19 Kasım 2006
<b>ABD</b><br>ARA seçimin tokadı ağır patlasa da, seçimin ardından 2 hafta geçmeden ortaya somut bir yeni Irak politikası çıkmasını beklemek safdillik olur. Esasen somut adımların atılması, en erken James A.Baker III (Cumhuriyetçi) ve Lee H.Hamilton’un (Demokrat) ortaklaşa yönettikleri Irak Çalışma Grubu’nun aralık ayı başında takdim edecekleri raporun ardından beklenebilir.
Şimdilik, ortada dolaşan en etkin senaryolar şöyle özetlenebilir:
1) Irak’tan peyderpey asker çekilmesi. (4-6 ay)
2) Çekilen askerin Kuzey Irak ve Güney Irak’a kaydırılarak Bağdat’ın tamamen Irak askerlerine terk edilmesi.
3) Sayıları azaltılan ABD askerlerinin, askeri operasyonlara hiç girmemeleri ve sadece Irak ordusunun eğitimi ile uğraşmaları.
4) Daha önce açık düşman ilan edilen İran ve Suriye ile ortak masaya oturup, onların üzerinde etkin oldukları para-militer güçleri dizginlemelerinin sağlanması.
5) Komşu ülkelerden (Türkiye dahil) askeri yardım alınması.
6) Uluslararası bir konferans toplanması.
7) Irak’a ve hatta Ortadoğu’ya "demokrasi" getirmekten vazgeçip, istikrar uğruna despot yönetimlere yeniden prim verilmesi.
Bu önerilerin başkan tarafından dikkate alınıp alınmayacağı, alınırsa hangilerinin seçileceği galiba henüz George W.Bush’un kafasında da şekillenmiş değil.
* * *
Öneriler birer birer ortaya dökülürken, bu sefer önerilerin ortaya çıkarabileceği yeni tehdit ve tehlikeler de eşzamanlı tartışılıyor.
Kongre’nin yeni Savunma Komisyonu Başkanı Demokrat Carl M.Levin’in ortaya attığı "aşamalı çekilme planı" ile ABD’nin 140 binin üzerinde askerini 4 ile 6 ay içinde çekmesi Kongre’ye belki oylama için gelecek ama olası mahzurları da şimdiden ortaya atılıyor.
Aynı şekilde Senato çoğunluk liderliğine seçilen Harry M.Reid’in, başkanı bir an evvel harekete geçmeye ve peyderpey asker çekmeye çağıran çıkışı da tepki gördü.
Savunma Bakanı Donald H.Rumsfeld’in daha önce istifasını isteyen ABD Merkezi Güçler Eski Komutanı Em. General Anthony C.Zinni, önümüzdeki birkaç ay içinde Irak’ta asker sayısında azaltılmaya gidilmesinin orada sadece iç savaşı güçlendireceğini düşünüyor.
Zinni’ye göre asker azaltmak yerine, önümüzdeki 6 ay Irak’ta yeni asker konuşlandırmak gerekiyor. Ona göre, Irak ancak böylelikle tekrar istikrara kavuşur. Diğer bazı yetkin emekli askerler de Şiilere, Sünnilere saldırmak ve etnik temizliğe gitmek için daha fazla fırsat sağlayacağını düşünüyorlar.
Askerler, bir tek Demokratların tükenmekte olan ABD ordusuna yeniden güç ve moral kazandırmak için bütçeye yeni bir 75 milyar dolar konması teklifine sıcak bakıyorlar.
* * *
İran ve Suriye ile işbirliğine gidilmesi fikri ise Yahudi lobisini olumsuz etkiliyor. Onlar en çok yeni Savunma Bakanı Bob Gates’in eskiden beri var olan İran’la diyalogdan yana tavrından ürküyorlar. Bu çevreler, Bush’un Ortadoğu’ya demokrasi getirme planlarının sadece Hizbullah, HAMAS gibi örgütlerin işine yaradığını, Müslüman Kardeşler’in de etkin oldukları ülkelerde (Ürdün, Mısır) seçimleri beklediğini vurguluyor.
Yahudi lobisi, üstüne üstlük İran ile ABD arasında oluşacak yeni bir yaklaşımın, İran’ı Ortadoğu’da en etkin güç haline getireceğini vurguluyor.
