9 Haziran 2012
Vali Nasr, geçenlerde İstanbul’daydı. İran asıllı Amerikalı parlak akademisyen, önemli İslami düşünür Seyyid Hüseyin Nasr’ın oğludur ama babasının şöhretinden bağımsız kendi kanatlarıyla epey bir süredir uçuyor. Beyaz Saray’da başkanlara, Dışişleri’nde bakanlara danışmanlık yaptı; en son olarak kısa süre önce Washington’da uluslararası ilişkiler alanındc itibarlı yüksek lisans okulu SAIS’in dekanlığına getirildi.
Vali Nasr, bana Washington’ta hayli geniş bir Türkiye ve Tayyip Erdoğan aleyhtarı hava bulunduğunu söyledi ve bu yıl yapılacak seçimlerde başkan değişikliği halinde, Türkiye’nin durumunun Washington’da zora girme ihtimalinden söz etti.
Anlattıkları Vali Nasr’ın tercihi değil. Vali Nasr, oldum olası Türkiye’ye sempati duymuş bir isimdir. Dile getirdikleri Washington gözlemleri. Tabii, bunların içinde bir”“uyarı” gizli; Türkiye ile ABD arasında son dönemlerde raslanabilecek en sıcak, en iyi ilişkilerin derin ve sağlam temellere dayanmaktan ziyade, işbaşındaki iki lidere dayanıyor olması.
Bunlardan birisi giderse, ilişkiler de tersine dönebilecek kadar etkilenebilir. Gitme ihtimali olan Tayyip Erdoğan değil; Barack Obama.
Buradan, Barack Obama’nın Kasım ayında yapılacak Amerikan başkanlık seçimlerini kaybedeceği sonuçları da çıkmasın. Sadece, seçim, sanıldığı kadar Obama’nın cebinde ya da çantasında keklik değil. Cumhuriyetçilerin adayı Mitt Romney’in de hayli şansı olduğu söyleniyor.
Mitt Romney’in şansı olabileceğini hiç düşünmemiştim. Bir süre önce, Obama’ya her fırsatta eleştiri yöneltmekten geri kalmayan ve sıkı bir Cumhuriyetçi olan Prof. Fouad Ajami ile konuşuyordum; Romney’in “Mormon” olduğunu hatırlatarak, seçmen tabanında yaygın Evanjelist Hristiyan unsurlar bulunan Cumhuriyetçilerin, hangi akla hizmeten bir “Mormon”u başkan adayı gösterdiğini sorup, bir “Mormon”un ABD Başkanı seçilmesinin mümkün olmadığını söyleyecek oldum.
Fouad Ajami güldü, “Amerikan halkı çok ilginçtir” dedi, “Barack Hussein Obama adlı bir siyahı başkan seçen halk, pekala bir Mormon’u da başkan seçebilir.”
Seçebilir. Mitt Romney, Obama’ya karşı başkan seçilebilir. Yine de şu sırada Obama’nın Romney karşısındaki şansı daha fazla ve muhtemel ABD, ona ikinci başkanlık dönemini yaşatacak.
Amerikan yakın tarihinde, Başkan girdiği seçimlerde ikinci dönemi kazanamayan iki isim var; biri Demokrat, diğeri Cumhuriyetçi. Jimmy Carter, Demokrat olanı. Mısır ile İsrail arasında barış anlaşmasını imzalatarak tarihe geçti ama seçimi kazanamadı. Başkanlığını Ronald Reagan’a kaptırdı. İkincisi ise Cumhuriyetçi (baba) George Bush. Berlin Duvarı’nın çöküşü yani koca Soğuk Savaş’ın kazanılması onun başkanlık dönemine denk geldi ama Arkansas Valisi Bill Clinton’a yenildi.
Obama-Romney mücadelesinde, Romney’in kazanması bu örnekler hatırlanarak sürpriz sayılmayacak; ama ibre şu sırada Obama’ya daha dönük durmaya devam ediyor.
David Ignatius, önceki gün Washington Post’ta “Obama’s friend in Turkey” (Obama’nın Türkiye’deki dostu) başlıklı yazısında, Obana’nın Tayyip Erdoğan’ı “en yakın dostu” olarak gördüğünün altını çizerek, “Dünyada hiçbir liderin Obama’nın yeniden seçilmesinde Türkiye’nin başbakanı kadarı çıkarı yok” diye yazdı.
David Ignatius, hatırlarsınız, 2009’da Davos’taki unutulmaz “One Minute” anında Tayyip Erdoğan’ı çileden çıkartan panel moderatörüydü. Deneyimli ve düzeyli bir gazeteci olduğu için, olayı duygusal bir kan davasına dönüştürmemiş ve üç yıl aradan sonra, İstanbul çıkışlı, Tayyip Erdoğan-Obama ilişkisinin önemini vurgulayan bir yazı yazmış.
