Temmuz 1995’te General Ratko Mladiç komutasındaki Sırp kuvvetleri, Kuzeydoğu Bosna’da, Drina nehri vadisindeki Srebrenica kentini kuşatmışlar, 40 bin kişinin yaşadığı kentteki tüm erkekleri ayırmışlar ve katletmişlerdi.
Srebnrenica Katliamı olarak tarih kayıtlarına kazınan olayda 8373, her yaş grubundan Bosnalı Müslüman erkek kurşuna dizilmişti. Dönemin BM Genel Sekreteri, olayı, “İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden o yana, Avrupa topraklarında işlenmiş en büyük suç” olarak nitelemişti. O “suç” işlenirken, BM Barış Gücü’ne bağlı 400 civarında Hollandalı asker Srebrenica’daydı. Hiçbir şey yapamadılar ya da yapmadılar. BM Genel Sekreteri’nin adı Kofi Annan’dı. Kofi Annan, bugün, “BM ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi”. Kendi adıyla anılan “Plan” yürürlüğe gireli, altı hafta oldu ve hafta sonu Suriye’nin şimdi artık büyük ölçüde terkedilmiş üçüncü büyük şehri Homs’un 40 kilometre yakınındaki Houla kasabasında büyük bir katliam gerçekleşti. Kofi Annan Planı uyarınca, Suriye’de 300 kadar BM Gözlemcisi var. Onlar da “Katliam”ın gerçekleştiğini doğruladılar. Houla’da 108 kişi öldürülmüş. Srebrenica’daki 8000 küsur kişi yanında, hayli mütevazi bir rakam gibi duruyor. Ancak, bu 108 kişinin 49’u 10 yaşının altında çocuk, 34 adedi kadın. 200-300 civarı arasında yaralıdan söz ediliyor. Türkiye’de Aralık 2011’de yarısı 15 yaşın altında çocuk olan –diğer yarısının en yaşlısı da 22 yaşındaydı- 34 kişinin F-!6 bombardımanıyla Uludere yakınında paramparça edilmeleri, Türkiye’yi sallamaya devam ederken, giderek bir “uluslararası kriz” konusu haline gelmekte olan Suriye’de 10 yaşından küçük çocuğun katledilmelerinin, uluslararası kamuoyunu sarmaması düşünülemezdi. Nitekim, BM Güvenlik Konseyi, -İngiltere ve Fransa’nın girişimiyle- toplandı. Kofi Annan, apar topar Şam’a koştu. Şam’da bir yılı aşkın süredir –aslında hiçbir zaman- olmayan bir şey gerçekleşti; şehrin tarihi kapalıçarşısı Suk Hamidiye’de ve şehrin nabzının attığı eski bölümündeki Suk Şarki ve Suk Mithat Paşa’da dükkanlar kepenklerini indirdiler. Şam’ın kalbinde grev patladı. Houla katliamı, belki de, Suriye’deki gelişmelerin alacağı yön bakımından bir “kırılma noktası” olacak. Houla katliamını kınamayan yok. BM Güvenlik Konseyi’nde daha önce Suriye ile ilgili karar tasarısında veto kullanmış olan Çin bile kınadı. Şam’ın diktatörünü arkalayan Rusya da kınadı ama “adres şaşırtması” yaparak. “Kimin yaptığı belli değilmiş.” Suriye Dışişleri Sözcüsü Cihad Makdisi, katliamın günahını “teröristler”in, yani “Suriye muhalefeti”nin üzerine yıkmıştı zaten. Ona bakılırsa, Houla çevresinde tek Suriye tankı yokmuş. Şam rejimi, Houla katliamına –ayrıntılarını da ortaya çıkartmak gerekçesiyle- ilişkin soruşturma başlatmış. Ne de olsa, 49 çocuğun küçük bedenlerinin sığabileceği, mızrağın girebileceği bir çuval yok. Houla, Suriye’deki direnişe bağlı bir kasaba olarak biliniyor. Katliamda ölenlerin bir kısmının ağır silahlarla öldüğü sabit. Aileleri, BM gözlemcileri gelmeden, cenazelerini