Bu önerilerin Türkiye için ne gibi anlamlar taşıdığını, hangi yeni tehdit alanları yaratacağını, Türkiye’nin hangi tedbirleri alabileceğini haftaya tartışacağım.
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2006
<b>ABD</b><br>CUMHURİYETÇİLER ara seçimi, ABD Irak’ta bir çıkmaza girdiği için kaybettiler. Şimdi Başkan Bush’un milletin sesini, hatta ötesinde tokadını dinleyip "Irak politikası"nı yeniden gözden geçirmesi bekleniyor. ABD askerini Ruanda, Bosna gibi ülkelerde etnik temizliğe karşı kullanan Clinton, zamanında askerden "ABD’nin gücünü kullanmak için tutarlı bir doktrine sahip olmama" eleştirisi almıştı. Başkan Clinton, elindeki gücü ne yapacağını bilmemekle suçlanmıştı.
George W.Bush ise başkan olmadan önceki seçim propagandalarında "statükoya son vermek için gayret göstereceğini, bu uğurda Amerikan savunmasını yeni bir gözle yeniden inşa edeceğini" iddia etmişti. Bu kökten değişim için de adayı, makama ikinci kere oturacak olan ve Pentagon’da derin bilgisi ve tecrübesi ile saygınlık kazanmış Donald H. Rumsfeld idi.
Ancak, yağmadı yağmur, esmedi rüzgár!
* * *
Peki şimdi Irak’ta ne olacak?
Sorunun cevabını kimse bilmiyor. Bush elindeki yetkilerini sonuna dek kullanıp "tarihe geçmek için" daha da sert bir "Irak politikası" mı izleyecek, yoksa işlerin iyi gitmediğini kabullenecek mi?
Ama, korkarım seçimden zaferle çıkan Demokratlar da sorunun cevabını bilmiyorlar.
Artık gözler, James A.Baker III (Cumhuriyetçi) ve Lee H.Hamilton’un (Demokrat) ortaklaşa yönettikleri Irak Çalışma Grubu’nun aralık ayı başında takdim edecekleri raporda. Çalışma Grubu, her iki partinin dış politikada "orta yol" izlenmesini tavsiye eden üyelerinden oluşmuş. Raporun, ABD askerinin Irak’ta kalmasını ama faaliyetlerin özünün değiştirilmesini tavsiye etmesi bekleniyor. Askeri operasyonlara daha az önem verilmesi, geri plana çekilerek Irak askerlerinin eğitimi ve Irak ordusuna danışmanlık yapmak gibi işlere daha fazla önem verilmesi önerisi bekleniyor. Raporun, ABD’nin Ortadoğu’ya demokrasi getirme gayretlerinden vazgeçmesi için teklif vermesi kuvvetle muhtemel. Güvenlik için istikrar isteyenleri eleştiren Bush, şimdi kendisi Irak’ta güvenliği sağlamak için demokrasiyi hedeflemeyen bir istikrar arayışının peşine düşebilir.
* * *
Irak Çalışma Grubu geçen pazartesi günü Beyaz Saray’da bir dizi toplantı yaptı. Aynı gün İsrail Başbakanı Ehud Olmert de Beyaz Saray’ı ziyaret etti. Çalışma Grubu, kendilerini kabul edebilmek için Vietnam gezisini erteleyen Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ı, Milli Güvenlik Danışmanı Stephen J.Hadley’i ve Başkan Yardımcısı Dick Cheney’i de ayrı ayrı ziyaret etti.
Başkan Bush, Çalışma Grubu’nu bir saati aşkın bir süre kabul etti ve hazırlayacakları rapora önyargılı davranmayacağını söyledi. Toplantının verimli tartışmalara sahne olduğunu ve yayınlanacak rapordan "ilginç fikirler" beklediğini belirtti.
Bu ziyarete verilen önem, Beyaz Saray’da "Irak politikaları"nın değişeceğine delalet ediyor.
Demokratlar henüz açık bir "Irak politikası" belirlemediler ama Kongre’nin yeni Savunma Komisyonu Başkanı Demokrat Carl M.Levin, komisyonun artık Bush’un izinde çalışmayacağını belirtiyor. Levin "aşamalı çekilme planı" ile ABD’nin 140.000’in üzerinde askerini 4 ila 6 ay içinde çekmesi için bir teklifi yakında Kongre’ye sunmaya niyetlendiğini ilan etti.
