Bir de Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti ve çekişmesi üzerinden keskin bir kutuplaşma vesilesi üreten toplumumuz için yeni ve müthiş bir gerginlik gıdası daha gibi görülebilir.
Ama, galiba bu kez tam tersi olacak. Yeni bir sürecin başlangıcı olacak.
Aziz Yıldırım, “maç sonucu ne olursa olsun”, “iki şampiyon takımı” daha hafta içinde kutladı.
“3 Temmuz Süreci” ile üzerine leke sürülmek istenmiş, darbe üzerine darbe yemiş (Başkan hala içerde, daha ne olsun) ve geçen yılki Şampiyonluğunun hakkı olan Avrupa Şampiyonlar Ligi’ne katılmasının önü kesilmiş, hakkı gaspedilmiş bir futbol takımının, bu sezon şimdiden Avrupa Şampiyonlar Ligi’ne katılma hakkını elde etmiş olması, hem kendini hem tüm Fenerbahçe camiasını aklamıştır.
Bir gün, İstanbul’da ikamet eden tüm İspanyol gazetecilerin de katıldığı Büyükdere’deki davetlerinden birinde, bize dönüp, “Siz, Türkler Akdenizli değilsiniz. Akdenizli özellikleriniz yok sizin” deyiverdi.
Çok kimlikliliğimiz konusunda iddialı biz Türkler, derhal cevap yetiştirmeye giriştik. Hem Avrupalı, hem Ortadoğu’lu-Asyalı; hem Akdenizli, hem Karadenizli, hem Balkanlı, hem Kafkasyalı, vs. vs. olduğumuza dair bildik, ezber, basmakalıp klişeleri ardarda sıralamaya başladık.
Katalan büyükelçi hiç oralı olmadı. “Bakın” dedi, “Ben sadece İspanya’nın resmi tutumu gereği değil; kendi görüşüm olarak da, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini hararetli destekliyorum. Ama, siz AB’ye girerseniz, Akdenizli karakteristiklerinizle AB’de yer alamazsınız. Daha ziyade Orta Avrupa ülkelerine benzer karakteristikler taşıyorsunuz” diye devam etti.
Ben atıldım, “Akdenizli karakteristiklerden neyi kastediyorsunuz?” diye sordum.
“Akdenizliliğin iki temel karakteristiği vardır; ikisi de sizde yok” karşılığını verdi, “İlki Siesta. Siesta olmadan Akdenizlilik olmaz. Akdenizlilerde Siesta engellenemez. Sizde yok. Siz çok çalışkansınız. Orta Avrupalılar gibi habire çalışıyorsunuz. Siesta yapmayı aklınıza bile getirmiyorsunuz. İkincisi, askerlik. Akdenizlilik demek askerlikle hiç ilginizin olmaması demektir. Oysa siz, hem büyük orduya sahipsiniz, hem de askerlikle övünmeye teşnesiniz. Akdenizlilik bu iki şeyin tam zıddıdır.”
Başkanlık seçimini henüz geride bırakan bir Akdeniz ülkesine, Fransa’ya, üstelik Fransa’nın Akdeniz kentlerinden birine uçarken, uçakta okuduklarım, bana bu anekdotu hatırlattı ve Türkiye’nin “Akdenizli kimliği” olup olmadığını bir kez dahadüşündürttü.
IHT’de Maureen Dowd’un, Fransa’nın yenik Cumhurbaşkanı ile yeni Cumhurbaşkanı hakkında eğlenceli bir yazısı vardı. “Bir önceki seçimde Nicolas Sarkozy karısını kaybetti. Bu seferkinde Fransa’yı” diye başlıyor yazısı.
Sarkozy’nin seçimi kaybettiği gece Bastille’de şu pankart göze çarpmış, “Kaybol ortadan seni küçük budala.”
9000 kişinin yaşadığı kampta Başbakan’ı 1500 civarında Suriyeli mülteci büyük tezahüratla dinledi. Ama Başbakan’ın Suriyeli mültecilere verdiği “haberler” ile mültecilerin istekleri arasında tam bir kesişme noktası olduğu söylenemez. Kalabalık topluluk, “Yaşasın Erdoğan” diye tezahürat yapmış olmakla birlikte.