defnetmemeye kararlılar. Öldürülenlerin büyük kısmının, bıçaklarla ve taranarak hayatını kaybettiği ortaya çıktı. Katliamın sorumlusunun “Şebbiha” adı verilen, rejimin kanatları altındaki paramiliter çeteler olduğu da ortada. Direnişçi-muhalif ve Sünni Houla’nın yakın çevresinde Nusayri-Alevi köyleri ile çevrili olduğu da bir sır değil. “Şebbiha”, Arapça “hortlak” anlamında bir sözcük ve Suriye’deki paramiliter çete için kullanılışında “it-kopuk” gibi bir anlam da yüklü. Hapishanelerden bu çetelerde yer alması için bırakılan, ceplerine para doldurulan ve büyük ölçüde azınlık mezhepleri mensuplarını barındıran bu söz konusu yapılanmanın başında rejimin istihbarat örgütlerinin yetkililerinin bulunduğu da, Suriye’de yaşayan, Suriye’yi yakından izleyen hiç kimse için bir sır değil. Suriye’deki böylesine utanç verici cinayetlerin varacağı adrese, “tek yön”lü bir yoldan giderek ulaşılabilir: Rejim. Ve, rejimin çekirdeği istihbarat örgütleri, Deraa’dan İdlib’e, Deir ez-Zor’dan Hama’ya gözü kapalı kan döken Mahir Esad komutasındaki 4. Tümen, bir diğer deyimle, “Özel Kuvvetler” ve rejimin başındaki Başşar el-Esad. Srebrenica tecrübesinin Houla’yı önleyemediği besbelli ama bu gidişle kaçınılmaz Houla’ların önlenmesi için, uluslararası toplumun, en azından, Başşar Esad ve çevresinin banka hesaplarını dondurmak türünden “yaptırım” önlemlerinin ötesine geçmesi ve onları “savaş suçlusu” ilan ederek, Lahey’deki Uluslararası Mahkeme’nin karşısına getirecek –tıpkı Ratko Mladiç’e yaptığı gibi- adımları atması şart. Bu, rejimin, fiilen ortadan kalkmış meşruiyetinin yasal çerçevede de kaldırmak demek. Oysa, Kofi Annan Planı’nın özü, rejimi “Suriye sorununa çözüm arayışı”nda“muhatap taraf” addetmesi. Yani, yapılması gereken ile yapılmakta olan –sözde uygulama halindeki Annan Planı- çelişiyor. Bu gibi açmazlarda, “yaratıcı diplomasi” ataklarına her zamandan daha fazla ihtiyaç bulunur. “Bölge gücü” ve Suriye’nin NATO üyesi, “güçlü komşusu” Türkiye’den bir şey beklenebilir mi? Türkiye’deki iktidar, son on gün içinde Uludere konusunda öyle kötü bir sınav verdi ve “terzi kendi söküğünü dikemez” görüntüsü saçtı ki, bu konuda fazlaca umuda kapılmamak gerekir. Başbakan’ın hitabet gücü, il kongresi amacıyla düzenlenen ama 1930’lar Almanya’sını çağrıştıran görkemli açık hava toplantılarında, gök gürültüsü gibi yankılanıyor. Ne ki, bu görkem ne Uludere katliamıyla gerçek bir yüzleşme için yeterli; ne de Houla, Uludere’de kendi söküğünü dikemeyenlerden medet umabilir. Srebrenica, Houla, Uludere; üç yerleşim biri adı, üç sözcük. Her birinin yaşadığı için kullanılan ortak sözcük ise “katliam”. Elbette ki, aralarında önemli farklar da var. Başta ölü sayıları çok farklı. İkinci fark, ilk ikisinin “suç”, üçüncüsünün “hata”kategorisinde olmasında. İlkiyle, diğer ikisi arasında “yaptırım” bakımından önemli bir fark mevcut. Srebrenica’nın yaptırımı faillerine çıkarıldı. Houla cürmünün yaptırımı henüz belli değil. Soruşturuluyor. Uludere hatasının yaptırımı da öyle. Adli ve idari soruşturma devam ediyor.