Paylaş
Ne o, ne diğeri. Böyle bir görüşmenin, hükümetin “Uludere performansı”ndan, Başbakan’ın son beyanlarından sonra ve tam da “Kürt sorununa çözüm” arayışı üzerinden yapılıyor olması “olumlu” bir gelişme. Üstelik, bu, bu konuda Erdoğan ile Kılıçdaroğlu arasında “ilk kez” gerçekleşiyor.
Bir başka “olumlu” gelişme, CHP’nin konuya, üstelik “çözümün somut yöntemi” üzerinden “Kürt sorunu”na dahil olması. Bugüne dek böyle hiç yapmadı. “Kürt sorunu” yıllarca tarafları “Devlet ile devlete karşı silahlı ayaklanmaya girişmiş PKK”nın aralarında çözülemeyen bir halde karşımıza çıkarıldı. Ya da “asker-güvenlik güçleri ile PKK” ve giderek son zamanlardaki görüntüsüyle “Ak Parti iktidarı ile PKK-KCK-BDP çizgisi”nin bir mücadelesi gibi.
CHP, bu görüntüde “devlet”in içinde ve çok kez “devletin sivil siyasi örgütlenmesi” rolündeydi ve çözüm için hiçbir anlamlı girişimin içinde bulunmadı. Bulunmadığı için de, bölgede, Güneydoğu ve Doğu’da silindi, gitti.
Bu bakımdan, CHP’nin son girişimi, “çözüm arayışı parametreleri”nde bir değişikliği zorlamak bakımından son derece olumludur. Tayyip Erdoğan’ın bu konuyu görüşme isteğine “amaç bağcıyı dövmek” değil diyerek, kapıyı açması da, ilk bakışta, gayet olumludur.
Bu fotoğrafa bakarak, “iyimserlik” üretmek de mümkündür ama ihtiyatı elden bırakmamak daha doğru olur.
Önce, CHP girişiminin “adresi”ni ve “metodolojisi”ni anlamalıyız. CHP girişimi, 31 Mayıs tarihli, altında iki genel başkan yardımcısı Sezgin Tanrıkulu ve Faruk
Loğoğlu’nun imzasını taşıyan ve TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e sunulan bir öneridir. CHP’nin Cemil Çiçek’e sunduğu öneri metni 1 Haziran günü elimdeydi ve dikkatle okudum.
10 maddelik metnin 3. Maddesinde “Bugüne kadar değişik Hükümetler döneminde yapılan açılımlar istenilen sonuçları tam olarak vermemiştir. Bu olumsuz durumun esas nedeni, siyasi çözümün sadece Hükümetlerin işi olarak görülmesi ve TBMM’nin yeterli ölçüde sorumluluk üstlenmemesi olmasıdır. Bu, sorunun kapsayıcılığa bağdaşmayan bir yaklaşımdır” deniyor.
4. madde ise “Ülkenin önemli ve bütün toplumu ilgilendiren sorunlarının asli adresi TBMM’dir. Kürt meselesinin çözümü ulusal mutabakat gerektirmektedir. Ulusal iradenin tecessüm ettiği çatı TBMM olduğuna göre, ulusal mutabakatın oluşacağı yer de TBMM’dir.”
7. madde “önerinin amacı”nı açıklıyor: “Bu önerimizin amacı; siyasi partiler arasında doğrudan ve sürekli bir diyalog imkanı yaratmaya; görüş ve yaklaşım farklılıklarını asgari düzeye indirmeye ve siyasetin dilini uzlaşma ve demokratik çözüm temeline oturtmaya çalışmaktır. Böylece bu meselenin; siyasi partiler arasında polemik, yıpratma, üstünlük ve yenilgi konusu olmaktan çıkarılacağını umut ediyoruz.”
Bunlar doğru tespitler ve CHP girişimi için doğru bir çıkış noktası.
Ancak, bu “doğru”lar, içinde güncel politika açısından başka “doğru”ları da, kendiliğinden, içeriyor: Sözü edilen Hükümetler arasında Ak Parti hükümetleri de vardır ve Ak Parti, Kürt sorununu çözememiştir.