Obama’nın Tayyip Erdoğan’ın yükselişini sezdiğini ve ona yatırım yaptığını ve bunu yaparak, ABD’de kendi seçmen tabanında birçoklarını çok sinirlendirdiğini belirttiği yazısının şu satırlarını izleyelim:
“Türkiye’nin bölgedeki yükselişi şimdi gayet aşikar gözükebilir. Ama, Obama özel bir ilişki geliştirmeye başladığında, 2009’da bu kadar aşikar gözükmüyordu... Obama ve Erdoğan aralarındaki yakın ilişkilere, Gazze’deki savaştan sonra Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerindeki keskin bozulmaya ve 2010 başlarında ABD’nin Ankara’nın İran’la fazla sıkı fıkı olduğuna dair duyduğu kaygılara rağmen devam ettiler.Obama Toronto’da 2010 Haziran’ında G-20 Zirvesi sırasında kaygılarını açık sözlülükle iki saat boyunca ifade etti. O günden bu yana, her iki tarafa göre, karşılıklı olarak gelişen güven ilişkileri söz konusu.”
Gerçekten, 2010’da Kanada’daki o toplantıda, Obama’nın taş gibi bir yüze ifadesiyle Tayyip Erdoğan’a davrandığını ve ağır içerikte sözler söylediğini, toplantıda bulunanlardan öğrenmiştim. Tam o sıralarda, Washington’da Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İran konusundaki vetosu ve Mavi Marmara olayı üzerinde bir panelde konuşma yapmak üzere bulunmuştum ve 1980’lerden beri gelip gittiği ve üstelik iki yıl da yaşamış olduğum Washington’u hiç öylesine “anti-Türkiye” bir iklimde görmediğimi sağa sola söylemiştim.
Ve, gerçekten, o günden bu yana son iki yıl içinde, Türkiye-ABD ilişkilerinde su sızmıyor ve Washington, Türkiye için, her zamankinden ve herhangi bir dünya köşesinden daha rahat bir başkent oluverdi.
2010’da doruğa tırmanan ve şehrin hemen her yerine sinen Türkiye aleyhtarlığı (bir başka deyimle Tayyip Erdoğan karşıtlığı) nasıl olup da buharlaşıp uçmuştu? Bunu pompalayanlar buharlaşıp yok olmadığına göre, nasıl mümkün oluyordu, “anti-Türkiye, anti-Tayyip Erdoğan iklim”in ortadan kalkıvermesi.
Cevap, beş harf, üç heceden oluşuyor: Obama!
David Ignatius, “Türkiye kartını oynayarak, Obama içerde bazı güçlü siyasi zeminlerini altüst etti. Yahudi gruplar Obama’nın Ankara’yla sıcak ilişkilerinin, Türkiye-İsrail ilişkilerinin donma noktasında soğumasına rağmen olduğuna işaret ederek protesto ettiler. Ermeni gruplar, Obama’nın, Türkiye’nin 1915’teki soykırımı tanıması için bir zamanlar yaptığı anlayışlı çağrıyı yumuşatmış olmasından ötürü altüst oldular. Ve insan halkarı grupları, Erdoğan’ın Türk gazeteciler, yargıçlar ve siyasi düşmanlar üzerinde kurduğu baskıya Amerika’nın hoşgörü göstermesinden şikayetçiler” diye yazıyor.
Nüansları kaçırıyor olabilir; Başbakan Erdoğan’ın, örneğin, “yargıçlar”a yönelik baskısı yok. ÖYM’ler kastediliyorsa, ÖYM’lerin yoldan çıkmayıp, ince teraziyle mükemmel bir adalet dağıtımında bulunduğunu ne Ignatius’a ne de bir başkasına söyleyebilecek tek bir vicdanlı Türk olamaz.
İstanbul’da yapılan son Dünya Ekonomik Forumu ve onun sayesinde Türkiye’ye yığılan uluslararası basından Tayyip Erdoğan’ın gücünü ölçebilmek mümkün. Bu güç, sadece, bu gidişle erozyona uğraması kaçınılmaz, ama 2011’de sandığa girmiş yüzde 50 oydan kaynaklanmıyor. Türkiye’deki canlı ekonomi de, elbette, aslan payına sahip.
Ama, ekonominin böyle gideceğine dair kesin garantiler yok.
Türkiye’deki gücün en önemli kaynaklarının başında, dünyadaki tek süperdevletin başında oturan adam geliyor. Obama.
David Ignatius, yazısına “Obama’nın Türkiye’deki dostu” başlığını koymuştu. Biz yazımıza “Erdoğan’ın Washington’daki dostu” başlığını koysak, aynı ölçüde doğru olur.
2014 Türkiye’sine kadar arada Amerika 2012 var.
Bu yıl, Tayyip Erdoğan’ın ABD’deki seçim yılı olacak.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2012
Van Belediye Başkanı ve onunla birlikte Van’a bağlı Muradiye, Çaldıran, Özalp, Edremit ve Bostaniçi belediye başkanları dün gözaltına alındı.
