Mümtaz’er Türköne, dün, “Uludere’den çıkış” başlıklı yazısına şöyle başlamıştı:
“Uludere katliamı, Ak Parti hükümeti için bir bataklığa dönüştü. Bu bataklık 34 insanın kanı ve hepimizin gözyaşları ile oluştu. Başka bir şey değil. Türkiye’nin vicdanı, hükümetin bu bataklıktan elini kolunu sallayarak çıkmasına izin vermiyor. Devlet sürekli patinaj yapıyor. Başbakan, bu krizi tırmandırarak çözmeye çalışıyor. Bugün Ak Parti grubunda, muhtemelen pazar günü Arena Stadı’ndakinden bir üst perdeye geçerek, ‘hodri meydan’ diyecek. Yanlış. Bu mesele öfke şimşekleri ile aydınlatılıp çözülecek bir dava değil. Toplumun vicdanı kanıyor. Bu kanı durdurup, Uludere bataklığını ihtimam ve saygı ile hep birlikte kurutmamız lazım.” Ne oldu? Başbakan, dün, Ak Parti grubunda beklenen konuşmasını yaptı. Ne oldu? Mümtaz’er Türköne’nin dün yayımlanan yukarıdaki satırlarını bir bir teyid etti. Dünkü grup konuşması, muhtemelen, tüm siyasi kariyerinin en talihsiz konuşmalarından biri olarak kayıtlara geçecek. Çünkü, tam da tahmin edildiği gibi, krizi “tırmandırarak çözmeye çalıştı.” Pazar günü Arena Stadı’nda yaptığı bir başka talihsiz konuşmadan bir üst perdeye geçti. Sonuçta, yaptığı konuşmayla, Ak Parti hükümetini bataklıktan çıkartmak bir yana, hükümetin “Uludere bataklığı”nda daha da fazla çırpındığı görüntüsünü verdi. Dünkü konuşmadan sonra, toplumun kanayan vicdanının üzerine, kanı durduracak bir “şap” basılmış olmadı; tersine, toplumun vicdanından akan kan, oluk oluk akmaya başladı. Başbakan, “en iyi savunma hücumdur” mantığıyla yaptığı sezilen konuşmasında, “Kaçakçılar, niçin sınırda mayına basmıyor?” sorusunu ortaya atarak, yarısı 15 yaşından küçük, diğer yarısı 15-22 yaş arasında olan ve bedenleri F-16 bombalarıyla paramparça edilen çocukların “terör bağlantısı”nı yani “PKK’li olabilecekleri”ni ima etmiş oldu. Bu durumda, öldürülmeleri o kadar da önemli bir kayıp sayılmaz sonucuna mı varmalıyız? Uludere kurbanlarına böyle bakıyorsanız, ne tazminatın, ne özürün, ne yapılan “hata” itirafının bir değeri kalır. Zaten, “özür” dilenmiş de değildi. Bundan sonra dilenmesi daha da zorlaştı. Bir de unutulmaz şu cümleleri: “Türkiye, BDP’li kalleşlerin, PKK’lı kalleşlerin benim subayımı, askerimi sırtından vurup şehit edecekleri bir ülke değildir.” PKK için bugüne kadar kullanılan niteleme sıfatlarıyla kıyaslandığında, “kalleşler” nitelemesi, pek ağır sayılmayabilir. Ama, PKK’nın da önüne yerleştirilen “BDP’li kalleşler” nitelemesinden nereye varacağız. Bu “kalleşler”le mi, “müzakere” edeceksiniz? Neyi “müzakere” edeceksiniz? Şayet, “subayımızı, askerimizi vuranlar” arasında bu “kalleşler” varsa, onlar mücrimdir; yerleri cezaevidir. Bu niteleme, BDP ile “müzakere” kapılarını açacak bir “açılım uslubu” mudur; yoksa BDP ile PKK’yı eşitleyerek, Türkiye’de siyaset yollarını tıkayarak, şiddet zemininin üzerine asfalt dökmek midir? Türkiye, Başbakan’ın hedef tahtasına oturttuğu WSJ’de çıkan haberden beri, iki haftadır Uludere’den başka bir şey tartışmıyor. Niçin tartışıyor, WSJ, Uludere katliamını bir haberle gündeme getirdiği için mi? Hayır. Uludere yarası kabuk bağlamadığı, bağlamayacağı için. WSJ’nin yaptığı kabuk gibi gözüken, ince dokuya dokunmaktan başka bir şey değil. Yara kabuk bağlamadığı için, iki haftadır, Türkiye, her gün Uludere’yi tartışıyor. Başbakan, Pakistan’da yaptığı açıklamada, açıklamasından sonra bu konunun konuşulmayacağını bildirmişti. Tam tersi oldu. Hem o açıklamasında kullandığı sözcüklerle, hem de İçişleri Bakanı’nın yakışıksız açıklamasından sonra, Uludere tartışması daha da alevlendi. Başbakan’ın pazar günkü stad konuşmasından sonra daha da. Dünkü konuşmasıyla, alevlerin üzerine kum değil, benzin döktü. Başbakan, Uludere bombardımanının bir “hata” olduğunu söylemiyor değil. Tersine, söylüyor. Defalarca söyledi de. Dün de söyledi. Olup olmadığı tartışılmaz “hata”, sadece böylesine çatışma ortamlarında olağan sayılabilecek bir “hata” mıdır; yoksa bu “hata”ya, ucu “dış operasyon merkezleri”ne uzanan bir “provokasyon” mu, yol açmıştır? Bu kuşku, meşru bir kuşkudur. Bizlerde var ve Başbakan’ın bunun cevabını bildiğini de tahmin ediyorum. Bazılarının iddia ettiği ya da inanmak istediği gibi, Uludere katliamından Başbakan’ın doğrudan “günahı” olduğunu hiç düşünmüyorum. Sorun, Başbakan’ın bu, ardında hiçte yabana atılmayacak olan dış “provokasyon” ihtimali bulunan “hata” sonrasında, konuyu ele alış tarzında; konuya yaklaşımında. “Hata”nın faturasını, “hataya düşmüş” olanlara ödetmemek, onlara “fatura çıkartmamak”, kendisinin bir yönetim tarzı olan “kelle vermemek” için, “en iyi savunma hücumdur” yöntemini benimsedi. Bu yöntem, bu konuda kullanılmaması gereken bir yöntem. Yanlış bir yöntemle yola çıkıldığı ve bunda ısrar edildiği için, Uludere katliamı, Ak Parti hükümeti için bir bataklığa dönüştü ve bataklıktan çıkmak için bu yanlış yöntemde ısrar, hükümeti bataklığın içine daha da çekiyor. Durum bu. İşlerin bu hale gelmesinde, iktidarın, Uludere katliamının Türkiye’nin Kürt halkının vicdanında nasıl ağır bir yara açtığını, bir “kırılma noktası” olduğunu hissedemeyecek ölçüde duyarlığını yitirmiş olması rol oynadı. Bölge insanının duyguları ile Ak Parti arasındaki iletişim kanallarını kuracak ve işletecek insanlar, 12 Haziran (2011) seçimlerinden önce büyük ölçüde ayıklandı. Ak Parti’nin bölgeyle bağlantı noktaları olarak, “Kürt vicdanı”nı yansıtacak insanlar pek kalmadı. Ya da onlara kulak verilmiyor. El etek öpmekten başka bir “meziyetleri” bulunmayan kapıkulları ve devletin güvenlik birimlerine dayanarak, “Kürt vicdanı”nı hissedemezsiniz. Uludere katliamının, niçin bir “kırılma noktası” olduğunu da anlayamazsınız. Anlayamadığınız için de, “Sessizlerin Sesi, Kimsesizlerin Kimsesi” olmaktan, Uludere’yle birlikte çıkmaya başlarsınız. En tehlikeli güzergah budur. Bırakın “Kürt vicdanı”nı anlayamamayı; “Türk vicdanı” da Uludere’de ayağa kalktı ve dahası vicdanlı Müslümanlar, başka hiçbir olayda görülmedik biçimde, Uludere’yle ilgili yazdılar (Ali Akel’in 25 Mayıs’ta “Özür Açıklanmaz, özür dilenir!” başlıklı Yeni Şafak’taki muhteşem yazısı) ve imza kampanyaları başlattılar. Bunları niçin göz ardı ediyorsunuz? Hiç değilse onlara kulak verin ve bari bir süre hiç Uludere konuşmayın... (Düzeltme: Dünkü yazımızda Srebrenica katliamı sırasında Kofi Annan’ın BM Genel Sekreteri olduğu çıkmıştı. Annan, o tarihte BM Genel Sekreter Yardımcısı ve Yugoslavya Özel Temsilcisi idi.)