Tayyip Erdoğan’ın Kilis’te Suriyeli mültecilere hitabı, kuşkusuz, Şam ve konuyla ilgili bütün başkentlerde dikkatle izlendi.
Erdoğan, “Başşar Esad’ın her gün kan kaybettiğini” söyledi ve “Zaferiniz yakındır” diye haykırdı; ayrıca “sadece Kofi Annan Planı’nın çözüm getirmeyeceğini” de vurguladı ama...
Aması, bu “retorik”in ötesinde yakın geleceğe ilişkin Suriyeli mültecilere de, kendisinin sözlerini dikkatle not etmiş olan uluslararası başkentlere de Türkiye’nin ne yapacağına dair, elle tutulur, “heyecan verici” yeni unsurlar sunmadı.
Suriyeli mülteciler, Tayyip Erdoğan’dan “Tampon Bölge” istediler; dahası “Hür Suriye Ordusu için silah istiyoruz” diye bağırdılar.
Türkiye, bu talepleri karşılamaya razı mı? Razı olsa da, bu talepleri karşılamaya hazır durumda mı?
Bu noktada, Türkiye’nin Suriye siyasetinin yüzyüze bulunduğu ve henüz kolay aşılabileceğine ilişkin herhangi bir “sinyal” vermeyen açmazlar söz konusu.
Türkiye’nin anlaşılabilir ve daha da ötesinde kabul edilebilir “ilkesel pozisyonu”, durumu bir Türkiye-Suriye sorununa dönüştürmemek. Yani, Türkiye’nin tek başına bir “müdahale”de bulunmaya niyeti kesinlikle yok.
Ne de olsa, ikincisi “aile” ile, sizi seven, en alçakgönüllü halleriyle sevgilerini ve saygılarını size hissettiren insanlarla yenilen bir yemek. Muş’un güzel zamanındayız üstelik. Bahar, şehrin sırtını yasladığı dağların karını eritmemiş ama aşağıda uzanan ve Karasu ile Murat’ın suladığı uçsuz bucaksız ovada yılda onbeş günlük bir ömrü olan Muş laleleri henüz fışkırmışlar.
Ülkenin en unutulmuş, gözden kaçmış köşelerinden biri Muş. O yüzden, Muş halkı, her an, her noktada, şehrin dağa tırmanan eski kesiminde Kale mahallesinde, aşağıda Murat Köprüsü’nde, sokaklarda yolumu kesip, Muş’a gelmiş olmamdan, Muş’ta bulunmamdan ne kadar mutlu olduklarını söylüyor ve sevecen nazarlarını dikip, tek kelime söyleyemeden kala kalıyorlar. İnsanın içini ısıtıyorlar, bir yandan da böylesine içten, böylesine doğal insanların bu kadar yalnızlık duygusu yaşamaları insanın içini burkuyor.
Onları birincil derecede ilgilendiren sorunun yakında çözümüne dair, sizden umut üretmeye çalışıyorlar. Onların içtenliğine ve sıcak dostluğuna ihanet etmemek, gerçeklerden ayrılmamak dürtüsü, yakın geleceğe dair parlak ufuklardan söz etmemi engelliyor.
Ama kötümserliğe de yer yok. Barışçıl bir çözüm için mücadeleden kaçınmak, vazgeçmek yok. Bu ülkenin insanlarına duyulması gereken inancı terk etmek yok.
Muş’ta, “sorun”un yakında, kısa vadede çözüleceğine dair, hiçbir şey söylemedim; onlar bu konuda benden hiçbir şey öğrenmediler ama ben Muş’tan çok şey öğrendim. Toplumun çözüm arzusunun derinliğini, bu ülkenin insan mayasının iyiliğini ve toplumun, bu konuda da toplumun siyaset sahnesinden çok daha duyarlı ve ilerde olduğunu.
