26 Mayıs 2012
Türkiye’nin, bölgenin ve doğrudan “Kürt sorunu”nun geleceğini ilgilendiren çok önemli gelişmeler cereyan ediyor ve bunlar Türkiye’de Uludere Katliamı üzerinde odaklanan polemikler ve “kötü yönetim” örneklerinin sergilendiği günler içinde gölgede kalıyorlar. Kuzey Irak’taki Kürdistan Bölge Yönetimi, birkaç gün önce günde Türkiye’ye 1 milyon varil petrol taşıyacak bir boru hattı inşa edilmesi planını açıkladı.
Bunun anlamını, dikkatli gözlemciler, “Jeo-ekonomik alanda ve Güneybatı Asya’nın –yani Ortadoğu’nun- jeopolitiğinde büyük, stratejik kaymaları beraberinde getirecek çok önemli bir gelişme” olarak nitelediler.
Bağdat’taki merkezi hükümet, Irak topraklarındaki enerjiyle ilgili her kararın, atılacak her adımın “merkezi yetki”ye ait bulunduğundan yola çıkarak, Kürdistan Bölge Yönetimi’nin atacağı bu adımı “illegal” sayıyor. Bununla birlikte, Türkiye’nin Enerji Bakanı Taner Yıldız, Erbil’de bu adıma destek verdi. Zaten, söz konusu açıklama da Erbil’de Kürdistan Bölge Yönetimi’nin Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Hawrami tarafından yapılmıştı.
Söz konusu açıklama, Kürdistan Bölge Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’nin geçen hafta Ankara’ya yaptığı önemli ziyaretinden ardından geldi. Türkiye, özellikle medyasıyla, Neçirvan Barzani’nin ziyaretine PKK konusunda yapılacağı öne sürülen “işbirliği” üzerinden odaklanmıştı. Elbette ki, ziyaretin bu boyutu önemliydi ama Neçirvan’ın asıl amacı, Irak Kürdistanı’ndan Türkiye’ye uzanacak “boru hattı” anlaşmasıydı.
Kürt Bakan Hawrami, Irak Kürdistanı’ndan Türkiye’ye kurulacak petrol boru hattının ilk aşamasının beş ay içinde tamamlanacağını ve bunun Taktak havzasından –şu anda zaten üretilmekte olan- ham petrolü taşıyacağını bildirdi. Günde 1 milyon varil kapsamında ham petrol taşınmasına imkan verecek, boru hattı yapımının ikinci aşaması ise 2013 Ağustos ayına kadar tamamlanacak ve bu hat, Kerkük-Yumurtalık hattına bağlanacak.
Aşti Hawrami’nin açıklamalarını dikkatle izlerim. Birkaç yıl önce kendisine rakam sormuştum ve bir kağıda yazarak, sorumu cevaplamıştı. Bana kağıt üzerine döktüğü aynı rakamları, geçtiğimiz Aralık ayında tekrarladı. Buna göre, Irak Kürdistanı’nın petrol rezervi 45 milyar varil; doğal gaz rezervi ise yaklaşık 6 trilyon metreküp.
Türkiye’nin günlük petrol tüketimi günde 500,000 varil dolayında; yıllık doğal gaz tüketimi ise 36 milyar metreküp.
Aşti Hawrami, Irak Kürdistanı’nın günlük petrol üretimine ilişkin olarak, elime tutuşturduğu kağıda, “2009-100 bin varil; 2010-300 bin varil; 2011-500 bin varil; 2012-750 bin varil; 2013-1 milyon varil” diye yazmıştı.
Bu arada, “Doğal gaz ihracatı için henüz alt yapı yok ama yılda 60 ila 70 milyar metreküp ihraç imkanı yaratılabilir” demişti.
Hesap, tümüyle tutmuş vaziyette ve Irak Kürt yönetiminin “stratejik ufku”nu ortaya koyuyor.
Bu “stratejik ufuk nedir?” diye sorarsanız, cevabı çok zor sayılmaz. Irak Kürdistanı’nın “bağımsız devlet” olarak oluşumu.
