Paylaş
Türkiye’nin kararı, Türk medyası tarafından “Suriye ile ipler koptu” diye ilan edilmişti.
Dışişleri Bakanı da, “Bütün yolları denemek, bütün ihtimalleri tüketmek zorundayız” dediğine göre, Suriye ile kaçınılmaz bir “savaş” ya da bir başka deyimle “Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahalesi” ufukta göründü sonucuna mı varmalıyız?
Bu sorunun cevabını Ahmet Davutoğlu’nun şu sözlerinden çıkartabiliriz:
“Suriye her kartı kullanmak isteyecektir... Bizim için esas güvenlik riskini yükselten daha yaygın bir kaosun ortaya çıkması. Geçmişte Suriye yönetimi istikrarı sağlayan bir unsurdu, kendi halkıyla çatışmıyordu. Şu anda Suriye yönetiminin kendisi istikrarsızlık kaynağı. Eğer bir güvenlik riski oluşursa, her türlü tedbiri alırız. Uluslararası hukuk sınırları içinde her türlü tedbiri alırız. Bir an önce uluslararası toplum tek bir tutum içinde davranmalı.”
Bir de şu sözlerini bunlara ekleyelim:
“3.5 yıl Bosna-Hersek’te yürütülen katliama seyirci kalınmasının ne bedellere yol açtığını görüyoruz. İç savaş çıkmaması için BM kararlı bir tutum sergilemeli. Açık bir tavır almalı.”
Yani, ne anlamalıyız?
Şunu: Türkiye, Suriye’ye karşı tek başına hareket etmeyecek. Atacağı her adım, uluslararası şemsiye altında olmak zorunda. Bunun için, BM ve uluslararası toplum, bugünkü tutumundan farklı davranmalı.
Bunun olabilmesi ise, “tek süperdevlet” konumunda olduğu ve “tek-kutuplu” bir uluslararası sistemde yaşadağımız için, ABD’nin ön almasıyla mümkün olabilir. Obama Amerika’sının temel karakteristiklerinden biri ise Orta Doğu’da hareketsizlik. Ön almaya gücü var mı, yok mu bir yana; böyle bir niyeti olduğu şüpheli.
New York Times, dün bu konuda şöyle bir “iç bilgi” aktardı:
“Başkan’ın danışmanları, Suriye rejiminin baskısının, sonunda, daha saldırgan bir karşılık gerektirecek bir noktaya ulaşacağında hemfikirler. Ancak, bunun eşiğinin neresi olduğuna dair aralarında bir konsansüs yok. Oyun kurallarını değiştirmesi mümkün bir gelişme, çatışmanın Suriye’nin ötesine, Lübnan, Türkiye ve Ürdün gibi komşu ülkelere yayılması olabilir.
Şimdilik, ortadaki seçeneklerin hepsi önünde engeller var. Hemen her hafta, üst düzey yetkililer Suriye’yi görüşmek üzere toplanıyorlar. Katılımcıların canını sıkacak biçimde, her seferinde masanın üzerindeki seçenekler beş aşağı beş yukarı, aynı. Son umut, uzun süredir Suriye’nin müttefiki olan Vladimir Putin’in, Esad’ı görevini terke zorlayacağı.”
Bu, bir ne yapacağını bilememek, ne yapacağını karar verememek ve yapılabileceği yapmayı göze alamamak hali.
ABD’nin uluslararası önderlik zaafı, tüm sisteme dalga dalga yayılıyor ve Suriye halkı, kendi dayanma gücüyle, kendi işini kendisi halletmek zorunda bırakılıyor. Bu da, Suriye’deki “kan banyosu”nun, nereye varacağı ve nasıl sonuçlanacağı belli olmadan, devamı anlamına geliyor.