Diyarbakır Baro Başkanı Emin Aktar, alaycı bir tepki verdi ve 6 belediye başkanının KCK ile ilgili olarak gözaltına alınmasını “Tayyip Erdoğan-Kemal Kılıçdaroğlu zirvesinin ilk sonucu” olarak niteledi.
Gerçekten öyle mi?
Bilemiyoruz. Tayyip Erdoğan ile Kılıçdaroğlu’nun, bir başka deyimle iktidar partisi ile ana muhalefet partisi arasında Kürt sorunu için birlikte çaba harcamak konusunda olumlu işaretlerin çıktığı bir sırada, deprem yaralarını saramamış bir ilimizin seçilmiş yerel yöneticilerinin tırpanlanması, iktidarın yolunun üzerine “mayın döşemek” olabilir.
Böyleyse, Ak Parti’nin devleti tümüyle kontrol edemediği sonucunu çıkartabiliriz.
Şayet, Van’daki belediye başkanlarını gözaltına alma dalgası, iktidar planlamasıyla ilgiliyse –ki, sanmıyoruz- o takdirde, Erdoğan-Kılıçdaroğlu zirvesinin tam bir aldatmaca olduğu, Kılıçdaroğlu’nun ya da CHP girişiminin, iktidarın “çözümsüzlük politikası”na “stepne” olarak kullanıldığı sonucuna varmamız gerekir.
Ancak, böyle olduğunu sanmadığımız için, bunu bir yana bırakalım ve Ak Parti-CHP görüşmesine dönelim. Bu görüşmenin sonucu ne oldu? Görüşme, ne getirdi?
En önemlisi, kamuoyunda son derece olumlu bir rüzgar estirdi. Kamuoyunun, Kürt sorununun çözümüne ne kadar istekli olduğu, şiddet dışı, “güvenlik öncelikli yaklaşım”ın dışında bir çözüm arayışına nasıl bel bağladığı bir kez daha ortaya çıktı.
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2012
Tayyip Erdoğan-Kemal Kılıçdaroğlu görüşmesinden, “Kürt sorununun çözümü” için “iyimserlik mi” üretmeliyiz; yoksa “bundan bir şey çıkmaz” diye bakıp, omuz mu silkmeliyiz?
Ne o, ne diğeri. Böyle bir görüşmenin, hükümetin “Uludere performansı”ndan, Başbakan’ın son beyanlarından sonra ve tam da “Kürt sorununa çözüm” arayışı üzerinden yapılıyor olması “olumlu” bir gelişme. Üstelik, bu, bu konuda Erdoğan ile Kılıçdaroğlu arasında “ilk kez” gerçekleşiyor.
Bir başka “olumlu” gelişme, CHP’nin konuya, üstelik “çözümün somut yöntemi” üzerinden “Kürt sorunu”na dahil olması. Bugüne dek böyle hiç yapmadı. “Kürt sorunu” yıllarca tarafları “Devlet ile devlete karşı silahlı ayaklanmaya girişmiş PKK”nın aralarında çözülemeyen bir halde karşımıza çıkarıldı. Ya da “asker-güvenlik güçleri ile PKK” ve giderek son zamanlardaki görüntüsüyle “Ak Parti iktidarı ile PKK-KCK-BDP çizgisi”nin bir mücadelesi gibi.
CHP, bu görüntüde “devlet”in içinde ve çok kez “devletin sivil siyasi örgütlenmesi” rolündeydi ve çözüm için hiçbir anlamlı girişimin içinde bulunmadı. Bulunmadığı için de, bölgede, Güneydoğu ve Doğu’da silindi, gitti.
Bu bakımdan, CHP’nin son girişimi, “çözüm arayışı parametreleri”nde bir değişikliği zorlamak bakımından son derece olumludur. Tayyip Erdoğan’ın bu konuyu görüşme isteğine “amaç bağcıyı dövmek” değil diyerek, kapıyı açması da, ilk bakışta, gayet olumludur.
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2012
Bir önceki, “Türkiye, ABD ve Suriye’te tampon bölge” başlığı altındaki Cumartesi günü yayımlanan yazımda, Türkiye’nin Suriye politikasının manevra alanının çok daraldığını kendi iç politikasındaki gerilimlerden ve iktidarın yanlış uygulamalarından ötürü anlatmaya çalıştım.
Suriye, dünya politikasında rol sahibi hemen her ülke açısından çok önemli bir “sınav” haline geliyor ve bu gerçek, Türkiye için haydi haydi geçerli.
Türkiye’nin Suriye’deki krizin başından beri Şam’daki diktatörlüğe karşı takındığı tavrın yanlış olduğu söylenemez. Ama, Türkiye’nin yutacağından fazlasını çiğnemeye çalıştığına dair bir “algı”ya yol açtığı da kolay kolay inkar edilemez.