Bunun için iki “olmazsa olmaz” şart gerekiyor:
1. Herhangi bir bağımsız devlet gibi, Kürdistan’ın da bağımsızlığı destekleyecek bir ekonomik alt yapısı olması. Petrol ve doğal gaz rezervleri yüzen bir toprağın altındaki bu cevherin çıkartılması ve “ekonomik alt yapı” hüviyeti kazanması, toprağın üzerine bağlı. Boru hatları bu demek.
2. Irak Kürdistanı, dört tarafından kendisine hasım ülkelerle ve karayla çevrili, ve denize çıkışı bulunmadığı için, bu ekonomik alt yapının, o devletlerden en az biriyle “ortak çıkar” zemininde buluşularak, onun desteği ve himayesi altında oluşması.
O ülke, o devlet Türkiye. Türkiye’nin kendi toprakları altında zengin petrol ve doğal gaz yatakları olmasa bile, 90 yıl önce kendisine ait, bugünkü komşu topraklarda öylesine var ki, Türkiye bir “petrol ve doğal gaz denizi”ne bitişik yaşıyor denebilir.
Ayrıca, Türkiye’nin önümüzdeki yıllara dönük ekonomik büyüme ve gelişme ihtiraslarını unutmamamız gerekiyor. Türkiye’de enerji ve elektrik talebi, yakın geçmişten beri yılda yüzde 7 oranında artıyor ve bu artışın daha da fazla olması bekleniyor.
Türkiye’nin petrol ve doğal gazda, yani “hidrokarbon”da Rusya ile İran’a bağımlılığını azaltması, dış politika manevra alanını açabilmesi için de şart. Suriye’deki kriz, Türkiye’nin Rusya ve İran’la nasıl ters köşelere yerleşeceğini ortaya koydu.
Bağdat’taki Maliki hükümetinin koyu “mezhepçi” pozisyonu ve Türkiye’ye takındığı adeta hasmane tavır –bunda Türkiye’nin hatalarının payı olsa bile- Türkiye’yi yönetenlerde, Irak’ın geleceğine bakış ibresinin Bağdat’tan ziyade Erbil’e dönük durmasında yarar olacağı düşüncesini besledi.
Türkiye, kuşkusuz, Irak’ın parçalanmasından ve bir “bağımsız Kürt devleti”nin ortaya çıkmasından yana değil. Bunu teşvik etmek bir yana, caydırmak yanlısı. Bununla birlikte, kendisini gerçekleşmesi mümkün “gelecek senaryoları”na göre ayarlamayı tasarladığı da seziliyor.
Zaten şu sırada, Irak Kürdistan Bölge Yönetimi’nin petrol boru hatları politikasında, kağıt üzerinde “kitaba aykırı” bir yön de yok. Aşti Hawrami, Kürdistan’tan çıkartılacak ve ihraç edilecek petrol ve doğal gazın Irak’a ait olduğunu, gelirlerin yüzde 17’si alındıktan sonra, geri kalanının merkeze aktarılacağını belirtti.
Tabii, konu, “anlaşma yapma yetkisi” üzerinde düğümleniyor. Fakat, Irak’ta petrol yasası bir türlü çıkmamış olduğu için, Kürtler, “Kürdistan Bölgesi Petrol ve Gaz Yasası”na dayanarak adım atıyorlar. Bu hukuki bir tartışma konusu olsa da, “illegal” sayılamayacak bir husus.
“Denklem”i değiştiren, dünyanın en büyük petrol şirketi kabul edilen Exxon’un Ekim 2011’de İngilizce başharfleri KRG olan Kürdistan Bölge Yönetimi ile altı petrol ve gaz havzasıyla ilgili anlaşma imzalaması oldu.
KRG, o tarihe kadar çeşitli ABD, Kanada, Norveç, Birleşik Arap Emirlikleri ve Türk şirketleriyle anlaşmalar imzalamış ve Bağdat’ın gazabını çekmişti ama bu şirketler, küçük ve orta büyüklükte idi. Exxon’un devreye girmesi Bağdat’ın gücünü aşıyor, KRG’ye “meşruiyet” sağlıyor ve en önemlisi “stratejik ufuk” veriyor.
