. Gelecek hafta salı günü de ABD’de kısmi seçimler (mid-term) yapılacak. Gelin bugün bir zihin jimnastiği yapalım ve ABD’deki seçimler ile Türkiye’deki seçimler arasında bir etkileşim olabilir mi, bunu düşünelim.
Benim derdim, ABD seçimlerinin ardından yaşanacak gelişmelerin nasıl bir Ortadoğu yaratabileceğini, Ortadoğu’daki yeni koşullar çerçevesinde Türkiye’nin nasıl etkileneceğini, bu etkileşimin de seçimlere nasıl yansıyabileceğini irdelemek.
7 Kasım seçimleri sonucunda Demokratlar, Temsilciler Meclisi’ni ele geçirirler veya Cumhuriyetçiler çok az bir oy farkıyla Kongre’deki (Temsilciler Meclis+Senato) çoğunluklarını koruyabilirlerse ABD’nin ortaya yeni bir Irak planı çıkarma ihtimali daha da artar.
Zira, her iki durum da ABD halkının artık Irak’ta savaşmak istemediğine işaret eder, dolayısıyla ABD, Irak’tan kısa süre içinde asker çekme planını uygulamaya sokar.
* * *
Bu durum da Irak’ın üçe bölünmesini fiili hale getirir.
Şimdi bölünmüş Irak’ın çevresinde şöyle bir Ortadoğu hayal edin:
1) Ortadoğu’da egemen olabilmek için İran el altından Şiileri destekliyor.
2) Bu gelişmelere direnmek için Suudi Arabistan, Mısır gibi ülkeler de Sünni güçlere, dolaylı da olsa destek çıkıyorlar.
3) Öte yanda İran, yine el altından, Hizbullah ve Hamas’ı İsrail’e karşı kullanıyor.
4) ABD, hem bölgede varlığını koruyabilmek, hem Kerkük petrollerini denetimi altında tutabilmek, hem de Irak’taki en sadık müttefiki Kürtleri sakınabilmek için Kuzey Irak’ta asker tutuyor.
5) Şiiler ve Sünniler birbirleriyle çekişirken, bir yandan da Kürtleri ortak hasım görerek Kuzey Irak’a saldırılar düzenliyorlar.
6)ABD, "bölgede ne kurtarırsam kárdır" diye düşünmek zorunda kalıyor ve İran ile anlaşmanın yollarını arıyor. Ortadoğu’da Sünni dengelerin yerini Şii dengeler almaya başlıyor.
7) Nükleer araştırmalarını tamamlamakta olan İran çok daha etkin olacağı yeni Ortadoğu düzeninde en büyük hasmı olarak Türkiye’yi görüyor.
8) ABD, Kuzey Irak’ta Türk-Kürt sorunu istemediği için bir yandan PKK’yı silah bırakıp siyasallaşmaya zorlarken, öte yandan Türkiye’yi PKK için geniş çaplı bir genel af ilan etmeye zorluyor.
9) Türkiye, PKK ile Kuzey Irak’ta bir çatışmaya girerse, şimdi de karşısında ABD askerini bulma ihtimaliyle karşı karşıya kalıyor. Açıkçası, zaten zayıf olan PKK’ya karşı askeri müdahale opsiyonu tamamen ortadan kalkıyor.
* * *
Bu yazı spekülasyonlara açık bir yazı. Ancak yukarıdaki maddelerin, ama parça parça, ama bir arada, ABD gözlüğüyle Washington’da irdelendiği de bir gerçek.
Washington’da, bir müttefik olarak, "Bu opsiyonlara Türkiye nasıl tepki verir" diye irdeleyen insanlar da muhakkak vardır.
Ama önce can, sonra canan!
* * *
Benim şahsi fikrim, yukarıda sıraladığım gelişmeler hayata geçirildikçe Türkiye’deki seçimlerin öneminin bütün dünyada daha da artacağıdır.