Başta ABD ve BM, uluslararası toplumun tavrının getirdiği kısıtlamalar, Türkiye’nin hareket alanını olumsuz yönde etkiliyor ama öyle bir hareket alanı Türkiye’nin önünde açık olsa bile kendi ayağına vurduğu prangalar, Türkiye’nin Suriye konusundaki hareket yeteneğini ortadan kaldırıyor.
Uludere katliamının ele alınmasını yüzüne gözüne bulaştıran bir iktidarın, Suriye’de Hule katliamından duyduğu infialin bir inandırıcılığı olabilir mi?
Suriye “mezheplerarası çatışma”ya sürüklenme sinyalleri verdiği bir sırada, nüfusunun yaklaşık beşte biri Alevi olan ve Alevi sorununun üstesinden gelemediği görüntüsü veren bir Türkiye, Suriye’ye karşı “mezhepler üstü” bir davranış içinde olduğunu iddia etse, inandırıcı olabilir mi?
Hele, kürtaj ve sezaryen konularını birdenbire gündeminin en üst sırasına oturttuğu bir dönemde.
Kendi ülkesindeki Kürt sorununa ilişkin izlediği tutum, kullandığı dil ve uslup, Suriye’de, nüfusun en az yüzde 10’unu oluşturan Kürtlerin sempatisini elde etmeye ve Suriye muhalefeti saflarında gönül rahatlığıyla yer almalarında bir güvence oluşturur mu?
Türkiye, Suriye’ye, “her yolu denedikten” ve “her ihtimali tükettikten” sonra “her türlü tedbiri” alarak, tek başına askeri müdahalede bulunduğunu –böyle bir şey olmayacak ya- varsayalım; ne amaçla olacak bu?
Rejimi devirmek, Suriye halkını Türkiye’yi de istikrarsızlığa sürüklemekte olan zalim bir rejimden kurtarmak. Başardın diyelim.Yerine ne koymak üzere bunu yapacaksın? Kendi ülkendeki görüntüler bugünkü gibi olursa, Suriye halkı arkanda mı olacak?
Zaten böyle bir şey olmayacak. O nedenle, “Suriye ile savaşa mı gidiyoruz?” korkusuyla titreyerek, Suriye’deki diktatörlüğün Türkiye’deki “utangaç destekçileri”nin korkmalarının hiçbir gereği yok.
Asıl sıkıntı, son dönemlerde Türkiye’nin kendi “iç fotoğrafı”ndaki bozukluğun, Suriye’de can veren, kan döken insanlara verebileceği etkin destekten kendisini mahrum bırakması ve böyle devam ederse mahrum bırakacak olmasıdır.
Soli Özel, önceki gün “Bir zamanlar Türkiye’nin dış politikasında izlediği çizgiyle içerideki politikası birbirini besliyor, tamamlıyordu... O sıralarda Türkiye kendi iç kavgasında yolun sonuna gelinebileceği görüntüsünü de veriyordu. Kürtlerin vatandaşlık hakları konusunda gerçekleşen ilerlemeler Kürt açılımıyla taçlanmış, barışa ve yeni Anayasa’ya yol açılmış gibiydi. Henüz Uludere kabusu yaşanmamış, ülkenin sicili bu olaydaki örtbas etme çabasıyla tekrar lekelenmemişti... El Hule’de gerçekleşen katliamı, en sert sözlerle kınamak fazla bir şey ifade etmiyor. Hele sırtınızda Uludere kamburu varken. Türk toplumu yanı başındaki insanlık trajedisi karşısında, hükümetin politikasına inanmadığı ve güvenmediği için sessiz. Bu sessizlik ahlaki bir iflasa da tekabül ediyor. Siyaseten de demokrasisi gerileyen bir ülkenin demokrasi savunuculuğu üzerinden dış politikasını meşrulaştırmaya çalışması inandırıcı olmuyor” diye yazdı.
Yazının başlığı “Suriye aynasında dış politikasızlık” idi.
Söyleyecek bir şeyim yoktur hakim bey...
Paylaş