Türkiye’nin KRG’ye yönelik politikasını da, haliyle, etkiliyor.
Türkiye ile KRG arasında gelişen ve son dönemde olağan dışı bir yakınlaşma gösteren ilişkilerde, malum, “PKK pürüzü” bulunuyor. PKK, bu “yeni çerçeve”de, uluslararası-bölgesel boyutların içine yerleşiyor. Suriye’nin geleceği ile birebir irtibatlanıyor; İran’ın siyasi-lojistik desteğini arkasına alabiliyor ve hatta Rusya’nın “radar ekranı”na giriyor. Türkiye’deki iktidar çevreleri, buna bir de “İsrail boyutu”nu ekliyorlar.
Türkiye’de terör ve şiddet ikliminin yeşertilmesini ve şiddet tırmanışını –dünkü Pınarbaşı saldırısı gibi- bölge jeopolitiğindeki “tektonik kaymaları” göz ardı ederek düşünmemekte yarar var.
Aynı şekilde, BDP’nin de –PKK’dan kendini ayırmasını ve karşı çıkmasını istemek, binlerce kez ifade ettiğimiz nedenlerden ötürü mantıklı olmasa da- “şiddet olgusu”na karşı gayet açık, net bir tavır alması, bunu somut durumlarda somut çıkışlarla, açıklamalarla ortaya koyması, kendi selameti açısından zorunlu.
Uludere’de utanç verici devlet-hükümet tavrının sürmesi, BDP’nin “terör eylemleri”ne karşı utangaç davranmasını anlaşılır ya da meşru kılmaz.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2012
Geçen hafta bugün Washington’daydım. Trilateral Strategy Group’un (Üçlü Strateji Grubu) toplantısı için. TSG, birkaç yıl önce TÜSİAD, Koç Holding, İsveç Dışişleri Bakanlığı ve bir Amerikan düşünce kuruluşu olan German Marshall Fund’ın ortaklığında oluşmuş bir grup. Yılda üç kez toplanıyor. İstanbul’da, Washington’da ve bir Avrupa başkentinde. Türkiye, Avrupa ve ABD üçlüsünün önündeki ortak gündem konularını, Transatlantik ittifakı çerçevesinde ele alarak tartışıyor. Üç tarafın önemli yetkilileri, siyaset adamları, akademisyenleri toplantılara katılıyorlar. Bu seferki Washington toplantısının ana başlığı “Can the West Cope?” idi; yani “Batı Başa Çıkabilir mi?”
Neyle diye sorarsanız, üç tarafı birden ilgilendiren bir dizi sorun ve gelişmeyle. Bir tam gün ve bir de yarım gün süren, ilk gün üç, ikinci gün iki panel ile ortak gündem maddeleri ele alındı.
Ben, “Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da Yeni Güvenlik Denklemi” başlıklı, eski AB yetkililerinden Michael Leigh’in yönettiği panelin, Amerikalı Kongre üyesi (Türkiye’nin dostları grubunun başını çekmişti) Robert Wexler, ABD’nin eski Afganistan ve Irak Büyükelçisi ve BM Temsilcisi Zalmay Khalilzad ve Alman Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Ruprecht Polenz ile birlikte, dört konuşmacısından biriydim.
Sol yanımda, İspanya’nın Aznar dönemi Dışişleri Bakanı Ana Palacio’nun oturduğunu farkedince, Suriye odaklı konuşmamdan daha uzununu, onunla Avrupa ekonomik krizi ve Yunanistan ile İspanya karşılaştırması üzerine yaptım. TSG toplantıları çok ufuk açıcı.
TSG toplantısı ve onu izleyen gündemim nedeniyle, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Chicago ve San Francisco gezisini kaçırdım. Oysa, ona davetliydim. Washington’dan Chicago’ya geçerek, Cumhurbaşkanı’nın NATO Zirvesi ve San Francisco’da Silicon Vadisi’ndeki temaslarında yer alacaktım. O daha bile ufuk açıcı olacaktı. Olmadı.