Gerek Cumhurbaşkanlığı seçiminde, gerek genel seçimlerde aktif rol alacak siyasi ve bürokratların "bu gelişmeler karşısında ben ne yaparım" diye şimdiden sormaya başlamalarında büyük yarar görüyorum.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2006
ABD’nin Irak’ta işleri yüzüne gözüne bulaştırması karşısında bazı yazarlar Türkiye’de 1 Mart Tezkeresi’ne sahip çıkanların adeta utanması gerektiğini düşünüyorlar. (Örnek, Derya Sazak-Milliyet, 24.10.2006) Ben 1 Mart Tezkeresi’ne sahip çıktım. Ama Irak Savaşı ile ilgili yanılgılarımı da çeşitli vesilelerle açıkladım, Türkiye’de nadir yapıldığı üzere bu konuda iki adet de açık özeleştiri yazısı yazdım. ("Irak Savaşı: Özeleştiri Yapmanın Zamanıdır (I) ve (II)"- 05 ve 06.05.2004)
Ancak ben:
1 Mart Tezkeresi’nin zamanında kabul edilmesi gerektiğini, Türkiye’nin Ortadoğu’da aktif rol alması zaruretini bugün de savunuyorum.
ABD yönetimini (neo-con) ise kibirli ve tek merkezli tavrı, askerlerinin çapsızlığı, sevk ve idarede muazzam zaafları yüzünden eleştiriyorum.
Bu eksiklileri öngöremediğim için de ayrıca kendimi eleştiriyorum.
* * *
Anlamadığım ise, bir işi becerme çabasında başarısız olunmasının o işin mantıken yanlış olduğunu nasıl gösterdiğidir.
Tersine; ABD Irak’ta çok başarılı olsaydı, bu durum 1 Mart Tezkeresi’ne karşı çıkanların yanlış olduğunu mu gösterecekti?
Bence hayır! Bir işin aleyhte sonuçlanması, gerekçelerinin yanlış olduğunu ispat etmez.
Mağlup olunan bir maç sonrası futbolculara kötü oyunları nedeniyle "bu maçı oynamayı baştan istemeseydiniz!" demek hakkı doğmaz.
* * *
Başından beri yazıyorum. 11 Eylül günü 3. Dünya Savaşı başlamıştır. Diğer iki dünya savaşı gibi bu da yeniden paylaşım savaşıdır!
21. yüzyılda dünyanın yeniden kurulacağı hesaplarını yapabilenler, enerji kaynaklarını kendi denetimleri altında tutmaları gerektiğini de hesap etmektedirler.
ABD ve hatta AB, önümüzdeki 25-30 yılda dünya ekonomisi sıralamasında Çin ve Hindistan’ın kendilerini geçme ihtimaline karşı tedbiri şimdiden almaları gerekmektedir.
Eminim, Yükselme Dönemi sonunda Osmanlı padişahları da benzer arayışlara girmişlerdi. Aksi, eşyanın tabiatına aykırıdır.
Bu köşede defalarca yazdım; Irak veya Afganistan Savaşı’nın demokrasi veya insan haklarıyla zerre kadar ilişkisi yoktur. Bölgede demokrasi sadece ABD’nin işine gelmeyen rejimleri yıkmak için başvurulacak bir çözüm aracıdır, ama bu araç da geri tepmiştir. (Örnek, Filistin seçimlerinde HAMAS’ın zaferi.)
* * *
Ben 1 Mart Tezkeresi çerçevesinde bu kaçınılmaz ve önlenemez savaşta Türkiye’nin bölgede mukayeseli avantajlarını koruması ve kollaması için aktif rol alması gerektiğini düşündüm ve hálá böyle düşünüyorum. (Örnek, Kuzey Irak’taki son gelişmeler.)
28 Şubat döneminde hak ihlalleri nedeniyle sürece karşı çıktığım için "şeriatın peşine takılmakla" suçlanan ben, Ortadoğu’da her geçen gün artan İran egemenliği, Şii etkinliği ve İslamcı rejim arayışlarına karşı olduğum için ABD’ye destek verilmesini düşünüyorum.
28 Şubat’ta "şeriata dur!" dedikleri için paşalara övgüler düzen bazı arkadaşların bugün de İran, Suriye, HAMAS veya Hizbullah’a övgüler düzmelerini ise hiç anlayamıyorum.
ABD’ye karşı oldukları için bu devlet ve örgütlere övgü düzüyor olabilirler, ama keşke onların Ortadoğu’da nasıl bir rejim özlediklerini de hesaba katsalar!