Suriye konusunda, Türkiye’ye dönük beklentilerin giderek arttığı şu dönemde ise, Türkiye’nin o beklentileri karşılayabilmesinin mümkün olamayacağı ise, Suriye politikasındaki tavrının yanlışlarından ziyade, iç politikasının fazla “bagajlı” hale gelmesinden kaynaklanıyor.
Dış dünyadan gelen beklentilerin nasıl yükseldiğinin en çarpıcı örneği, bir önceki yazımızla eş zamanlı olarak İngiliz gazetesi The Independent’ın Cumartesi günü yayımlanan başmakalesi. “Türkiye’nin Suriye’de öncülük yapmasının tam zamanı” başlıklı The Independent başmakalesinde şu satırlar dikkat çekici:
“(Suriye’deki) çıkmazın en şaşırtıcı yönü, Türkiye’nin kriz boyunca etkili biçimde davranmakta başarısız olmasıdır... Burası (Suriye) Ankara’nın bir bölge gücü olarak ilk ciddi sınavıydı ve bu sınavda, bugüne dek, sınıfta kaldı. Ama gelecekteki çözüm, Suriye’nin komşuları arasında bir etki yapabilecek tek ülke olduğu için Türkiye’yi de içermelidir.”
Yazı, Tayyip Erdoğan’ın Suriye’deki kriz süresince bazı taktik hatalarına işaret ederek şöyle devam ediyor:
“Türkiye’nin Suriye rejimiyle ilişkilerin toptan koparmamış olması tercih edilebilirdi. Erdoğan’ın kartlarını kötü oynaması sonucunda, Şam üzerinde belirleyici etki sahibi olarak Türkler yerine Ruslar ortaya çıktı Ama inisyatifi geri almak için hala zaman var.Eğer bölgesel bir girişim olacaksa, Suriye halkının demokratik ve medeni haklarına duydukları kaygıdan ötürü Esad’ı devirmek istedikleri numarasını yapan, dünyada kalan son mutlak monarşilerin, saçma ikiyüzlülüğünü önlemek için, Suudi Arabistan ve Katar yerine, bunun Türkiye’nin öncülüğünde olması çok daha iyidir.”
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2012
Obama, Mart ayında önündeki mikrofonun açık olduğunu unutup, Rusya Devlet Başkanı Medvedev’e, “Bu benim son seçimim olacak. Kasım ayına kadar bana zaman tanıyın, ondan sonra daha esnek olabileceğim” demişti
Obama’nın sözünü ettiği, en başta İran’ı ilgilendiren füze savunma sistemi konusuydu ama “Kasım’a kadar bana müsaade” sözleri, Amerikan politikasında 2012 yılındaki “hareketsizlik” mesajını ifade ediyordu. Bu “hareketsizlik” en fazlasıyla Suriye’ye ilişkin olarak kendisini ortaya koydu.
Obama yönetiminin bu “zaafı”ndan cesaret alan herkes, aklına eseni yapmakta serbest hissediyor; başta Orta Doğu’nun zalimleri. Arkasına Rusya’yı ve İran’ı alan Suriye diktatörü Başşar Esad ise bu zalimlerin en başında geliyor.
Ne var ki, Hula katliamı’nın ardından yönetimi eleştiren salvolar ardı ardına, Obama’nın göz ardı edemeyeceği yayın organlarından gelmeye başladı. Washington Post, dünkü başyazısında konuya “ABD Suriye hakkında ne yapmalıdır” başlığıyla cepheden girdi. Etkili The Economist dergisi de, “Hula’da Dehşet” başlıklı yazısıyla Washington Post’un eleştiri ve önerileriyle kesişti.
Gelinen nokta, Türkiye’yi de çok yakından ilgilendiriyor, zira, giderek Suriye topraklarında bir “tampon bölge” oluşturulması ve bunun öncelikle Türkiye üzerinden gerçekleştirilmesi, Suriye’deki gelişmelere “dur” demek isteyen herkesin üzerinde kesişmeye başladığı bir seçenek haline geliyor.
Washington Post, Amerikan başkanlarının kahvaltı masasında önlerinde buldukları gazete olmak gibi bir üne sahip. Dünkü başyazısını, ABD’nin BM Temsilcisi (Obama yeniden seçilirse, Dışişleri Bakanı olma ihtimali yüksek) Susan Rice’ın Hula Katliamı sonrasında değindiği “üç senaryo”ya dayandırıyor ve bir “dördüncü senaryo”yu öneriyor.
Susan Rice ilk senaryoyu Kofi Annan girişiminin başarıya ulaşması olarak belirtmiş ama bunun gerçekleşmesi en muhtemel senaryo olmadığını eklemeyi ihmal etmemişti. İkincisi Rusya’nın Suriye rejimine baskısıydı ki, şu ara bunun hiçbir işareti görülmüyor.
Rice’ın üçüncü senaryosu ise “Şiddet tırmanır, çatışma şiddetlenerek yayılır ve daha yüksek bir derecede vahamete ulaşarak, artan ölçülerde mezhep çatışma halini alır, bölgedeki ülkeleri de içine çeker ve sadece Suriye de değil, tüm bölgede büyük bir krizle yüzyüze kalırız” sözcükleriyle ifade edilmişti. ABD’nin muhtemelen kımıldamak zorunda kalacağı ve harekete geçeceği de, bu “üçüncü senaryo”nun gerçekleşmesi idi.
Washington Post, “Bu noktada ayrılıyoruz” diyor ve “muhtemelen Esad rejiminin çöküşünü beraberinde getirecek, mezhep çatışmasının önüne geçecek ve bölgesel çapta bir savaşı durduracak” bir yol öneriyor.
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2012
Türkiye’nin, Hule katliamının ardından, bazı Batılı ülkelerin yaptığını yapıp, Suriye’li diplomatları sınır dışı etme kararı almasından sonra, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, dün çıktı ve “Bütün yolları denemek, bütün ihtimalleri tüketmek zorundayız” dedi.
Türkiye’nin kararı, Türk medyası tarafından “Suriye ile ipler koptu” diye ilan edilmişti.
Dışişleri Bakanı da, “Bütün yolları denemek, bütün ihtimalleri tüketmek zorundayız” dediğine göre, Suriye ile kaçınılmaz bir “savaş” ya da bir başka deyimle “Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahalesi” ufukta göründü sonucuna mı varmalıyız?
Bu sorunun cevabını Ahmet Davutoğlu’nun şu sözlerinden çıkartabiliriz:
“Suriye her kartı kullanmak isteyecektir... Bizim için esas güvenlik riskini yükselten daha yaygın bir kaosun ortaya çıkması. Geçmişte Suriye yönetimi istikrarı sağlayan bir unsurdu, kendi halkıyla çatışmıyordu. Şu anda Suriye yönetiminin kendisi istikrarsızlık kaynağı. Eğer bir güvenlik riski oluşursa, her türlü tedbiri alırız. Uluslararası hukuk sınırları içinde her türlü tedbiri alırız. Bir an önce uluslararası toplum tek bir tutum içinde davranmalı.”
Bir de şu sözlerini bunlara ekleyelim:
“3.5 yıl Bosna-Hersek’te yürütülen katliama seyirci kalınmasının ne bedellere yol açtığını görüyoruz. İç savaş çıkmaması için BM kararlı bir tutum sergilemeli. Açık bir tavır almalı.”
Yani, ne anlamalıyız?
Şunu: Türkiye, Suriye’ye karşı tek başına hareket etmeyecek. Atacağı her adım, uluslararası şemsiye altında olmak zorunda. Bunun için, BM ve uluslararası toplum, bugünkü tutumundan farklı davranmalı.
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2012
Mümtaz’er Türköne, dün, “Uludere’den çıkış” başlıklı yazısına şöyle başlamıştı: “Uludere katliamı, Ak Parti hükümeti için bir bataklığa dönüştü. Bu bataklık 34 insanın kanı ve hepimizin gözyaşları ile oluştu. Başka bir şey değil. Türkiye’nin vicdanı, hükümetin bu bataklıktan elini kolunu sallayarak çıkmasına izin vermiyor.
Devlet sürekli patinaj yapıyor. Başbakan, bu krizi tırmandırarak çözmeye çalışıyor. Bugün Ak Parti grubunda, muhtemelen pazar günü Arena Stadı’ndakinden bir üst perdeye geçerek, ‘hodri meydan’ diyecek. Yanlış. Bu mesele öfke şimşekleri ile aydınlatılıp çözülecek bir dava değil. Toplumun vicdanı kanıyor. Bu kanı durdurup, Uludere bataklığını ihtimam ve saygı ile hep birlikte kurutmamız lazım.”
Ne oldu?
Başbakan, dün, Ak Parti grubunda beklenen konuşmasını yaptı.
Ne oldu?
Mümtaz’er Türköne’nin dün yayımlanan yukarıdaki satırlarını bir bir teyid etti. Dünkü grup konuşması, muhtemelen, tüm siyasi kariyerinin en talihsiz konuşmalarından biri olarak kayıtlara geçecek.
Çünkü, tam da tahmin edildiği gibi, krizi “tırmandırarak çözmeye çalıştı.” Pazar günü Arena Stadı’nda yaptığı bir başka talihsiz konuşmadan bir üst perdeye geçti. Sonuçta, yaptığı konuşmayla, Ak Parti hükümetini bataklıktan çıkartmak bir yana, hükümetin “Uludere bataklığı”nda daha da fazla çırpındığı görüntüsünü verdi.
Dünkü konuşmadan sonra, toplumun kanayan vicdanının üzerine, kanı durduracak bir “şap” basılmış olmadı; tersine, toplumun vicdanından akan kan, oluk oluk akmaya başladı.
Başbakan, “en iyi savunma hücumdur” mantığıyla yaptığı sezilen konuşmasında, “Kaçakçılar, niçin sınırda mayına basmıyor?” sorusunu ortaya atarak, yarısı 15 yaşından küçük, diğer yarısı 15-22 yaş arasında olan ve bedenleri F-16 bombalarıyla paramparça edilen çocukların “terör bağlantısı”nı yani “PKK’li olabilecekleri”ni ima etmiş oldu.
Bu durumda, öldürülmeleri o kadar da önemli bir kayıp sayılmaz sonucuna mı varmalıyız?
Uludere kurbanlarına böyle bakıyorsanız, ne tazminatın, ne özürün, ne yapılan “hata” itirafının bir değeri kalır. Zaten, “özür” dilenmiş de değildi. Bundan sonra dilenmesi daha da zorlaştı.
Bir de unutulmaz şu cümleleri: “Türkiye, BDP’li kalleşlerin, PKK’lı kalleşlerin benim subayımı, askerimi sırtından vurup şehit edecekleri bir ülke değildir.”
PKK için bugüne kadar kullanılan niteleme sıfatlarıyla kıyaslandığında, “kalleşler” nitelemesi, pek ağır sayılmayabilir. Ama, PKK’nın da önüne yerleştirilen “BDP’li kalleşler” nitelemesinden nereye varacağız. Bu “kalleşler”le mi, “müzakere” edeceksiniz?
Neyi “müzakere” edeceksiniz? Şayet, “subayımızı, askerimizi vuranlar” arasında bu “kalleşler” varsa, onlar mücrimdir; yerleri cezaevidir. Bu niteleme, BDP ile “müzakere” kapılarını açacak bir “açılım uslubu” mudur; yoksa BDP ile PKK’yı eşitleyerek, Türkiye’de siyaset yollarını tıkayarak, şiddet zemininin üzerine asfalt dökmek midir?
Türkiye, Başbakan’ın hedef tahtasına oturttuğu WSJ’de çıkan haberden beri, iki haftadır Uludere’den başka bir şey tartışmıyor. Niçin tartışıyor, WSJ, Uludere katliamını bir haberle gündeme getirdiği için mi?
Hayır.
Uludere yarası kabuk bağlamadığı, bağlamayacağı için.
WSJ’nin yaptığı kabuk gibi gözüken, ince dokuya dokunmaktan başka bir şey değil. Yara kabuk bağlamadığı için, iki haftadır, Türkiye, her gün Uludere’yi tartışıyor.
Başbakan, Pakistan’da yaptığı açıklamada, açıklamasından sonra bu konunun konuşulmayacağını bildirmişti. Tam tersi oldu. Hem o açıklamasında kullandığı sözcüklerle, hem de İçişleri Bakanı’nın yakışıksız açıklamasından sonra, Uludere tartışması daha da alevlendi. Başbakan’ın pazar günkü stad konuşmasından sonra daha da.
Dünkü konuşmasıyla, alevlerin üzerine kum değil, benzin döktü.
Başbakan, Uludere bombardımanının bir “hata” olduğunu söylemiyor değil. Tersine, söylüyor. Defalarca söyledi de. Dün de söyledi.
Olup olmadığı tartışılmaz “hata”, sadece böylesine çatışma ortamlarında olağan sayılabilecek bir “hata” mıdır; yoksa bu “hata”ya, ucu “dış operasyon merkezleri”ne uzanan bir “provokasyon” mu, yol açmıştır?
Bu kuşku, meşru bir kuşkudur. Bizlerde var ve Başbakan’ın bunun cevabını bildiğini de tahmin ediyorum. Bazılarının iddia ettiği ya da inanmak istediği gibi, Uludere katliamından Başbakan’ın doğrudan “günahı” olduğunu hiç düşünmüyorum.
Sorun, Başbakan’ın bu, ardında hiçte yabana atılmayacak olan dış “provokasyon” ihtimali bulunan “hata” sonrasında, konuyu ele alış tarzında; konuya yaklaşımında.
“Hata”nın faturasını, “hataya düşmüş” olanlara ödetmemek, onlara “fatura çıkartmamak”, kendisinin bir yönetim tarzı olan “kelle vermemek” için, “en iyi savunma hücumdur” yöntemini benimsedi.
Bu yöntem, bu konuda kullanılmaması gereken bir yöntem. Yanlış bir yöntemle yola çıkıldığı ve bunda ısrar edildiği için, Uludere katliamı, Ak Parti hükümeti için bir bataklığa dönüştü ve bataklıktan çıkmak için bu yanlış yöntemde ısrar, hükümeti bataklığın içine daha da çekiyor.
Durum bu.
İşlerin bu hale gelmesinde, iktidarın, Uludere katliamının Türkiye’nin Kürt halkının vicdanında nasıl ağır bir yara açtığını, bir “kırılma noktası” olduğunu hissedemeyecek ölçüde duyarlığını yitirmiş olması rol oynadı.