* * *
ABD’de yeni dönemde Irak’la ilgili yapılan her türlü tartışma Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Atılacak her yeni adım, Türkiye için yeni bir anlam taşıyabilir. Ben her bir önerinin Türkiye için ne anlama geldiğini anlamak için çaba göstereceğim.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2006
<b>ABD</b><br>7 Kasım seçimlerinde yaşanan hezimetin Cumhuriyetçileri nasıl etkilediği ve ABD’nin "Irak politikası"nın bundan böyle nasıl bir şekle gireceği sorularının cevabı belki de bir kişinin şahsında özetlenebilir: ABD’nin yeni Savunma Bakanı Robert (Bob) Gates! Komedyenler Başkan Bush’la alay etmek için "O Bill Gates’i Savunma Bakanı yaptığını sanıyor ama bakan yaptığı kişi babasının yakın arkadaşı Bob Gates" diyerek Başkan Bush’un daha önce asla yapmayacağı bir işi şimdi yapmak zorunda kaldığını ima ediyorlar.
Bob Gates’in 70’li yıllarda Milli Güvenlik Konseyi’nde (MGK) amirliğini yapan ve şahsi fikrime göre 20. yüzyılın en etkin düşünürlerinden olan Zbigniew Brzezinski Başkan Bush’un Bob Gates’i Rumsfeld’in yerine atamasını "Başkan’ın son 6 yılda aldığı en iyi karar" olarak yorumluyor.
* * *
Irak’ın işgalinden 9 ay sonra Başkan Bush güç toplamak için babasına değil, ondan daha yüksek bir babaya (Allah) sığındığını söylemişti.
Baba Bush ile oğul Bush arasında derin görüş ayrılıkları olduğunu ve bunun da iki Bush’un arasını açtığını hemen herkes biliyordu.
Bu hükümette babasının döneminde de hizmet veren Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve Milli Güvenlik Danışmanı Stephen J. Hadley gibi isimler bulunsa da görevden alınan Savunma Bakanı Donald H. Rumsfeld’den baba Bush’un hiç hazzetmediğini ABD siyaseti ile ilgilenen herkes biliyor.
Öte yanda, yine bilindiği üzere, yeni Savunma Bakanı Bob Gates baba Bush’un eski CIA Başkanı. Başkan’ın hazırlayacağı rapora büyük umut bağladığı James A. Baker III de babasının yakın dostu ve döneminin Savunma Bakanı.
Ancak 41. ve 43. ABD başkanları baba-oğul ve hatta aynı partiden olsalar dahi oğul Bush Ronald Reagan ekolünden addediliyor. Baba ve oğul geçtiğimiz 6 yıl içinde bir sürü temel konuda anlaşamamışlar.
Peki nedir aradaki fark? Sadece farklı insanları mı seviyorlar, yoksa aralarında felsefi bir fark/duruş da var mı?
ABD’de siyasi analistler arada temel bir felsefi farkın olduğunu söylüyorlar.
* * *
Baba Bush kendini ABD’de adına "gerçekçi ekol" denen; zaman zaman denetimden çıkan bir dünya düzenini yönetmeye adarken, oğulun başa getirdiği yeni-muhafazakárlar dünyayı yeniden şekillendirmek ve demokrasiyi yaymak sevdası ile yanıp tutuşuyorlar(dı). Başkan Bush sık sık, babasının dönemi dahil, geçmiş yönetimlerin istikrarın güvenliği sağlayacağı inancı ile Ortadoğu’daki diktatörlüklere göz yumduğunu, karanlık yönetimlerin terörü barındırdığını ve 11 Eylül’ün de bu müsamaha içinde patladığını söylerdi.
Oğul Bush, baba Bush’un "gerçekçilik" olarak tarif ettiği ve başta Ortadoğu’da olmak üzere demokrasiyi dışlayan bir statükoyu baştan aşağı değiştirmek için başa geldiği inancındaydı.
* * *
Şimdi Savunma Bakanı olan Bob Gates de baba Bush’un ekolünden. Katiyen yeni-muhafazakárlar gibi bir ideolog değil. Geçmişinde CIA’da analiz yapan bir kişi olsa da, Sovyetler üzerine zamanında araştırmalar yapmış olsa da, o ABD’de bir düşünürden ziyade gerçekçi bir yönetici ve manevra adamı olarak tanınıyor.