* * *
Maalesef, şartlar her geçen gün Türkiye’yi daha beter köşeye sıkıştırarak gelişiyor!
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2006
7 Kasım (kısmi) seçimleri nihayet Türkiye’nin de gündemine düştü. İki yılda bir tamamı değişen 435 sandalyeli Temsilciler Meclisi ve 6 yıllığına seçilen ama her iki yılda 1/3’ü yenilenen 100 sandalyeli Senato için ABD’de 7 Kasım’da seçim yapılacak. ABD’de yapılan tüm seçimler bütün dünyada dikkat çeker ama bu sefer, kısmi de olsa, önemi her zamankinden de fazla.
Zira, bu seçimler 6 yıldır neo-con felsefenin tamamen etkisi altına girmiş gözüken Cumhuriyetçilerin Temsilciler Meclisi’nde ve hatta Senato’da dahi çoğunluğu yitirmesine neden olabilir. Demokratlar Temsilciler Meclisi’nde 15, Senato’da 6 yeni sandalye kazanırlarsa Kongre’yi ele geçirecekler.
Şu ana dek yapılan tüm kamuoyu yoklamaları da 7 Kasım seçimlerinde Demokratları daha şanslı gösteriyor.
ABD’de seçimlerin sonuçlarını hemen her ülkede olduğu gibi "bağımsız oylar" belirler. Bağımsız oylar, kemikleşmiş oyların tersine, yüzer gezer de tabir edilen oylardır ve seçimlerde duruma göre Cumhuriyetçilere veya Demokratlara kayarlar.
Washington Post Gazetesi’nin 23.10.2006 tarihli nüshasında yayınlanan bir kamuoyu araştırması (Washington Post-ABC TV adına ortak yapılan bir araştırma) ABD’deki bağımsız oyların tercihini belirleyecek en önemli konunun Irak Savaşı olduğunu ve her üç bağımsız oydan ikisinin (%59’a karşılık %31) Demokratlara gideceğini gösteriyor.
Tüm seçmenler açısından da; bu seçimi etkileyecek en önemli meselenin Irak Savaşı olduğunu düşünenler arasında Demokratları Cumhuriyetçilere tercih edeceklerini beyan edenlerin oranı %76!
Cumhuriyetçilerin tek kozu iyi giden ekonomi.
* * *
Eğer yoklamalar doğru çıkarsa; bu seçim Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu kaybedecek Başkan George W. Bush’un elinden hem bütçeyi, hem de Komisyonları yönlendirme erkini alabilir.
Şimdiden ABD’de en çok konuşulan konu seçim ertesi ABD askerlerinin Irak’tan çekilip çekilmeyeceği değil, ne zaman ve hangi oranda çekileceği noktasına yöneldi. Irak’ın şu veya bu şekilde üç parçaya ayrılması tercihi ise hemen herkesin dilinde.
ABD’nin süratle İran ve Suriye ile masaya oturmasını tavsiye eden (Baker-Hamilton), İran ile kalıcı bir ittifak yapılmasını tartışmaya açan (Kissinger), ABD’nin askeri gücünü sadece Kuzey Irak’ta toplamasını düşünen (Holbrooke) düşünür ve siyasetçiler doğrudan veya dolaylı biçimde Türkiye’yi yakından ve derinden etkileyecek önerileri tartışmaya açıyorlar.
Gözüken o ki 7 Kasım sonrası dünya her istediğini yapan bir ABD başkanı yerine Kongre ile uzlaşmak zorunda kalacak bir başkanla karşılaşacak.
Normal olarak; iktidarının son döneminde, kasım seçimleri ile ocak başında görevi devretmeden evvelki 2 aylık sürede, başkan yetkilerini kullanmadığı için "topal ördek" (lame duck) tabiri ile anılır.
Bu kez Bush’un başkanlık seçimlerine daha uzun süre olduğu için 2 yıl süreyle "topal ördek" olarak addedileceğini düşünenler var.