Bu arada, Muş’ta Fenerbahçeliliğin, dikkat çekecek ölçüde yaygın olduğunu ve Muş’un –Muş kamuoyunun diyeyim- Fenerbahçe’ye yönelik haksızlıklar ve adaletsizlik karşısında öylesine ilgili ve duyarlı olduğunu tahmin edemezdim.
Bu da, TFF kararını işittiğim Londra’nın bu konudaki “duyarsızlığı”na karşılık, 24 sonraki Muş’u benim için daha anlamlı ve zevkli kıldı. Yollarda birlikte anı fotoğrafı çektirmek için önümü kesenlerin önemli bölümü, kendilerini Fenerbahçeli olarak tanıştırıyorlardı.
1 Mayıs’ta İstanbul Taksim Meydanı’na çıkan “Fenerbahçe Halktır; Yıkılmaz” pankartı, bir taraftarlık olgusundan ziyade, “Fenerbahçe başkaldırısı” gerçeğini ifade ediyor.
Önlerindeki İpad ve cep telefonlarından “sosyal medya”yı izleyenler, “Sabah Mason Locası’na girip çıkmışsın” diyorlar, “Fotoğrafın var…”
Niye böyle şaka yapıldığını anlamıyorum ama hemen ardından bunun bir “şaka” değil, Yeni Akit adlı gazetenin sosyal medya bağlantıları olduğu ileri sürülen www.habervaktim.com ve www.haberarz.com gibi sitelerde gerçekten fotoğrafımla yer alan bir haber olduğunu görüyorum. (Bu palavra Twitter’da da dolaşıma birkaç dakika içinde giriverdi.)
Benim bir fotoğrafım –fotoğraf, sabah başlayıp gün boyu süren DPI toplantısının yapıldığı Cezayir’in tam önünde çekilmiş- ve altında şu yazıyor:
“Çandar, toplantı arasında Mason Locası’na girdi çıktı: Bu arada Cengiz Çandar’ın toplantı arasında Cezayir Lokantası’nın yakınındaki Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası’na girip çıkması dikkat çekti. Çandar’ın, mason locasına bu kısa ziyaretinin skandal toplantının içeriğiyle bir ilgisinin olup olmaması sorgulanıyor.”
“Skandal toplantı” dedikleri, Yeni Akit gazetesinin, Galatasaray Üniversitesi’nde yapılacak iken, yaptığı provokasyon ile Cezayir’e alınan DPI’ın medya toplantısı, Yeni Akit gazetesi, buna “Galatasaray Üniversitesi’nde PKK Toplantısı” diye manşet atmıştı. DPI’ı “PKK’nin yan kuruluşu” olarak ilan etmişti.
Benim “Mason Locası’na girip çıkmam” ın sunturlu bir yalan olduğunu tekrarlamama gerek bile yok. DPI toplantısının sabah oturumundan ayrıldım ve Helsinki Yurttaşlar Meclisi ile Friedrich Ebert Vakfı’nın düzenlediği “Yeni Anayasaya Doğru ve Ortadoğu” konulu bir uluslararası konferansta konuşma yapmaya gittim ve döndüm.
Bu kadar sunturlu bir yalanı savuran kim? Yeni Akit gazetesi ve onun sosyal medya uzantıları. Peki, Yeni Akit gazetesi ne olarak biliniyor? “İslami” bir yayın organı. Ama bu yalanları üretenleri içinde barındırdığı sürece olamaz.
Çünkü, gerçekten dindar bir Müslüman, bu kadar hayasızca, utanmazca ve kolayca yalan söyleyip, bunu yayar mı? Bunu yapana “dindar Müslüman” denir mi? Bunu yapana, olsa olsa, “kimi istihbarat çevrelerinin tetikçisi” denir?
28 Şubat soruşturması için Başbakan Tayyip Erdoğan, “Cadı avı olmasın ama gittiği yere kadar gitsin” dedi. Bu sözler, yakın tarihimizle, yakın tarihimize damgasını vuran “askeri vesayet rejimi”yle ilgili en kapsamlı “yüzleşme” için gerekli, hatta zorunlu bir “siyasi irade”yi ifade ediyor.
28 Şubat, klasik bir askeri darbe örneği değildi. Yürütücüsü olarak büyük ölçüde sivillerin seferber edildiği, özellikle medyanın belirleyici rol oynadığı bir “Postmodern Darbe” idi. Tam da bu nedenle, “rövanşizm”e sapmadan, “cadı avı” yaratmadan ama “gittiği yere kadar gitmesi”, “doğru adreslere varması” gerekli bir soruşturma şart. Bunun için “ince ayar”la yürütülmesi gerekiyor.
Başından beri vurguladığımız bu. Yoksa, “Aman medyaya ulaşmasın; askerlerle sınırlı kalsın” dediğimiz yok. Sapla samanı ayırarak, sınırları genişleyerek ve genişleterek yürütülmesi gereken bir soruşturmadan söz ediyoruz. Bugüne dek, soruşturmanın doğru biçimde yürüdüğünü söyleyebiliriz.
28 Şubat sürecinin özü, Ali Bayramoğlu’nun dünkü yazısındaki nitelemesiyle “Bir ordunun kendi toplumuna karşı giriştiği bir kalkışma, kandırma, yönlendirme eylemleri” idi. Yani, “psikolojik harekat” idi.
Dolayısıyla, karar merkezinde “asker”in, araçları arasında çok geniş bir yelpazeye yayılan “siviller”in bulunduğu bir psikolojik harekat.
Ne olduğunun, nasıl yapıldığının en çarpıcı belgelerinden biri, Nisan 1998 tarihli “Andıç”tır. 28 Şubat (1997) tarihinin üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmiş olmasına ve Erbakan hükümetinin düşürülmesinden 10 ay sonra “Andıç”ın Genelkurmay’da hazırlanması ve uygulanması, 28 Şubat’ın bir “süreç” ve bu nedenle “Postmodern Darbe” olduğunu ortaya koyuyor.
“Andıç”ın “Konu” diye belirlenen başlığı: Güçlü Eylem Planı.
“Kimden: İstihbarat Başkanlığı’ndan.
Aynı dönemde, Türkiye’nin Ortadoğu’da en güvenilir, en yakın dostu kim sorusu yöneltilse, cevap, “Suriye Devlet Başkanı Başşar Esad” diye gelirdi.
Peki bugün, şu dönemde Türkiye’nin krizli, tehlikeli, riskli Ortadoğu bölgesindeki “en yakın dostu” hatta “en yakın müttefiki” kim diye sorulsa, cevap, tereddütsüz Mesut Barzani olacaktır.
Irak Kürdistan Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, geçen hafta önemli ABD ziyaretinden ülkesine dönüşte İstanbul ve Ankara’ya gelerek yaptığı temaslar ve açıklamalarla, Türkiye nezdindeki bu görüntüsünü pekiştirdi.
Barzani’yi sadece “devlet” değil, Türk kamuoyunun önemli bir kesimi de “güvenilir dost” olarak algılamaya başladı. Öyle ki, Türkiye’nin “yeni” gibi sunulan “Kürt sorunu yaklaşımı”nın da en önemli ve güvenilir dayanağı Mesut Barzani olarak öne çıkıyor.
Türk hükümeti (ve devleti) tarafından adeta kendisine verilen “devlet ihalesi”ni üstlenmiş gibi bir profil çizen Mesut Barzani’nin Türkiye’de yükselen olumlu imajı daha da güçlendi.
Ortada ilginç bir paradoks var. Mesut Barzani’nin Türkiye nezdinde “bölgedeki en güvenilir, en yakın dost ve müttefik” haline geldiği şu dönem, Barzani’nin “Kürt bağımsızlığı” ve “Irak’tan ayrılmak”tan en çok söz ettiği dönem.