Bob Gates Irak Savaşı’na "zorunluluğun savaşı" olarak değil, James Baker-Brent Scowcroft gibi "tercihin savaşı" olarak bakan bir ekolden geliyor.
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2006
PAZAR günkü yazım, AKP’nin savunduğunu iddia ettiği hem muhafazakár (imam hatipler, türban vb.) hem de demokrat (Kürt meselesi, AB, Kıbrıs, 301 vb.) değerlerden uzaklaşmaya başladığını savunuyordu. Özetle, AKP’nin varlık nedenini yitirmeye başladığını, antitezi olarak ortaya çıktığı statükoya her geçen gün daha fazla benzemeye başladığını, statükoyu besleyen milliyetçi ideolojiye kapıldığı görüşünü ifade ettim.
* * *
Ben Türkiye’de milletin hem muhafazakár değerlere sahip çıkan hem de değişimi savunan partilere öncelik verdiği teziyle, AKP’nin kendi kuyusunu kazdığını düşünüyorum.
Şu an için en büyük avantajı; statükoyu savunanların halkın muhafazakár değerlerine karşı uzak durması nedeniyle milletin yine de AKP’yi ehven-i şer bulmasıdır.
AKP’ye muhalefet edenlerin, milletin değerlerine de muhalefet ediyor olmasıdır.
AKP’nin en büyük avantajı, karşısındaki muhalefetin laikçi bir görüntü çizmesi ve milliyetçi akımların şu an için "değişim"den daha fazla prim toplarmış gibi gözükmesidir.
Ancak iddiam odur ki, muhafazakár değerlere de sahip çıkarak AKP’yi "değişim"in önünde engel gibi gösterecek bir siyasi akım, hele hele Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasının ardından, AKP’yi epey güçlü silkeleyecektir.
* * *
Gelin şöyle bir senaryo yazalım:
Hükümet, beklendiği gibi Kıbrıs meselesinde limanları aralık ortasına dek Kıbrıs Rum Kesimi’ne açmıyor. İzolasyonlar kalkmadan limanları açmayacağını söyleyerek "Kıbrıs’ı satmıyor". AB de bazı başlıklarda müzakerelere başlamayı erteliyor. Hükümetin, "bunlar zaten bana muhtaç, kasım seçimlerinden sonra nasıl olsa masaya yeniden otururuz" diyerek bilinen hesabı tutuyor.
Ancak, bu hesabın karşısında AKP’nin AB’den tamamen koptuğu, milliyetçi çizgiye büsbütün kaydığı, ülkedeki milliyetçi partilere iyice benzediği propagandası da güçlü bir şekilde yapılacaktır. Hatta, ülkedeki milliyetçi ve statükocu söylem, AKP’nin kendilerinden korktuğu için bu adımları atamadığını ilan edecek ve inandırıcı da olacaktır.
* * *
Bu durumda ne olabilir?
Hem ülkede, hem yurtdışında AKP’nin, bir tren kazası yaşanmasa bile AB yolculuğundan bir süre için de olsa koptuğu inancı yerleşebilir.
Türkiye’de en muhafazakár kesimler bile, demokrat olmasalar dahi, baş başa kaldıklarında ülkedeki statükocu güçlerin kendilerine hayat hakkı tanımayacağı inancıyla, kızsalar da kırılsalar da yine AB’ye sarılıyorlar.
Onlar ellerinden bu sigortanın bir süre için dahi alındığını hissettikleri an panikleyeceklerdir.
Öte yanda benzer bir şüphe duygusu, son birkaç yıldır Türkiye’ye doğrudan veya dolaylı yatırım yaparak sermaye aktaran ve bir potansiyel tehlike olarak başucumuzda durmakta olan dış açığı finanse eden yabancı sermaye çevrelerinde "bekle gör" politikasına dönüşebilir. Özellikle, dolaşan sermaye seçim sonuna (Kasım 2007) dek ülkeden uzak durmayı, seçimlerden sonra yeniden tavır almayı tercih edebilir.
Onların Sermaye Piyasası’ndan çekilmeye başlamaları, içerideki siyasal paniği bir de ekonomik panik ile katlamaya başlar.