* * *
Bu duruma sevinecek insan sayısı dünyada çok fazla ama:
1) ABD-İran ittifakının Türkiye için ne anlama geleceğini,
2) Şii hilalinin Ortadoğu’yu kucaklamasının Sünnilere maliyetini,
3) Büyük çapta ABD askerinden arındırılmış ve bölünmüş bir Irak’ın Türkiye’yi nasıl etkileyeceğini,
4) Kuzey Irak’a ABD askerinin yerleşmesinin Türkiye açısından ne demek olduğunu Türkiye’de birilerinin hesap ediyor olması lazım!
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2006
BU bayram ciddi bir davet çıkarmak istedim. Dileğim, kendisini Müslüman addeden herkesin kendine ufak bir zaman ayırıp, şu iki soruya cevap aramasıdır: Müslümanlar özeleştiri yaparlar mı?
Kendileriyle hiç yüzleşirler mi?
Bu sorulara kendi cevabımı dün verdim: Hayır, Müslümanlar çoğunlukla özeleştiri yapmazlar ve tabii ki kendileri ile yüzleşmezler.
* * *
Müslümanların çoğunluk olarak yaşadıkları topraklarda ben beni bildiğimden beri emperyalist gavurların allem edip kallem edip mazlum Müslümanları ezdiği, sömürdüğü, katlettiğine dair retoriklerle yaşarız.
Tarihe baktığınızda da bu saptama genellikle doğru çıkar.
Ama Müslümanlar cevaben ne yaparlar?
Ya çaresizlik içinde kıvranırlar, ya da fırsat bulunduğunda zulme vahşet ile cevap vermek bu bölge insanının doğal tepkileridir.
Ancak, kabahat illa ki hep başkasındadır!
* * *
Müslümanlar "yabancıların" ileri teknik kullanarak ürettikleri silahların kendilerine karşı kullanılmasından haklı olarak şikáyet ederler ama Bediüzzaman gibi kıt örnekler dışında Müslümanların teknik ve bilim alanında çok ama çok geri kalmasından şikayet eden İslam mütefekkiri çok azdır. Müslüman ahali de bu geriliği iplemez bir görüntü içinde değil midir?
* * *
Devamlı fukaralıktan dem vuran Müslümanların ülkelerinde hüküm süren dünyanın en garabet gelir dağılımı tablolarından da mı yabancıları sorumlu tutmak lazımdır?
Devamlı adalet ve namustan dem vuran Müslümanlar vergi kaçağında, tabiatı katletmede, kamusal alandan pervasızca çalmada (arazi, elektrik vb.) ileri gitmiş ulusları oluşturmazlar mı?
Devamlı "kul hakkı"ndan bahseden Müslümanlar sürekli trafik kuralı ihlali yaparak, sırada öne geçmeyi hüner addederek, yolda yürürken dahi birbirini iterek kakarak yaşamayı hüner saymazlar mı?
* * *
Temizliği Allah’ın emri addeden Müslümanların ülkeleri temizlik malzemelerinin kullanımında dünyanın en geri ülkelerini oluşturmazlar mı?
Kutsal kitapları "ikra" (oku) emri ile başlayan inanırlar bırakın kitap okumayı, gazete okumayı dahi eziyet olarak görmezler mi?
* * *
Hadi kızlarını okutmazlar ama gösterilerde, mitinglerde güvenlik güçlerine karşı karılarını, kızlarını, çocuklarını ön safa sürenler Müslüman nümayişçiler değil midirler?
Hadi İslamcı örgütler "meşru müdafaa" yapıyorlar, ama sivillere ölüm saçtıklarında bunun meşru müdafaa ile ne alakası vardır, dinde yeri nedir?
Terörü İslam dini körüklüyor sözü kanı beynime fırlatıyor ama dünyadaki teröristlerin büyük çoğunluğunun Müslüman olmasına takılmamak mümkün müdür?
* * *
En ileri gitmiş Müslüman ülkede yaşamak bana gurur veriyor. Müslüman Türklerin yukarıda saydığım olumsuzlukların hiç olmazsa bir kısmına karşı çıkıyor olması ve buna karşı mücadele vermesi sevindiricidir.
Acaba Müslümanlar arasında özeleştiri yapma, kendisiyle yüzleşme geleneğini Türkiye ve özellikle bu ülkenin İslami hassasiyeti yüksek aydınları ve siyasetçileri başlatamaz mı?