Bir adım daha ileri gideyim; korkarım çözemeyecektir de. Ak Parti’nin 2011’de yüzde 50 oyla iktidara gelmesi, bu sorunu çözebilmesi için en büyük kozu eline geçirmiş olmasıydı. Üstelik, bu yüzde 50 oy, seçim kampanyası sırasında, “Oslo görüşmeleri”nin Ak Parti’yi –bizzat Tayyip Erdoğan’ı vurmak amacıyla- ortalığa saçılmasının ardından verilmişti.
Gelgelelim, o yüzde 50 oy, Ak Parti’yi 1990’ların, Tansu Çiller döneminin “güvenlik öncelikli” yani Kürt sorununa ilişkin “çözümsüzlük politikaları”na yöneltti. “Uludere performansı” ise, Ak Parti’ye bu konuda beslenen umutları tüketme noktasına getirdi.
Ak Parti’nin bu “çıkmaz sokağa” sapmasında PKK’nın rolü ve katkısı tartışma götürmez. Ama, zaten hep böyle olmamış mıdır? “Çıkmaz sokak”ta yol almaya çabalamanın gerekçesi olarak, “kötü PKK’ya” meşru gözüken bir mazeret olarak sığınılmamış mıdır?
Sonuç olarak, Kürt sorununda “çözüm momentumu” bir kere kaçırıldıktan sonra, onu tekrar geri getirmek son derece zor olmaktadır. Ak Parti iktidarının bu “momentum”u kaçırmış olduğu görünüyor.
Ak Parti’nin en tepesindekilerin bu gözlemlere katılmadıklarının farkındayız. Onların kafasında, Mesut Barzani ile geliştirilen ve karşılıklı vazgeçilemez ekonomik (ve siyasi) çıkara dayalı ilişkilerin, PKK’ya yönelik “güvenlik öncelikli” politikayı kolaylaştıracağı ve Kürt sorununun, Ak Parti iktidarının seçmeyi tercih ettiği anlayışla, giderek, Barzani üzerinden bir çözüme kavuşturulacağı hesabı var. Bir de tabii Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki 2014 hesabını da, o hesabın içine dahil etmek gerekiyor.
Bütün bunların, CHP girişimi ve bugün yapılacak Tayyip Erdoğan-Kemal Kılıçdaroğlu görüşmesiyle ne ilişkisi var?
Şu ilişkisi var: CHP girişiminin özü, Kürt sorununa çözüm adımlarını, Ak Parti iktidarının tekelinden çıkartıp, TBMM’nin işi haline getirmeyi öngörüyor. Bu, bizzatihi, Ak Parti iktidarına “Sen bu işi yapamadın ve yapamayacaksın; gel birlikte halledelim” anlamını içeriyor.
Bu, doğrudur da. Bir başka deyimle, doğrusu budur.Kürt sorununun Ak Parti, CHP, BDP ve MHP ile birlikte ele alınarak, üzerinde çalışılmasıdır.
Sorun, bu “doğru”yu Tayyip Erdoğan’ın ne derece kabulleneceği ve uygulama alanına geçilebilmesi için ne yapacağıdır.
CHP’nin girişimine gerçekten katkıda bulunursa, o vakit, “çözüm momentumu”nu yakalamak için eline çok önemli bir fırsatı geçirmiş olacaktır. Zaten, CHP önerisi, sonuncu (10.) maddesinde hükümeti öne çıkarıyor. TBMM bünyesinde kurulmasını önerdiği Toplumsal Mutabakat Komisyonu’nun altı ay içinde çalışmalarını bitirmesinden sonra raporunu TBMM’ye sunacağını belirttikten sonra şöyle diyor:
“Genel Kurul, rapor üzerindeki görüşmelerini tamamladıktan sonra; üzerinde mutabık kalınan ve ortak aklı yansıtacak önerileri, uygulanma isteği ve amacıyla Hükümete iletecektir. Bu önerilerin hayata geçirilmesi bakımından bütün siyasi partiler... Hükümete yardımcı olacaklardır.”
Türkiye’de bir çok başka şeyde olduğu gibi, CHP girişiminin uygulanabilmesi de Tayyip Erdoğan’ın eline bakıyor.
“İyimser” olup olunmayacağını ya da “bu işten birşey çıkmaz” hükmüne varılıp varılmayacağını, bugün anlayabileceğiz.
Paylaş