* * *
Tam bu sırada; Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından kendi derdine düşen ve yeni liderlik kadrosunu belirlemeye uğraşan bir AKP’nin, millet indinde güvenilirliğini ne kadar koruyabileceğini her bir AKP’li derin derin düşünmelidir!
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2006
AKP, 2. Olağan Kongresi’ni tamamladı. Kutlarım. Şimdi Mayıs 2007’de Recep Tayyip Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı seçtirmek, Kasım 2007’de genel seçimleri kazanmak için büyük gayret sarf edecek. Her iki mücadele de bir parti için haklı mücadelelerdir.
Bu mücadelelerde karşılaşılacak engellerle uğraşabilmek için parti son dönemlerde iki özel strateji geliştirdi.
1) Başbakan insanlara çok daha ılımlı davranıyor.
2) Hükümet, yükselen milliyetçilik akımları karşısında milliyetçi duruş sergiliyor.
Parti böylelikle Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına karşı yükselecek itirazları azaltmayı, tabanında da milliyetçilere oy kaybetmemeyi umuyor. Ben ise bu politikaların hızla statükocu bir duruşa kaydığını düşünüyorum.
* * *
AKP, sizin ifadenizle muhafazakár-demokrat, benim ifademle muhafazakár-değişimci bir parti olarak kuruldu, bu duruşla iktidarı ele geçirdi ve ilk yıl bu duruşla Türkiye’ye çağdaşlaşma yolunda çok şeyler kazandırdı.
Ancak, son iki yıldır ve hele hele son yılda ortaya bambaşka bir parti çıkmaya başladı. Bana göre hem muhafazakárlığı, hem de demokratlığı (değişimciliği) büyük sekteye uğramış bir parti.
* * *
"Dinciliğiniz" hakkında kim ne derse desin; benim baktığım pencere açısından kadrolaşma konusunda aşırı bencilliğiniz ve hepsinin ötesinde kamuoyuna dayatılanın tersine muhafazakár değerlere sahip çıkmamanız, beni çok rahatsız eden yönleriniz oldu. Açık konuşalım, bu köşede çok yazdım; hem imam hatiplilere, hem de türbanlılara kazık attınız. Onlardan yana gözüktünüz ama sadece göz boyadınız.
İmam hatipliler için bulunan "açık lise" formülünün tutmayacağını, hukuken güdük kalacağını, çalakalem alınmış bir karar olduğunu, karar Danıştay’dan dönmeden önce bu köşede yazdım. (Bkz: 12.03.2006)
Türban için AİHM Üst Mahkemesi’ne başvuran Leyla Şahin’in eline tutuşturulan ve Başbakanlık tarafından belirlenen bir kurul tarafından hazırlanan savunmanın kaybetmek üzere tertip edildiğini de bu köşede maddeleri ve gerekçeleri ile yazmıştım. (Bkz: 16.02.2006)
Hatta Leyla Şahin’e açıkça sorduğum sorular için ulemanın bu sefer eline ne tutuşturacağını beyhude bekledim. Şahin’den çıt çıkmadı.
Bütün bu oyunlar, hükümet statükodan korktuğu için oynandı.
"Ne şiş yansın, ne kebap!"
* * *
Öte yanda, 8. pakete kadar uyum yasaları üzerine aslanlar gibi giden hükümet, seçim sathına girildiğini hissettiği anda beni önce şaşırtarak, sonra büyük bir sukuta uğratarak milliyetçi bir çizgiye kaydı. Başbakan danışmanları sayesinde önce Apo’nun "demokratik cumhuriyet" (federasyon) söyleminin kucağına düştü. (Bkz: 23.08.2006 tarihli yazım.) Ardından üst kimlik-alt kimlik söyleminde tıkandı kaldı. Sonunda da gitti statükonun kucağında "tek bayrak, tek millet" söylemiyle bir kez daha milliyetçilerin peşine düştü.
Artık "Kürt meselesi"ni ağzına dahi almıyor.
* * *
9. Uyum Paketi ise TBMM’ye doğru dürüst uğrayamıyor. Kendisine herhangi bir fayda sağlamayan TC 301. maddeyi değiştirmekten korkan bir hükümet var. İhale yasaları güdük vaziyette. Azınlık hakları karşısında şahin bir tutum alınıyor.
Ancak, en önemlisi Kıbrıs’ta ne yapacağını bir türlü bilmeyen bir hükümetimiz var. Kıbrıs konusunu 14.11.2006 Salı günü yazacağım.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2006
ERTUĞRUL Günay eskiden tanıdığım ve çok sevdiğim bir insan. Benim indimde kendisi Türk solunun en saygın isimlerinden birisidir. Mehmet Bekaroğlu’nu az tanırım ama muhteşem insan ilişkileri ve meseleler karşısında ideolojik değil, akılcı duruşu ile beni çok olumlu etkilemiştir. Zamanında Saadet-Refah çizgisinin önde gelen isimlerinden olmuştur.
* * *
Bu köşede sık sık vurguladığım bir gözlemim var. Türkiye’de insanlar siyasetçiden iki olguyu birlikte gerçekleştirmesini istiyorlar.
Siyasetçiden 1) hem kendi geleneği ile uyumlu (muhafazakár) olmasını, 2)hem de değişimi destekleyici olmalarını, ülkeyi değiştirmesini bekliyorlar.
Ortaya muhafazakár-değişimcilik gibi insana önce garip gelen ama bana göre Türkiye’deki sosyolojik yapıya çok uygun bir tanım çıkıyor. (Bkz: Cüneyt Ülsever - "Bir Türk Liberal" Alfa Yayınları - Eylül 2006)
Son dönemde muhafazakár-değişimciliği Mehmet Ağar’ın doğru kavradığını düşünüyorum.
Kanaatime göre Türk solu, değişimciliği kavrasa dahi genelde muhafazakár değerlere uzak kaldığı için millet indinde "yabancı" (dış-grup) olarak algılanmaktadır. Ertuğrul Günay bunun dışına çıkıp muhafazakár değerleri kucaklayan nadir solcu siyasetçilerimizdendir. Öyle ki, hiç alakası olmadığı halde kendisinin imam hatipli solcu olduğunu düşünenler vardır.
* * *
Ertuğrul Günay ve Mehmet Bekaroğlu bir grup oluşturmuşlar. Aralarına İnsan Hakları Derneği’nden, Mazlum-Der’den tutun Kürtlerden, Alevilerden ve çok değişik yelpazeden insanlar almışlar. Uzun süre tartışmışlar ve demokrasi-refah-adalet kavramları çerçevesinde muhafazakár-değişimciliği merkeze alan fikirler üretmişler.
Bu fikirleri kamuoyuna takdim edip siyasi bir partiye çevirmek istiyorlar. YDH gibi siyasi yelpazedeki yeri değil, söylemleri öne çıkan bir parti yaratmak istiyorlar.
AKP’nin hızlı adımlarla değişimci söylemi kaybedip (Kıbrıs, AB, türban, imam hatip), milliyetçi bir söyleme kaydığı, CHP’nin 1940’lara geri döndüğü bir ortamda her ikisine eşit uzaklıkta siyaset yapacak partilere Türkiye’nin ihtiyacı var. Zira, her ikisi de statükoya kucak açarak sandalye/makam kapmanın peşindeler. Çok zıt gibi gözükseler de bu eksende muazzam bir işbirliği yapıyorlar. İlerlemenin önünde artık engel teşkil ediyorlar.
Ayrıca türban ve imam hatipliler konusunda görüldüğü gibi görünüm dışında, AKP’nin laikçi statüko ile mücadele edip muhafazakár değerlere sahip çıkmak gibi bir derdinin olmadığı benim indimde çoktan açıklık kazanmıştır.
* * *
Günay-Bekaroğlu ikilisi ve arkadaşları hem muhafazakár değerlere sahip çıkacaklarını, hem de değişimden yana açık tavır alacaklarını beyan ediyorlar. Türk milletini kendi kimliğinden ve değerlerinden taviz vermeden daha fazla özgürlüğe, daha fazla refaha ve daha adil bir gelir dağılımına taşımak için gayret sarf edeceklerini söylüyorlar.
Şahsi görüşüme göre; AB, Kıbrıs, türban, imam hatipler, Kürt ve Alevi meselesi, asker-siyaset ilişkileri konularında açık söylemi, tutarlı duruşu ve gerekli cesareti olan parti ve siyasiler, Türk milletinden destek alabilirler. Ancak, millet aynı oranda devlet kurumlarıyla kavga eden (Örn: TSK, YÖK), ortamı içi boş söylemlerle geren parti ve siyasilerden de ürküyor, zira millet kavgayı değil, mücadeleyi seviyor.
Türkiye’deki siyaset anlayışına karşı siyaset yapacak siyasilere büyük ihtiyaç var.
Günay-Bekaroğlu ve arkadaşlarına, çıktıkları çetin yolculukta başarılar diliyorum!
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2006
BU satırların yazıldığı saatlerde ABD seçimleri henüz başlamamıştı. Siz bu satırları okurken seçimler yapılmış olacak, belki de web gazeteleri, TV ve radyolar vasıtası ile neticeler de alınmaya başlanacak. Şahsi kanaatime göre, Saddam Hüseyin bir ülkede geçerli en yüksek cezayı almayı çoktan hak etmiş bir insan. "Saddam bir diktatör idi ama onun döneminde Irak’ta iç barış vardı" diye yazan aklı evvel gazeteciler Saddam döneminde Irak’ta Şii veya Kürt olmanın ne demek olduğunu, devletin toplu katliam yapmasının ne anlama geldiğini bilmiyorlar galiba.
Ancak, kararın ABD seçimlerinin hemen öncesi alınması hukuki bir karar değil, bal gibi siyasi bir karardır.
* * *
Peki Saddam asılacak mı? Bu sorunun basit cevabı ABD seçimlerinin neticesi içinde gizlidir. Şahsi görüşüme göre; eğer idam kararı seçimlerde Cumhuriyetçilerin oylarını artırırsa, Saddam’ın idamı 2 yıl sonraki "Başkanlık seçimleri"ne kalabilir.
Lehlerine çalışırsa, Cumhuriyetçiler Saddam’ın idam kararını bozdurur bozdurur kullanırlar.
* * *
Ancak, Saddam’ın geleceği Irak’taki iç dengelere çok daha fazla bağlı. Saddam gerek Şiiler (Duceyl katliamı-148 bin ölü), gerekse Kürtlere (Enfal katliamı-182 bin ölü) vahşice toplu ölüm uyguladığı için Şiiler ve Kürtler onun idamını talep ediyorlar ve bu karar geciktikçe hem Kürtler hem Şiiler; hem hükümete hem de ABD’ye karşı tavır almaya başlayacaklar.
Sadece Kürtler "Enfal davasının" idamdan önce tamamlanmasını talep edebililer.
Ülkede Şiiler %60-65 çoğunluğa sahip.
Öte yanda, Sünniler idamın kendi varlıklarının tamamen inkarı olduğunu düşünüp, idamın gerçekleşmesi halinde merkezi hükümetten ve son zamanlarda kendilerine yaklaşan ABD’den tamamen kopabilirler.
Baas Partisi militanları (eski askerler) beter azabilir, El Kaide türü Şiileri en büyük düşman gören Sünni terör örgütleri ateşe körükle gidebilirler.
Tam anlamı ile altı sakal üstü bıyık bir durum!
* * *
Bunları neden yazıyorum?
Ortadoğu konusunda ben çok karamsarım.
Ortadoğu’nun İran denetimi altında bir Şii hilali ile kuşatılması, buna karşı Sünni terör örgütlerinin direnişe geçmesi, Hizbullah, Hamas türü şeriat eksenli örgütlerin çok daha etkin hale gelmesi ihtimalleri her geçen gün artıyor.
Ortadoğu bugünü dahi aratacak seviyede, savaş metodu olarak sivilleri de katledecek terörü seçmiş, ideolojik üstünlük için mücadele verecek insanların bölgesi haline gelmek üzere.
* * *
Peki ne yapmalı?
İlk önce Başkan Bush’un bu bataklığı görmesi gerekiyor.
Almanya, Fransa gibi ülkelerin meselenin artık sadece ABD’nin meselesi olmaktan çıktığını, meselenin "dünya meselesi" haline geldiğini kabul etmeleri de gerekiyor.
Dünya petrolünün %65’ini barındıran bölgenin sistem dışı unsurların eline geçmesinin Avrupa’ya maliyetini Avrupa ülkeleri de hesaba katmak zorunda.
İsrail ise, son Lübnan Savaşı’ndan ders alıp, daha beterinden korunmak için bir an önce "Filistin meselesi"ni iki devleti asgari müşterekte birleştirecek pazarlıklara hazır olmalı.
* * *
ABD’nin Ortadoğu meselesi ile ilgili olarak bazı Avrupa ve Ortadoğu ülkelerini kapsayan bir konferansı ivedilikle toplaması gerektiği tezini yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2006
BÜLENT Ecevit, Türkiye’de siyasete olumlu-olumsuz derin damga vurmuş nadir liderlerden birisidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihi ona bir bölüm ayırmadan yazılamaz.
Ben ömrü hayatımda iki değişik Bülent Ecevit tanıdım.
Statükoya karşı çıkan Bülent Ecevit!
Statükoya sahip çıkan Bülent Ecevit.
Birini yıllar önce, diğerini şimdi kaybettik.
Milletimizin başı sağolsun!
* * *
Ben en çok statükoya karşı çıkan Bülent Ecevit’i sevdim.
Kasketli, mavi gömlekli Karaoğlan’ı!
"Özgür insan"ı o yarattı ve bu kavramı benim neslim açısından, uğruna mücadele edilecek bir rüya haline o getirdi.
12 Mart’ın, 12 Eylül’ün Ecevit’ini çok sevdim.
* * *
70’li yılların ilk yarısında üniversite öğrencisiydim. Türkiye’de, haksızlığa itiraz eden gençlerin ya Ülkücü, ya da Marksist olduğu bir ortamda ben Marksist olmayı seçmiştim. Ancak, ülke iki tarafın haksızlığı yaratanları bertaraf etmeye başladığı bir ortama değil, hızla birbirlerini yok etmeye başladığı bir kaosa sürükleniyordu.
Ben ve bana benzeyen solcular giderek bağnazlaşıyorduk. İşçi sınıfı adına konuşma yetkisini kendinden menkul bir şekilde üzerimize almıştık. Ancak, "yetki"nin kimde olduğu konusunda da birbirimizin boğazına sarılmaya başlamıştık.
"Hak" kavramından tek anladığımız, kendi haklarımız olmaya başlamıştı. Hoşgörü, karşı tarafa saygı, meseleleri tartışmak, analiz yapmak ve en önemlisi yanılabileceğimizi varsaymak beyin haritalarımızdan çıkıyordu.
Süratle sadece "tek doğru"nun olduğu, Marksist şeyhlerin pıtrak gibi çoğaldığı, müritlerin kalitesinin "ben"liğin ne kadar çok yok olduğunu ölçen bir mezura ile ölçüldüğü, düşünmek yerine itaat kültürünün kutsandığı bir ortama hızla ilerlemekteydik.
* * *
İşte böyle bir ortamda ortaya Bülent Ecevit çıktı. Kısa bir süre sonra da eski Tekel işçisi, ilkokul mezunu anam benim yolumun yol olmadığını, sevgi ve hoşgörü ile dolu olmayan solun sol olamayacağını söylemeye başladı.
Anam "Ecevitçi" olmuştu. Sıkı bir Cumhuriyet okuru haline geliyordu. Kendini "solcu" olarak görüyor; ama artık beni ve arkadaşlarımı solcu kabul etmiyordu. Gece eve her geç gelişimde eli yüreğinde beklemekten bıktığını haykıra haykıra söylemeye başlamıştı.
Bülent Ecevit evde anamla aramı bozuyor, eski bir işçiyi daha kaybediyordum.
Anamın burjuvalaştığını, revizyonizme kaydığını düşünmeye başladım!
* * *
Yıllar içinde ben de büyüdüm. Statüko ile kavga etmek için katiyen silaha başvurmak gerekmediğini, Ülkücülerin de kardeşlerim olduğunu, asla "tek doğru"nun olmadığını, biat ederek değil bilgilenerek, bilgiyi tartışarak, analiz ederek doğrunun aranabileceğini öğrenmeye başlamıştım.
Özgürlüğün haşin bir kartal olmadığını, beyaz bir güvercin olduğunu bana Bülent Ecevit öğretmişti!
O zamanki adıyla Karaoğlan’ın benim neslimin düşünce haritası üzerinde büyük emeği vardır!
Allah gani gani rahmet eylesin!
Yazının Devamını Oku