Bölge insanının duyguları ile Ak Parti arasındaki iletişim kanallarını kuracak ve işletecek insanlar, 12 Haziran (2011) seçimlerinden önce büyük ölçüde ayıklandı. Ak Parti’nin bölgeyle bağlantı noktaları olarak, “Kürt vicdanı”nı yansıtacak insanlar pek kalmadı. Ya da onlara kulak verilmiyor. El etek öpmekten başka bir “meziyetleri” bulunmayan kapıkulları ve devletin güvenlik birimlerine dayanarak, “Kürt vicdanı”nı hissedemezsiniz. Uludere katliamının, niçin bir “kırılma noktası” olduğunu da anlayamazsınız.
Anlayamadığınız için de, “Sessizlerin Sesi, Kimsesizlerin Kimsesi” olmaktan, Uludere’yle birlikte çıkmaya başlarsınız. En tehlikeli güzergah budur.
Bırakın “Kürt vicdanı”nı anlayamamayı; “Türk vicdanı” da Uludere’de ayağa kalktı ve dahası vicdanlı Müslümanlar, başka hiçbir olayda görülmedik biçimde, Uludere’yle ilgili yazdılar (Ali Akel’in 25 Mayıs’ta “Özür Açıklanmaz, özür dilenir!” başlıklı Yeni Şafak’taki muhteşem yazısı) ve imza kampanyaları başlattılar. Bunları niçin göz ardı ediyorsunuz?
Hiç değilse onlara kulak verin ve bari bir süre hiç Uludere konuşmayın...
(Düzeltme: Dünkü yazımızda Srebrenica katliamı sırasında Kofi Annan’ın BM Genel Sekreteri olduğu çıkmıştı. Annan, o tarihte BM Genel Sekreter Yardımcısı ve Yugoslavya Özel Temsilcisi idi.)
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2012
Temmuz 1995’te General Ratko Mladiç komutasındaki Sırp kuvvetleri, Kuzeydoğu Bosna’da, Drina nehri vadisindeki Srebrenica kentini kuşatmışlar, 40 bin kişinin yaşadığı kentteki tüm erkekleri ayırmışlar ve katletmişlerdi. Srebnrenica Katliamı olarak tarih kayıtlarına kazınan olayda 8373, her yaş grubundan Bosnalı Müslüman erkek kurşuna dizilmişti. Dönemin BM Genel Sekreteri, olayı, “İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden o yana, Avrupa topraklarında işlenmiş en büyük suç” olarak nitelemişti.
O “suç” işlenirken, BM Barış Gücü’ne bağlı 400 civarında Hollandalı asker Srebrenica’daydı. Hiçbir şey yapamadılar ya da yapmadılar.
BM Genel Sekreteri’nin adı Kofi Annan’dı.
Kofi Annan, bugün, “BM ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi”. Kendi adıyla anılan “Plan” yürürlüğe gireli, altı hafta oldu ve hafta sonu Suriye’nin şimdi artık büyük ölçüde terkedilmiş üçüncü büyük şehri Homs’un 40 kilometre yakınındaki Houla kasabasında büyük bir katliam gerçekleşti.
Kofi Annan Planı uyarınca, Suriye’de 300 kadar BM Gözlemcisi var. Onlar da “Katliam”ın gerçekleştiğini doğruladılar. Houla’da 108 kişi öldürülmüş. Srebrenica’daki 8000 küsur kişi yanında, hayli mütevazi bir rakam gibi duruyor.
Ancak, bu 108 kişinin 49’u 10 yaşının altında çocuk, 34 adedi kadın. 200-300 civarı arasında yaralıdan söz ediliyor.
Türkiye’de Aralık 2011’de yarısı 15 yaşın altında çocuk olan –diğer yarısının en yaşlısı da 22 yaşındaydı- 34 kişinin F-!6 bombardımanıyla Uludere yakınında paramparça edilmeleri, Türkiye’yi sallamaya devam ederken, giderek bir “uluslararası kriz” konusu haline gelmekte olan Suriye’de 10 yaşından küçük çocuğun katledilmelerinin, uluslararası kamuoyunu sarmaması düşünülemezdi.
Nitekim, BM Güvenlik Konseyi, -İngiltere ve Fransa’nın girişimiyle- toplandı. Kofi Annan, apar topar Şam’a koştu. Şam’da bir yılı aşkın süredir –aslında hiçbir zaman- olmayan bir şey gerçekleşti; şehrin tarihi kapalıçarşısı Suk Hamidiye’de ve şehrin nabzının attığı eski bölümündeki Suk Şarki ve Suk Mithat Paşa’da dükkanlar kepenklerini indirdiler. Şam’ın kalbinde grev patladı.
Houla katliamı, belki de, Suriye’deki gelişmelerin alacağı yön bakımından bir “kırılma noktası” olacak.
Houla katliamını kınamayan yok. BM Güvenlik Konseyi’nde daha önce Suriye ile ilgili karar tasarısında veto kullanmış olan Çin bile kınadı. Şam’ın diktatörünü arkalayan Rusya da kınadı ama “adres şaşırtması” yaparak. “Kimin yaptığı belli değilmiş.” Suriye Dışişleri Sözcüsü Cihad Makdisi, katliamın günahını “teröristler”in, yani “Suriye muhalefeti”nin üzerine yıkmıştı zaten. Ona bakılırsa, Houla çevresinde tek Suriye tankı yokmuş.
Şam rejimi, Houla katliamına –ayrıntılarını da ortaya çıkartmak gerekçesiyle- ilişkin soruşturma başlatmış.
Ne de olsa, 49 çocuğun küçük bedenlerinin sığabileceği, mızrağın girebileceği bir çuval yok.
Houla, Suriye’deki direnişe bağlı bir kasaba olarak biliniyor. Katliamda ölenlerin bir kısmının ağır silahlarla öldüğü sabit. Aileleri, BM gözlemcileri gelmeden, cenazelerini defnetmemeye kararlılar. Öldürülenlerin büyük kısmının, bıçaklarla ve taranarak hayatını kaybettiği ortaya çıktı.
Katliamın sorumlusunun “Şebbiha” adı verilen, rejimin kanatları altındaki paramiliter çeteler olduğu da ortada. Direnişçi-muhalif ve Sünni Houla’nın yakın çevresinde Nusayri-Alevi köyleri ile çevrili olduğu da bir sır değil.
“Şebbiha”, Arapça “hortlak” anlamında bir sözcük ve Suriye’deki paramiliter çete için kullanılışında “it-kopuk” gibi bir anlam da yüklü. Hapishanelerden bu çetelerde yer alması için bırakılan, ceplerine para doldurulan ve büyük ölçüde azınlık mezhepleri mensuplarını barındıran bu söz konusu yapılanmanın başında rejimin istihbarat örgütlerinin yetkililerinin bulunduğu da, Suriye’de yaşayan, Suriye’yi yakından izleyen hiç kimse için bir sır değil.
Suriye’deki böylesine utanç verici cinayetlerin varacağı adrese, “tek yön”lü bir yoldan giderek ulaşılabilir: Rejim. Ve, rejimin çekirdeği istihbarat örgütleri, Deraa’dan İdlib’e, Deir ez-Zor’dan Hama’ya gözü kapalı kan döken Mahir Esad komutasındaki 4. Tümen, bir diğer deyimle, “Özel Kuvvetler” ve rejimin başındaki Başşar el-Esad.
Srebrenica tecrübesinin Houla’yı önleyemediği besbelli ama bu gidişle kaçınılmaz Houla’ların önlenmesi için, uluslararası toplumun, en azından, Başşar Esad ve çevresinin banka hesaplarını dondurmak türünden “yaptırım” önlemlerinin ötesine geçmesi ve onları “savaş suçlusu” ilan ederek, Lahey’deki Uluslararası Mahkeme’nin karşısına getirecek –tıpkı Ratko Mladiç’e yaptığı gibi- adımları atması şart.
Bu, rejimin, fiilen ortadan kalkmış meşruiyetinin yasal çerçevede de kaldırmak demek. Oysa, Kofi Annan Planı’nın özü, rejimi “Suriye sorununa çözüm arayışı”nda“muhatap taraf” addetmesi. Yani, yapılması gereken ile yapılmakta olan –sözde uygulama halindeki Annan Planı- çelişiyor.
Bu gibi açmazlarda, “yaratıcı diplomasi” ataklarına her zamandan daha fazla ihtiyaç bulunur.
“Bölge gücü” ve Suriye’nin NATO üyesi, “güçlü komşusu” Türkiye’den bir şey beklenebilir mi?
Türkiye’deki iktidar, son on gün içinde Uludere konusunda öyle kötü bir sınav verdi ve “terzi kendi söküğünü dikemez” görüntüsü saçtı ki, bu konuda fazlaca umuda kapılmamak gerekir.
Başbakan’ın hitabet gücü, il kongresi amacıyla düzenlenen ama 1930’lar Almanya’sını çağrıştıran görkemli açık hava toplantılarında, gök gürültüsü gibi yankılanıyor.
Ne ki, bu görkem ne Uludere katliamıyla gerçek bir yüzleşme için yeterli; ne de Houla, Uludere’de kendi söküğünü dikemeyenlerden medet umabilir.
Srebrenica, Houla, Uludere; üç yerleşim biri adı, üç sözcük. Her birinin yaşadığı için kullanılan ortak sözcük ise “katliam”.
Elbette ki, aralarında önemli farklar da var. Başta ölü sayıları çok farklı. İkinci fark, ilk ikisinin “suç”, üçüncüsünün “hata”kategorisinde olmasında.
İlkiyle, diğer ikisi arasında “yaptırım” bakımından önemli bir fark mevcut. Srebrenica’nın yaptırımı faillerine çıkarıldı. Houla cürmünün yaptırımı henüz belli değil. Soruşturuluyor. Uludere hatasının yaptırımı da öyle. Adli ve idari soruşturma devam ediyor.
Yazının Devamını Oku