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2006
Cenab-ı Allah bir bayram daha nasip etti, hep beraber kutlamak hakkımızdır. Ben bayramlar arasında ailemden, dostlarımdan, sevdiklerimden zayiat var mı diye hesap tutarım. Bu bayram bu anlamda biraz buruğum; zira iki bayram arasında ailecek önemli bir kaybımız oldu. Öte yanda ailenin "en büyükleri" olma sıfatına adım adım yaklaşmanın bizlere yüklediği sorumluluğu da omuzlarımızda hissetmeye başladık.
Artık ailenin başını her koşul altında dik tutan önder bireyleri olma, ağzından kan fışkırsa "kızılcık şerbeti içtim" demek sorumluluğu bizde. Ama illa ki acı olanı söyleme hakkı da bizde. İşte bu duygular içinde bu bayram iki yazı yazacağım.
* * *
Son zamanlarda aklıma takılan bir soruyu bayramın ikinci günü sizlerle paylaşmak istedim.
Dilerim, dün keyifli bir şekilde bayramı kucakladınız. Bugün iki ziyaret arası, benim kafayı taktığım soruya siz de bir nebze olsun takılırsanız, memnun olurum.
Sorum tüm Müslümanlara!
"Müslüman" terimi ile kastım, sosyal ve siyasal tüm yakıştırmaların dışında. Giyimi, kuşamı, yaşam tarzı, siyasal tutumu beni hiç ilgilendirmiyor. Kendine "Müslümanım!" diyen herkes bu sorunun muhatabı. Soru ise yazının başlığından da belli olacağı gibi şu:
Müslümanlar özeleştiri yaparlar mı?
Eğer kendinizi bir Müslüman addediyorsanız sorum size:
Kendinizle hiç yüzleşir misiniz?
İstisnalardan özür dilerim ama bu soruya benim cevabım olumsuz.
Müslümanlar büyük çoğunlukla özeleştiri yapmıyorlar, kendileriyle yüzleşmiyorlar.
Müslümanların çoğunluk olduğu topraklarda özeleştiri yapma veya yüzleşme geleneği pek az gelişmiş.
Müslümanlar kendileriyle yüzleşemedikleri için birbirleriyle de yüzleşemiyorlar. Birbirleriyle ya itişiyorlar, ya da dövüşüyorlar, ama kendilerinden adam gibi hesap soramadıkları için birbirlerinden de adam gibi hesap soramıyorlar.
* * *
İster bütün Müslümanları ilgilendiren makro bir konuda olsun, ister Müslüman bireylerin günlük hayatlarının bir parçası içinde yer alsın; Müslümanlar nahoş bir durumla karşılaştıklarında hemen kafalarındaki iki şablona başvuruyorlar:
1) Biz zaten mazlumuz.
2) Onlar daima bize haksızlık ederler.
Bu iki önkabulün tek başlarına izah edebilecekleri bir sürü olay mutlaka oluyor ama bu iki önkabulün izah etmek, açıklamak, hele hele tedbir almak için yeterli olamayacağı bir sürü nahoş durum/olgu/olay da oluyor.
* * *
Bu iki önkabulü nahoş durumu açıklamak ve anlamak için yeterli sayarsak ortaya elimizi kolumuzu bağlayan bir durumun çıktığının ise ya farkında olmuyoruz, ya da elimizin kolumuzun bağlanması işimize geliyor.
Eğer istemediğimiz bir durum başımıza biz mazlum olduğumuz için geliyor ve mutlaka kabahat karşı tarafta ise; o zaman bu durumla ilgili tek bir duygu baskın çıkacaktır:
Çaresizlik!
İnsanın çaresiz olduğu durumda ise yapılacak sadece iki iş vardır ki, biz Müslümanlar bunu yapmakta oldukça hüner sahibiyizdir:
1) İşi Allah’a havale etmek.
2) Bağırış çağırış şikáyet etmek.
Bu konuda laikçi-İslamcı, Sünni-Alevi, Türk-Kürt, Laz-Çerkez, eğitimli-eğitimsiz hepimiz ortak gelenekten geliriz! (Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku