Bu sözler Leyla Zana’ya ait değil. Murat Karayılan’ın yaptığı son açıklamada kullandığı sözler.
Leyla Zana’nın, kamuoyuna büyük heyecan yaratan ve çözüm sürecine girilmesi konusunda iyimser doğuran sözleri şöyleydi:
“Bu işi isterse en güçlü çözer. O güçlü kimdir? Şu andaki hükümettir, o hükümetin başı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Tarihin en güçlü hükümetinin başındaki isim isterse, o iradeyi gösterir, buna gücü yeter ve sorunu da çözer. Şimdi hepimizin yapması gereken, hepimizin Başbakan’ın sorunu çözmesinde yanında olduğumuzu ona hissettirmemiz, onu teşvik etmemizdir.”
Karayılan’ın sözcükleriyle Leyla Zana’nınkileri yanyana koyduğunuzda büyük bir benzerlik görünmüyor mu?
Leyla Zana’nın farkı, sözlerinin Başbakan’ın “yanında olduğumuzu ona göstermek” ve “onu teşvik etmemizdir” bölümü. “Dağdakiler”, Zana’nın tersine bir dil ve çizgi benimsemiş durumdalar ve Başbakan’ı ve Ak Parti iktidarını bu konuda “umutsuz” olarak ilan ediyorlar.
Aradaki bir temel fark da, Leyla Zana’nın bu sözlerinin ardından, Başbakan Tayyip Erdoğan ile görüşebilmiş olması, “Dağdakiler”in ise “görüşme süreci” yerine Duran Kalkan’ın geçen hafta yaptığı açıklamada söylediği gibi “devrimci halk savaşı”na yani “siyasi çözüm” yerine “askeri çözüm”e vurgu yapması.
PKK’nın en tepesindeki isimlerin “devrimci halk savaşı” üzerinden “askeri çözüm”de ısrarlı gözükmelerinden, Ak Parti iktidarının “siyasiçözüm” için elinden geleni yaptığı ama PKK’nın “şiddetten vazgeçmeye niyeti olmadığı” için, PKK ve BDP’nin artık “denklem dışı” bırakılması gerektiği sonucunu çıkarabilir miyiz?
Bir gün içinde üç kez F-16, Suriye helikopterlerinin sınıra çok yaklaşmış olduğu gerekçesiyle havalandı.
Bundan sonrası bir “hata” ya da bir “provokasyon”a bakar. Ondan sonrasını bilemeyiz. Rusya ne kadar, nereye kadar Başşar rejiminin arkasında ve keza İran ne kadar?
Türkiye, “Sünni halk ayaklanması”nın başından beri, bir başka deyimle Suriye’de “rejim değişikliği”nin kendisini dayatmasından beri, bir “Türkiye-Suriye çatışması”ndan kaçınıyordu. Türk dış politikası, Suriye’ye karşı “lokomotifliği”ni Türkiye’nin yapacağı ama bir “kollektif eylem”den yana oldu.
“Kollektif eylem”den kasıt ise öncelikle siyasi ve diplomatik baskı idi. Irak’ta 2003’te olduğu gibi komşu ülkenin “koalisyon güçlerinin ortak askeri müdahalesi” kastedilmiyordu, “kollektif eylem”den.
Hatt, Ahmet Davutoğlu dış politikası, Türkiye-Arap Birliği eksenli bir “kollektif eylem”i, Türkiye-NATO eksenli bir “kollektif eylem”e tercih ediyordu.
Türkiye, Suriye muhalefetine kapıları açarak, İstanbul’u mesken ve merkez tutmasını sağlayarak, bir yandan Suriye’nin Baas-sonrası geleceğine yatırım yaparken, bir yandan da Suriye’nin kaderini belirleyecek herhangi bir girişimde “baş rol oyunculuğu”na kendiliğinden aday olmuştu.
Suriye muhalefetinin ve Suriye’deki rejimin devrilmesinden yana olan bölgedeki herkesin Türkiye’den beklentisi, “tampon bölge” oluşmasında ön alması ve bu yolla rejimin çökmesini hızlandırmasıydı.
Türkiye, “tampon bölge” fikrinden de uzak durdu.
Geçen yıl bugün Aziz Yıldırım, bir isimdi ve bir sıfatı vardı. Bu yıl bugün sıfatı değişmedi ama ismi bir “ölümsüz isim” haline geldi. Bu yıl 3 Temmuz’daki Aziz Yıldırım, geçen yıl 3 Temmuz’daki Aziz Yıldırım’dan bin misli daha güçlü bir isim.
Bu yılın 3 Temmuz’una Aziz Yıldırım, “çete kurmak” ve “şike yapmak ve teşvik”ten bir ÖYM tarafından “hüküm giymiş” yani “mahkum” bir adam olarak girdi. Tam da bu nedenle, milyonlarca kişinin gözünde bir “direniş simgesi” olarak büyüdü, vicdanlarda, bir yıl içinde cezaevinde tümüyle ağarttığı saçları gibi, apak çıktı Metris cezaevinden.
Aziz Yıldırım hakkında vicdanların ve hukuk kavramına bir nebze saygısı olanların reddettiği hükmü, Türk hukuk tarihine isimlerini tertemiz bırakamayacakları için, TBMM’nin yeni bir yasa çıkartarak “tedavülden kaldırmaya” çalıştığı bir ÖYM verdi. Asıl hükmü ise, Metris cezaevinin kapısına görülmemiş sevgi gösterileriyle yığılan ve aynı duyguları paylaşan onmilyonlarca insan verdi.
Aziz Yıldırım, onların oluşturduğu insan seli arasında, cezaevi kapısından ana caddeye, yani kendisini bir yıldır tutulduğu demir parmaklıkların ardından alıp özgürlük teneffüs edeceği günlük hayata taşıyacak yola, yarım saatte varabilirdi.
Türkiye’de kitlesel psikolojinin dokusunu, kıvrımlarını iyi bilmek gerekiyor. Aziz Yıldırım, tam bir yıl demir parmaklıklar altında haksız yere zulüm altında özgürlüğünden mahrum yattığı günlerin sarı-lacivert vicdanlarda uyandırdığı şefkat duygusundan ötürü, bir “ölümsüz isim” haline gelmedi. Dik durduğu için, eğilip bükülmediği için, kendisini kurtarmak adına ilkesiz uzlaşmalara yatmadığı için, belkemikli olduğunu ispat ettiği için, her ne pahasına olursa olsun, adaletsizlik karşısında boyun eğmeyeceğini ortaya koyduğu için, Fenerbahçelileri ayağa kaldırdı. O nedenle bir “direniş simgesi” haline dönüştü. Fenerbahçeliler, onun için, kendi onurları için, Fenerbahçe için direndiler.
Aziz Yıldırım, ortaya koyduğu “direniş” ile Fenerbahçe kavramını, hak, hukuk ve adalet kavramlarıyla buluşturdu.
Özel Yetkili 16. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, “çete kurmak” ve “şike ve teşvik” gibi gülünç gerekçelerle suç işlediğine hükmetmiş olması Aziz Yıldırım’ı “suçlu” kılmıyor; söz konusu mahkemenin utanç verici bir kararın altına imza attığını gösteriyor.
Kararın 102 sayfalık gerekçesi varmış, daha yazılmayı bekleyen. 102 değil 1002 sayfalık gerekçe yazsalar fark etmez. Mahkeme kararları, vicdanları tatmin etmezlerse, ne kadar laf kalabalığı ile hukuki gerekçeye dayandırılmak istenirlerse istensinler, “adil” olmazlar.
İngiltere Kralı VIII. Henry’nin beşinci karısı Catherine Howard, iki gün geçirdiğimiz Kent yakınlarındaki Oxon Hoath adındaki o şatoda doğmuş büyümüş. Catherine Howard, Kral’a erkek çocuk veremeyince, Kral’ın ikinci karısı Ann Boleyn ile aynı akıbete uğramış. Kellesi gitmiş. VIII. Henry ile Ann Boleyn evliliği, İngiltere Kilisesi’nin Vatikan’dan kopmasıyla sonuçlanmış büyük bir tarihi olay olmuştu. İşin ilginç yanı, Ann Boleyn, Catherine Howard’ın anne tarafından kuzeni. “İkinci eş” Ann Boleyn de, “beşinci eş” Catherine Howard’ın da, kafaları “zina” iddiasıyla kesilmiş. 16. Yüzyıl. Bizde Kanuni Süleyman-Hürrem Sultan dönemi…
DPI (Demokratik Gelişim Enstitüsü) toplantısı için iki gece kaldığımız Oxon Hoath’ın işletmecileri, tarihi binanın odalarında gece hayaletlerin dolaşabileciğine dair şaka yolu uyardılar bizi. Catherine Howard’ın değil ama İngiltere milli futbol takımının hayaleti dolaştı orada.
İngiltere’nin İtalya karşısında elenişine İngiltere topraklarında, Kent’te tanık olduktan sonra, İtalya’yı yarı finalde Almanya karşısında İtalya’da izledim. Yine tarihi bir mekanda. Piazza del Popolo’da.
Piazza del Popolo, Roma’nın en bilinen, en güzel meydanlarından biri. Tam ortasında Roma İmparatoru Augustus’un MS 10 yılında Mısır’dan getirdiği bir yüzü II. Ramses dönemine ait bir obelisk yani dikilitaş var. Bu meydanda da 1820’lerin sonuna dek kelle kesilirmiş. Şimdilerde büyük kutlamalar yapılıyor.
Eski Roma’ya kuzey yönünden Via Flaminia’dan girilirmiş ve bugünkü Piazza del Popolo, Roma’ya dışarıdan gelen konuğun ilk ayak bastığı nokta imiş.
Istituto Affairi Internazionale yani Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün “Arap Baharı ve Körfez”le ilgili konuyla ilgili ve birçoğu bölgeden gelen uzmanın katıldığı toplantının yapıldığı Palazzo Rondinini de, Roma’nın en önemli caddelerinden Via del Corso’nun üzerinde ve Piazza del Popolo’nun dibinde bir küçük saray idi. Via Flaminia’dan gelip, meydanı boydan boya geçip gün boyu Palazzo Rondonini’deki toplantıdan çıktığımda Piazza del Popolo, ellerinde İtalyan bayrakları binlerce kişi tarafından doldurulmuştu bile. İtalya-Almanya maçı bekleniyordu.
Bugünlerde beni ters anlama eğiliminin güçlü olduğunu Roma’da farkettim. Bir twit ile maçı İtalyanlarla Piazza del Popolo’da seyredeceğimi duyurduğumda bazı arkadaşlar, benim İngiltere’deyken İngiltere-İtalya maçında İngiltere’yi tuttuğuma, Roma’da ise İtalya’yı tutacağıma hükmetmişler ve tercihlerini ona göre, benim tersime yapmaya karar vermişler.
Oysa ben o twitte sadece İngiltere-İtalya maçını İngiltere’de seyretmiş olduğumu duyurmuştum. İngiltere’yi tuttuğumu yazmamıştım. Zaten, İngiltere’yi de tutmamıştım.
Özel Yetkili 16. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Başkanı önceki gün, kararın muhtemelen bugün verileceğini bildirdi. Bir ihtimal, pazartesi gününe kalabilir.
Süreç, bundan bir yıl önce, 3 Temmuz günü Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ın gözaltına alınmasıyla başladı. Aziz Yıldırım, 10 Temmuz günü tutuklandı ve karar aşamasına gelen davada, bir yıldır tutuklu yargılandı.
Bu, başlıbaşına bir “zulüm”dür. Önce içeri attılar, sonra içeri atmalarına meşruiyet sağlamak için “terör örgütü kurdu” iddiasına dayandılar, daha sonra bu iddiaya delil aradılar, ondan sonra bunu bulamayınca “bir iddianame nasıl yazılmamalıdır” diye hukuk fakültelerinde okutulması gereken bir iddianameyle yargılamayı başlattılar, bu süre zarfında hiçbir kaçma şüphesi ve delil karartması ihtimali bulunmadığı halde “isnad edilen suçun ağırlığı”ndan ötürü Aziz Yıldırım’ı tutuklu yargılamaya devam ettiler.
Özel Yetkili Mahkeme, Aziz Yıldırım için beraat kararı verse bile –ki, bu ülkede hukukun zerresi kalmışsa, başka bir karar çıkması mümkün değildir- bir yıl içinde işlenen “hukuk cinayetleri”, en azından milyonlarca Fenerbahçelinin vicdanlarından kolay kolay silinmeyecek.
Milyonlarca Fenerbahçeli, 2011 Temmuz ayından bu yana yazılı ve görsel basında işlenmiş “medya cinayetleri”ni, “yargısız infaz”ı da kolay kolay unutmayacaklar.
Karar henüz verilmiş değil ama davanın seyri ve Aziz Yıldırım’ın tutuklu yargılanmaya devam etmiş olması, Türkiye’nin çok önemli bir kitlesinde “adalete güven”i ciddi ölçülerde zedeledi. Daha doğrusu, “yargı”ya, hatta en doğrusu “ÖYM”ler ve “ÖSY”lere.
“Yargı”ya, ve doğrudan “ÖYM”lere ilişkin bu güvensizlik, sadece, müthiş bir “yanılsama” yaratılarak adına “şike davası” denilen “Fenerbahçe’ye saldırı” ve “Aziz Yıldırım’ı devirme” davasından kaynaklanmıyor.
Türkiye’nin Anlaşma’nın 4. Maddesi’ni işletmesi üzerine yapılması günlerdir beklenen ve dün yapılan NATO toplantısından çıkan bu. Aksini bekleyen yoktu herhalde. NATO’nun, kendisi Batı dünyasında bir “parya” haline gelmiş Suriye rejimini kollaması söz konusu olamazdı.
Bununla birlikte, NATO’nun Libya’da yaptığını Suriye’de yapmayacağı da çoktandır açıklanmış olduğuna göre, Suriye’yi “cezalandırıcı” nitelikte bir NATO eylem kararının alınması da söz konusu değildi.
Beklenebilecek olan, NATO’nun Türkiye’nin “yanında durduğunu” güçlü bir biçimde vurgulaması ve duyurması oldu.
Tabii, bu gelişmenin bir “zımni” anlamı da var. Son yıllarda, Batı sisteminden “özerk” davrandığına dair görüntüler veren ve hakkında çıkartılan “eksen kayması” söylentilerine hedef olan Türkiye, NATO sistemine sağlam biçimde çıpalanmıştır.
Libya’daki krizin başında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ilk tepkisi “NATO’nun orada ne işi var?” olmuştu. O Türkiye’den bugün, Suriye ile sürtüştüğü vakit, NATO’nun kapısını çalan ve “NATO dayanışması”ndan mutluluk üreten bir Türkiye’ye ulaştık. Bir iktidar değişikliği olmadı.
NATO’nun dünkü açıklamasından daha önemli olan, kuşkusuz, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dünkü konuşmasıydı. Türkiye’nin son gelişmeler üzerine alacağı tavrı, Türkiye’nin “bir numaralı siyasi karar sahibi”nin sözlerinden çıkartacaktık.
Ne dedi? Suriye konusunda şimdi nerede duruyoruz?
Başbakan’ın konuşmalarını sıkı bir filtreden geçirmek gerekiyor. Her konuşmasında mutlaka iç politikayla ilgili bol polemik malzemesi bulunuyor. Dün konuşurken Arapça ve İngilizce simültane tercüme de yapılıyordu. Arapça ve İngilizce olarak konuşmayı dinleyenler bakımından fazla bir anlam taşımıyan tumturaklı sözlerini ve hamasi bölümleri çıkarttığınız takdirde, filtreden geçecek olan bölümü şu sözleri:
Bu soru, aylardır Türkiye’nin Suriye’ye karşı bir askeri harekatını kastederek soruluyor.Böyle bir niyet yok iken soruluyordu, F-4 uçağının düşürülmesinden sonra haydi haydi sorulur ve soruluyor zaten.
Bu konularla ilgili herkese sorulduğu gibi, bana da, birkaç gün önce soranlar oldu: Suriye’ye girecek miyiz?
“Sanmıyorum” dedim. Benim kanaatim, Türkiye’de Suriye’ye girmek konusunda hiçbir zaman ciddi bir niyet bulunmadığı yönündeydi; son olay da bu kanaatimi değiştirmedi.
Dahası, Türkiye, NATO Anlaşması’nın 4. Maddesi’ni çalıştırarak Salı günü (bugün) NATO Konseyi’ni çağırdığı anda, “girmeyeceği” belli oldu. Suriye’ye girecek olan ülke, NATO Konseyi’ni “istişare” amacıyla toplantıya çağırmaz. Bunu yaptığı yani 4. Madde’yi işlettiği anda, konuyu Türkiye-Suriye ikili bağlamında ele almıyor ve geniş alana yayıyor, “kollektif davranış” arıyor demektir.
İktidara yakın kalemler, “Türkiye, hiçbir zaman konuya Türkiye-Suriye çatışması olarak yaklaşmak istemedi” derken doğru söylüyorlar ama “Bu defa farklı. Uçak düşürüldükten sonra artık, ilişkinin özelliği değişti. Bundan sonra Türkiye-Suriye çatışması olarak görülüyor” derken doğru söylemiyorlar.
Türkiye, uçağının düşürülmesinin altında kalmayacağını “Iç kamuoyu”na kanıtlamak için, bir dizi dramatik adım atıp, tüm siyasi liderleriyle de istişarede bulunurken, konu sanki Türkiye-Suriye çatışmasıymış gibi bir fotoğraf veriyor; ama NATO Konseyi’ni toplantıya çağırmakla sorunu Türkiye-Suriye çatışması boyutlarının dışına çıkartıyor ve Türkiye’nin “tek taraflı” hareketinin önüne geçmiş oluyor.
Kulaklara hoş gelen bir laf var: Türkiye kabile devleti değildir!
Ne demek bu? Niçin sık sık telaffuz ediliyor?