Olmadı ama Abdullah Gül’ün özellikle Silicon Vadisi’nde Google, Twitter, Facebook ve Apple merkezlerinde yöneticilerle yaptığı temaslara büyük bir ilgi ve merakla uzaktan izlemeye çalışıyorum.
Cumhurbaşkanı Gül, Silicon Vadisi’ne gitme fikrinin kendisinden çıktığını söylüyor ve “Bakıldığında, son yıllarda hayatımızı değiştiren olayların kaynağı burası. Arap dünyasındaki gelişmeler, ayaklanmalara bakın, en büyük katkı buradaki işlerden kaynaklı. Korku duvarlarınınyıkılmasına yol açan projeler buradan çıkıyor... Türkiye’nin önümüzdeki kalkınma stratejisine baktığımızda bilim ve teknolojide hamle yapması gerekiyor... Bize ancak bu sınıf atlatır. Yoksa Türkiye iyi kötü orta sınıf gelire sahip bir ülke olarak yoluna devam eder. Türkiye’nin orta sınıf gelirden gelişmiş bir ülke haline gelmesinin yolu buradan geçiyor...” diye ekliyor.
Türkiye’nin böylesine vizyoner bir Cumhurbaşkanı’na sahip olması çok sevindirici. Söyledikleri kağıt üzerinde çok doğru ama Abdullah Gül, geride bıraktığı ülkesinde bugünlerde olup bitenlere bakarsa, Türkiye’nin sınıf atlaması ve “gelişmiş bir ülke haline gelmesi” için “bilim ve teknolojide hamle yapması”ndan daha öncelikli bir konu olduğunu farkedecektir.
Türkiye’de adalet yerlerde sürünüyor.
“Adalet” ve bununla çok yakından ilgili yargı ve yargı ile yürütme arasındaki ilmeği atan “güvenlik bürokrasisi” alanında Türkiye, hamle yapmaz ve sınıf atlamazsa, bilim ve teknoloji alanında hamle yapması hayaldir.
Leyla Zana, dün 10 yıl hapse mahkum oldu. “Terör örgütü üyeliği”nden. Leyla Zana, bildiğimiz kadarıyla BDP Diyarbakır Milletvekili. Yani, kendisini Türkiye’nin yasama organına taşıyan bir örgütü zaten var. Terör örgütü üyeliğinden ne murad eder, anlamak kolay değil. Üstelik 1994 yılında, yine milletvekili iken, yaka paça TBMM’den cezaevine gönderilip 10 yıl hapis yatmış ve bu olay Türkiye’nin siyaset tarihine bir kara leke olarak düşmüştü. Leyla Zana, hapiste kaldığı sürede, dünyanın saygın barış kuruluşlarından bir sürü ödüle layık görülmüştü.
Türk yargısı şimdi onu bir kez daha 10 yıl hapse mahkum edecek kadar, “bilim ve teknolojide hamle dönemi”nin gerilerinde.
Sorun, sadece yargıda değil; yürütme de sorunlu. “Deveye niçin boynun eğri demişler, nerem doğru ki cevabını vermiş” hesabı.
Yürütmenin oluşmasına büyük katkıda bulunduğu bir “zihniyet iklimi” Türkiye’yi sarıyor. Alın size, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in önceki gün Uludere katliamına ilişkin açıklamalarını. 34 çocuk-delikanlı yoksul vatandaşının F-16 bombalarıyla paramparça edilmesini “özür dileyecek bir durum yok” diye niteledikten sonra, onları“terör örgütünün kaçakçılık faaliyetinin figüranları” olarak ilan edebiliyor.
Oysa, Başbakan, ondan bir gün önce “özür diledik ya, fazlasıyla tazminat da verdik, daha ne istiyorlar” kabilinden bir açıklama yapmıştı.