Barzani, hiç bu yönde bir eğilim ortaya koymazken, Türkiye’nin karar vericileri kendisinden uzak durur, “aşiret reisi-peşmerge” gibi aşağılayıcı vurgulara muhatap tutulurdu. Ciddi ciddi, “ayrılık” vurgusu yapar ve “bağımsız Kürt devleti”ni gündeme getirirken, Türkiye tarafından pamuklara sarılarak muamele görüyor.
Barzani’nin son çıkışları, Irak merkezi hükümetinin başında bulunan Nuri el-Maliki’yle derin ve ciddi bir çatışma içine girmesinin sonucu. Giderek İran’a yaslanan, Suriye’de Başşar Esad’ı kollayan bir tutum içine giren Maliki, “mezhepçi Şii” bir politikayı esas almış durumda. Suriye’deki gelişmeler, “Sünni unsur”un öne çıkacağı kaygısı, Maliki’yi daha otoriter ve merkeziyetçi ve Sünnileri dışlayan bir tutuma kaydırdı.
“Askeri darbeler geçmişimiz”in en ağır sonuçlar doğuranı 12 Eylül ise, “en sinsi” olanı ve sivil toplumun dokularına nüfuz edeni 28 Şubat idi. Askerin doğrudan yönetime el koyması söz konusu olmadığı ve gece yatıp sabah darbeye uyanmadığımız, 28 Şubat bir sürece yayılarak gerçekleştiği için, farklı bir askeri darbe türü. Darbecilerin kendileri, eserlerini “Postmodern Darbe” diye nitelediler.
Ak Parti iktidarı, 28 Şubat soruşturmasına güçlü bir siyasi iradeyle destek verdi. Belki de bugüne dek rastlanan en güçlü siyasi irade ile. Öyle ki, 28 Şubat’ın simge ismi Çevik Bir’in gözaltına alındığı gün, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’ndan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e uzanan yelpazede bir çok hükümet üyesi, 28 Şubat’ı soruşturmanın isabetini vurguladılar.
En önemlisi, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu konudaki sağlam tavrıdır. Başbakan, “Tamam cadı avı olmasına ama adalet de yerini bulsun. Çıkın açılsın, içinden herşey çıksın. Gittiği yere kadar gitsin. 28 Şubat sadece askerlerin işi değildi. İş dünyası, üniversiteler, medya, sivil toplum kuruluşları, herkes vardı” mealinde konuştu.
28 Şubat ile yüzleşme ve hesaplaşmanın, “askeri vesayet rejimi”ne ölümcül bir darbe vurmak için halka halka genişlemesi gerekiyor ve Başbakan’ın bu konudaki kararlılığı umut veriyor.
Soruşturma açıldıktan sonra, kamuoyu açısından benim katkım, 28 Şubat Postmodern Darbesi’nin dış boyutuna dikkat çekmek oldu. Taraf gazetesinde 16 Nisan’da çıkan söyleşimde Neşe Düzel’in “Sizce neden 28 Şubat davası en yavaş ilerleyen dava oldu?” sorusuna “28 Şubat’ın diğer çıplak darbelerden farklı olarak çok daha girift dış bağlantıları var. İnce dengeleri var. İşin Amerika’ya ve İsrail’e giden bir boyutu var” cevabını verdim.
Ardından gelen “İsrail destekli bir darbe miydi 28 Şubat?” sorusuna ise cevabım şu oldu:
“Tabii öyleydi. Türkiye-İsrail işbirliği ve askeri ilişkileri 28 Şubat’la nereden nereye gitti, hangi rakamlara ve mali boyutlara vardı görmek gerekir.”
28 Şubat’ın “Amerika boyutu”nu ise, zaten önceden yansıtmıştım. Hasan Cemal’in ta Mayıs 2010’da yayınlanan “Türkiye’nin Asker Sorunu” adlı kitabında, sayfa 302 ve 303’te, 28 Şubat (1997) MGK toplantısından iki hafta sonra Washington’da Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın düzenlediği ve tanınmış Cumhuriyetçilerin de katıldığı bir toplantıdan söz etmiş ve kitaba şu satırlarla katkıda bulunmuştum: