Paylaş
Obama’nın sözünü ettiği, en başta İran’ı ilgilendiren füze savunma sistemi konusuydu ama “Kasım’a kadar bana müsaade” sözleri, Amerikan politikasında 2012 yılındaki “hareketsizlik” mesajını ifade ediyordu. Bu “hareketsizlik” en fazlasıyla Suriye’ye ilişkin olarak kendisini ortaya koydu.
Obama yönetiminin bu “zaafı”ndan cesaret alan herkes, aklına eseni yapmakta serbest hissediyor; başta Orta Doğu’nun zalimleri. Arkasına Rusya’yı ve İran’ı alan Suriye diktatörü Başşar Esad ise bu zalimlerin en başında geliyor.
Ne var ki, Hula katliamı’nın ardından yönetimi eleştiren salvolar ardı ardına, Obama’nın göz ardı edemeyeceği yayın organlarından gelmeye başladı. Washington Post, dünkü başyazısında konuya “ABD Suriye hakkında ne yapmalıdır” başlığıyla cepheden girdi. Etkili The Economist dergisi de, “Hula’da Dehşet” başlıklı yazısıyla Washington Post’un eleştiri ve önerileriyle kesişti.
Gelinen nokta, Türkiye’yi de çok yakından ilgilendiriyor, zira, giderek Suriye topraklarında bir “tampon bölge” oluşturulması ve bunun öncelikle Türkiye üzerinden gerçekleştirilmesi, Suriye’deki gelişmelere “dur” demek isteyen herkesin üzerinde kesişmeye başladığı bir seçenek haline geliyor.
Washington Post, Amerikan başkanlarının kahvaltı masasında önlerinde buldukları gazete olmak gibi bir üne sahip. Dünkü başyazısını, ABD’nin BM Temsilcisi (Obama yeniden seçilirse, Dışişleri Bakanı olma ihtimali yüksek) Susan Rice’ın Hula Katliamı sonrasında değindiği “üç senaryo”ya dayandırıyor ve bir “dördüncü senaryo”yu öneriyor.
Susan Rice ilk senaryoyu Kofi Annan girişiminin başarıya ulaşması olarak belirtmiş ama bunun gerçekleşmesi en muhtemel senaryo olmadığını eklemeyi ihmal etmemişti. İkincisi Rusya’nın Suriye rejimine baskısıydı ki, şu ara bunun hiçbir işareti görülmüyor.
Rice’ın üçüncü senaryosu ise “Şiddet tırmanır, çatışma şiddetlenerek yayılır ve daha yüksek bir derecede vahamete ulaşarak, artan ölçülerde mezhep çatışma halini alır, bölgedeki ülkeleri de içine çeker ve sadece Suriye de değil, tüm bölgede büyük bir krizle yüzyüze kalırız” sözcükleriyle ifade edilmişti. ABD’nin muhtemelen kımıldamak zorunda kalacağı ve harekete geçeceği de, bu “üçüncü senaryo”nun gerçekleşmesi idi.
Washington Post, “Bu noktada ayrılıyoruz” diyor ve “muhtemelen Esad rejiminin çöküşünü beraberinde getirecek, mezhep çatışmasının önüne geçecek ve bölgesel çapta bir savaşı durduracak” bir yol öneriyor.
“Yapılacak ilk iş, her ikisi de ABD müttefiki olan ve zaten içlerinde binlerce Suriyeli mülteci barındıran Türkiye’nin ve Ürdün’ün Suriye sınırları boyunca ve Suriye içinde güvenli bölgeler oluşturmak bir için bir koalisyon örgütlemektir. Bu bölgeler hava gücü ya da mütevazi ölçülerdeki Türk birliklerince korunabilir. Türk hükümeti güvenli bölgeler için desteğini ilan etmişti. Kendisine sadık bir avuç askeri birlik kalan Esad rejiminin, ülkenin geri kalan bölümünü kontrol etmeye çalıştığı bir sırada, bu bölgelere karşı koyması ağır bir baskı altına alınabilir. Bu bölgeler, Batılı devletlerin yardımı ve etkisiyle, muhalefet güçlerinin örgütlenebileceği ve eğitim göreceği yerler olabilir. Bazı uzmanlar, bunların oluşturulmasının, rejimi çökerteceğine, en azından birçok sivil yaşamın kurtarılabileceğine inanıyor.”
Başyazı, şu uyarıyla noktalanıyor:
“Bu seçenekleri benimsemesi, Başkan Obama’nın, pasifliğini terketmesi, siyasi ve diplomatik sermaye harcaması ve Orta Doğu’da ‘savaş dalgası aşağı çekiliyor” sloganıyla yürüttüğü seçim kampanyası övünmesini bir kenara bırakmasını gerektiriyor. Ama bunu yapmazsa, o dalga yükselecek ve bunun önüne geçmeye çalışmanın maliyeti giderek artacak.”
O kadar ki, belki de Obama’yı yutacak ve seçimine malolacak kadar.
İlginç bir şekilde, The Economist de, geçersizliğini vurguladığı üç seçenekten sonra bir “dördüncü seçenek”ten söz ederek, şöyle diyor:
“Dördüncü seçenek, Türkiye ile olandan başlayarak, Suriye sınırlarında tampon bölgeler ve insani yardım koridorları empoze etmektir. Bunlar, hem Esad’ın kuvvetlerinden kaçan Suriyeli sivillere sığınak sağlayacak ve hem de Hür Suriye Ordusu’na tekrar toplanmak üzere geri çekilecekleri bir mekan sağlayacaktır.”
Batı basınının en etkili organlarında, bu konu böyle işlenmeye başladığında, yakında Washington’un Ankara’nın kapısını çalacağını düşünmek için yeterli sebep var demektir.
Suriye muhalefetinin, oluşmaya başladığı ilk günlerden beri (Suriye Ulusal Meclisi, Kasım ayında İstanbul’da ortaya çıktı) Türkiye’den talep ettiği de bu “tampon bölge”dir. Aralık ayında, Beyrut’ta, Suriye konusunu görüştüğüm hemen herkes, bana, Türkiye’den beklentinin bu olduğunu dile getirmişti.
Türkiye’nin, hakkındaki aksine kanaatlara rağmen, bu konuda ayak sürüdüğü seziliyor. “Tampon bölge” oluşturulmasının, Başşar Esad’ın Suriye’yi son kertede mezhep coğrafyalarına bölme şeklindeki son kertede başvurmaktan çekinmeyeceği hesaba, böylece “Suriye’nin bölünmesi tuzağı”na kendi eliyle yardım etmek istemiyor.
Yoksa, konu, Suriye ile bir savaşa tutuşmak riski değil. Bu, hiç olmayan bir risk değilse de, şu sıra Suriye’nin savaşacak bir orduya sahip olduğu pek şüpheli.
Suriye’nin içinden sızan gözlemci raporları, Suriye kırsal alanının en geniş kesilerinin ve kırsal alandaki şehir merkezlerinin ne Hür Suriye Ordusu’nun, ne de hiç kimsenin kontrolünde olmadığına işaret ediyor. Rejim güçleri, direnişçilerin etkisindeki bölgelere giriyor ve cezalandırmaya kalkışıyor ama orada fazla sallanmadan, terkediyorlar. Rejim güçlerinin, Türkiye’nin Hatay sınırının dibindeki Cebel Zaviye’den, en doğudaki Deir ez-Zor’a, en güneydeki Dera’a’ya yol kenarına yerleştirilen uzaktan kumandalı bombalardan ötürü, hareket edemediği haber veriliyor.
Ülke sınırları içinde “tampon bölge” oluşturulmasının, kaçmaya ve rejimi terketmeye hazır binlerce Sünni askerden oluşan Suriye ordusunu hızla çökerteceği, bu talebi gündeme getirenler tarafından hararetle savunuluyor.
Türkiye, birkaç ay önce iyi bir fikir olduğuna dair kuşku duyduğu “tampon bölge” oluşturulmasını düşünmeye başlayabilir.
Yani, Suriye, “açıklamalar” ve rejimi yerden yere vuran “coşkun nutuklar”la durumu idare etmenin ötesine geçip, Türkiye’deki iktidarın önüne ne yapacağına dair hızla “karar almak zorunda olduğu” bir başka “sorun”a dönüşüyor.
Çünkü o “dalga”, sadece Obama’yı altına almakla kalmayacağa benziyor.
Paylaş