Aslında, ortada özür filan de yoktu. Bu bakımdan, İdris Naim Şahin’in söylediği daha da doğru. İşin “tazminat faslı”na ve Başbakan’ın açıklamalarına gelince, 13 yaşındaki oğlu Erkan Encü’yü kaybeden Felek Öncü şöyle diyor:
“Biz bu olayı Başbakan çözer demiştik. Onu dinlerken tüylerim diken diken oldu. Çocuklarımız parçalanarak öldürüldü. Başbakan’ın açıklamaları yüreklerimizi de, bizi de paramparça etti.”
Baba Mehmet Encü’nün sözleri ise şöyle: “’Özürse özür diledik’ diyor. Özür dilemedi ki. ‘Tazminatsa tazminatı verdik’ diyor. Başbakan alsın o tazminatı cebine koysun.”
Roboski muhtarı Haşim Encü’nün sözleri, “Onu ancak Allah’a havale edebiliriz. Bu dünyada soramadığımız hesabı belki diğer dünyada sorarız.”
Bütün bu sözler, “sözün bittiği yer”dir. Ne muhalefetin polemiklerine, ne de “olayı istismar etmeye” gerek bırakmıyor. Ateşin düştüğü yerden, sönen ocaklardan gelen sesler bunlar.
Türkiye’de oluşan “iklim”in Uludere Vadisi’ne düşen payı bu. Silicon Vadisi çok uzaklarda.
Böyle bir “iklim”de “BDP’yi muhatap alırız”ın bir anlamı var mı gerçekten? “Sorun”un çözümü için iyimser olmak –şu aşamada- gerçekçi mi?
İş, Cumhurbaşkanı’na düşüyor. Cumhurbaşkanı demek Devlet Başkanı demek. Vatandaşlarına karşı akıl almaz derecede hoyrat bir görüntü veren bir devletin başı olarak, gönül alma yükümlülüğü onun sırtına yüklenmiş vaziyette.
“Cumhur”un bir parçasına da duyarlı olmak durumunda.
Şunu kendisine bir “istida” olarak kabul etsin:
Silicon Vadisi’ndeki işini bitirir bitirmez, Uludere Vadisi’ne bir gidiversin...
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2012
Wall Street Journal’ın “Roboski katliamı” ile ilgili haberini Genelkurmay yalanladı.
Kime inanacağız, “Amerikan Savunma Bakanlığı”nın kaynaklarına dayanılarak ortaya atılan “bilgilere” mi; yoksa kendi Genelkurmay’ımızın “yalanlaması”na mı?
WSJ, finans ve siyaset dünyasında önemli ağırlığı bulunan bir gazetedir ve haberlerinin yalanlandığı ya da yalanlamaya müsait haber yaptığı pek duyulmamıştır.
Bu, elbette, WSJ asla yanılmaz gibisinden bir sonuca götürmemelidir. Yanılabilir. Ama, haberlerinde doğruluk payı ihtimalinin çok güçlü olduğuna dair haklı bir algı oluşturmuştur.
Türkiye’de ise yönetim “şeffaf” hiç olmadı; en önemli çağdaş demokrasi ilkesi sayılan “accountability” yani yöneticilerin “hesap verirliği” Türkiye’nin pek tanışık olduğu bir kavram da, uygulama da değil.
Yakın geçmişin darbe girişimlerine ilişkin soruşturmalar, “hesap verirlik” ilkesinin uygulamasından ziyade, kötü yazılmış iddianameler, çürük ve çelişkili suç isnatları gibi “hesap sorma” davaları haline dönüştü.
“Accountability” yani “hesap verirlik” ile, bir dönemin yöneticilerinden bir dönem sonraki yönetimin “hesap sorması” arasında doğru ve meşru bir ilişki bulunmuyor.
Genelkurmay’ın WSJ haberini yalanlaması, “yalanlamalar” konusunda inandırıcı bir sicile sahip olmamasından kaynaklanmıyor. Yalanlamanın kendisi inandırıcı değil. Yani, zaaf, bizzat yalanlamanın kendisinden kaynaklanıyor.
Açıklamada şöyle denildi:
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2012
Yoğun kızıl dumanın arasından görülen alevler gecenin karanlığını kızıl bir aydınlığa çeviriyor.
Birkaç bin kişi olmalı, sarı-lacivert bayraklarla 29 yıllık bir aradan sonra, Türkiye Kupası’nı kazanarak Ankara’dan dönen Fenerbahçe futbol takımını karşılıyor. Saat sabaha karşı 02. Aradan bir saat geçmiş, Fenerbahçe armalı takım otobüsü Sabiha Gökçen havaalanının terkedememişti.
Geceyarısına bir saat kala, İstanbul Bağdat Caddesi’nde hayat durmuş, binlerce kişi bayraklarla, arabalarıyla sokaklara dökülmüştü. Sarı-lacivert bayraklarla, şehrin karşı yakasındaki Metris Cezaevi’ne doğru araba konvoyları da yola çıkmıştı.
Tahrip edilen, kırılan, yıkılan hiçbir şey yok. Çünkü ortada duruma müdahale eden ve biber gazı kullanan polis yok.
Fenerbahçe, iki yıl öncenin Türkiye Ligi şampiyonu, bu yılın en dişli ekiplerinden kupa finalisti Bursaspor’u futbol olarak muhteşem bir oyundan sonra 4-0 yenerek, 29 yıl defalarca final oynamış olduğu halde kazanamadığı Türkiye Kupası şampiyonu olduğunda, camianın ileri gelenlerinden biri, binlerce kişinin takımı karşılamak üzere gece yarısı havaalanına koşacağından emin, “Bu gece yarısı biber gazı var. Bakalım kaç kişinin canı yanacak” demekten kendini alamamıştı.
“Polis, oraya gitmezse; birşey olmaz” dedim. Gitmedi, birşey olmadı.
Polis, durup dururken, kutlama yapan taraftarlara niçin saldırsın ki? Bu durum, Cumartesi gecesi olup-bitenle aynı şey değil ki; diye düşünen mutlaka olur. Hatırlatmak kabilinden, bundan yaklaşık iki ay önce Azerbaycan’da Avrupa Şampiyonlar Şampiyonu olarak, sabaha karşı İstanbul’a dönen Fenerbahçe Kadın Voleybol Takımı’nı karşılamaya gelen binlerce Fenerbahçeliye, biber gazıyla polis saldırmıştı.
Adeta “Her Fenerbahçeli bir gün mutlaka biber gazı ile tanışacaktır” hükmü uyarınca, bu “hal” uygulanmaya çoktandır başlamış olduğu için, Türkiye Kupası’yla İstanbul’a dönen takım için yapılan kutlamalarda olay çıkması, bir başka deyimle, Fenerbahçelilerin polis saldırısına uğraması endişesi söz konusuydu.
Benim dediğim çıktı; polis duruma gereksiz yere müdahale etmiyorsa, insanların sevincini özgürce paylaşmasına imkan veriliyorsa; kimsenin burnu da kanamıyordu.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2012
Cumartesi gecesi Fenerbahçe stadının içinde ve dışında –Kadıköy’ün çeşitli köşelerinde- cereyan eden olayların “futbol”un ve “Fenerbahçe-Galatasaray” rekabetinin boyutları dışında bir anlam taşıdığını anlatmaya çalıştık.
Fenerbahçe’yi hedefine alan ve “3 Temmuz Süreci” diye adlandırılan gelişmelerin de, bugün vardığı noktaya doğru yol alacağını aylardır anlatmaya çalışmıştık.
Bu çabamıza derhal “fanatiklik” damgası vurularak, “Konu, Fenerbahçe’ye gelince kendinden geçiyor” gibi nitelemelerle, hakkımda yaygın bir “itibarsızlaştırma” kampanyası güdüldü. Böylece, yazdıklarımın içeriği anlamsız kılınmak istendi.
Ama işte, doğrulanarak, geldik yepyeni ve riskli bir “toplumsal kutuplaşma”ya.
Gelinen noktayı ve mahiyetini, en başta iktidar ve Başbakan Tayyip Erdoğan, ya anlamıyorlar; ya da anlamazdan geliyorlar.
Toplum içindeki gelişmelere bir nebze duyarlılık taşıyan ve en önemlisi Fenerbahçe ortamını çok yakından bilen ya da izleyenler, 12 Mayıs gecesi olaylarını, Fenerbahçe kitlesiyle devletin güvenlik güçleri arasında bir çatışmayla açıklar, buna göre dersler çıkartırdı.
Olan da buydu zaten.
Futbol alanı, maç sahası, stadyum, bu “gerçeklik”in kendisini dışarı vurduğu araçlar olmaktan daha ötede anlam taşımıyorlar. Gelinen nokta, basit bir “hooliganizm”, “fanatiklik”, bildik türden “taraftar taşkınlığı” değil.
Bu anlaşılmazsa; “3 Temmuz süreci”nin “siyasi-sosyolojik” bir boyut kazanmakta olduğu kavranmazsa, “çözüm” –her neyin çözümü ise- yönünde yol alınamaz.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2012
Cumartesigecesimaçbittiğiandaayağakalktık. 50 bin kişiylebirlikte. Fenerbahçeseyircisi –yani 50 bin kişi- birandasözleşmişgibi, “Bu taraftarsizinlegururduyuyor”, “Fenerbahçeburaya”diyetezahüratyapmayabaşladı.
Şampiyonluğukazanamamışolmanınüzüntüsüiçinde, kimisiyerde outran Fenerbahçelifutbolcularayağakalktı. Tribünleredönerekalkışlaraalkışlarlakarşılıkvermeyebaşladılar.
SahaiçindekifutbolcuöbeklerindebazıFenerbahçelifutbolcular, Galatasaraylıfutbolcularıtebrikediyorlardı.AykutKocaman, FatihTerim’esarılmış, kutluyordu.
Galatasaraylıfutbolcular, sahanınortasınayakınbiryerdetoplandılar, sevinçiçindeşampiyonunvanınıkazanmışolmalarınıkutluyorlardı.Birdenetraflarındabir polis kordonubelirdi.Galatasaraylıfutbolcularyoğun polis kordonuarasındatribünlerdengörünemezoldular.
Fenerbahçeli 50 bin kişi, Galatasaraytakımıilemeşguldeğildi.Kenditakımınatezahüratyapmaktaydı.Sahayaatlayantekbirkişiyokiken, maçolaysızsonuçlanmışvesonuçlandıktansonraolayçıkacağınadairhiçbirbelirtiyokken, tribünlerinönündegüvenlikönlemiiçindizilmesigerekenpolisin, Galatasaraylıoyuncularıkuşatmasıiçin de hiçbirnedenyoktu.
Galatasaraytakımı, sahaiçindekisevincinearaverip, kupatöreniöncesisoyunmaodasınagidiyor. SahadaGalatasaraylıoyuncukalmıyor.Maçınbitiminden 5 dakika 31 saniyesonra.
FenerbahçelifutbolculardanEmreve Ziegler sahada.Yavaşyavaşonlar da soyunmaodasınınyolunututuyorlar.Azsayıdataraftarsahayaatlamış, Fenerbahçe’ninsahadakalanfutbolcularınasarılmayavehatıraiçin forma almayaçalışıyorlar.Maçınbitiminden tam tamına 7 dakika 41 saniyesonra.
Fenerbahçeyönetimkuruluüyeleri, ŞerefTribünü’ndeayakta, tribününönünegelenbirkaçFenerbahçelifutbolcuyualkışlıyorlar.Onlar da soyunmaodalarınagiriyor.Sahadafutbolcukalmıyor.
Futbolculardanboşalmışsahada, polis gücününönemlibirbölümü, soyunmaodalarınınönünegidentünelinönünde –nedense- mevzilenmiş, sahadaolmayanGalatasaraylıfutbolculariçin“korumaönlemi” almışdurumda.
Yazının Devamını Oku