Körfez’indaraldığıbirnoktada, denizinüzerindekiasmaköprüdengeçmeyebaşladığımızda, “İngiltere’denayrıldık, Galler’egirmeküzereyiz”anonsuyapıldı.Britanya’nın (ya da BirleşikKrallık’ın) güneybatıköşesindeyeralanGaller, 20 bin kilometrekare. Nüfus 3 milyon.Galliler, İngilizlerlefarklıbir“etnisite”yi, “ırkiarkaplanı”ifadeediyorlar.Galliler, “Kelt”; İngilizlerise“Norman”sayılıyor
Galliler, kendileriniBritanyaadasınınyerleşik, yerliahalisisayıyorlar.İngilizlerin, Norman istilasıyla“sonradangelme”olduğunuhatırlatıyorlar.BizimgrubuniçindekiKürtdostlarımız, bıyıkaltındangülümseyerekgözgözegeliyorlar, grubunTürkleriile.
Onlarkendileriniburada“Galli”gibihissederken, gerikalanTürkbizlere de sanki“İngilizlik”düşüyor.
İngilizler, Ada’yamuazzambirnüfusüstünlüğüvefarkıile hakim olunca, bazıGalliler, denizinötetarafınagöçmüşler.Fransa’nınkuzeybatısahilindeki Bretagne (Brötanya) bölgesineyerleşmişler.Dahadoğrusubölgeyeadınıvermişler.Britanya’nınbirazdeformeedilmişhali.Dolayısıyla, Galliler, “GerçekBritanyalılarbiziz. İngilizlerdeğil” diyorlar.BirleşikKrallık’ınGallileriileFransa’nınBretonlarıbirbirlerinidilolarakanlayabiliyorlar.
İngiltereileGaller’Iayıranköprüyügeçip, biryirmidakikayolaldıktansonraGaller’inmerkezi Cardiff şehrineulaşılıyor.Her yer, her yerdekibütünilanlar, tabelalar, levhalar“çiftdilli”; İngilizceve Gal dilinde.
Gal dili, Keltdilailesine, İngilizceise Germen dilailesinemensup.İkidilarasındagerçektenhiçbirilgiyok.Galler’inİngilizcesi“Wales”, kendianadilindeise“Cymru”diyeyazılıyor, “kumru”diyetelaffuzediliyor.
Gallerhükümetbinasınagirmekiçinelimetutuşturangirişbelgesinebakıyorum;. “Bu belgeyibinaiçindeüzerinizdebulundurun”uyarısı, İngilizceolarak“Please keep this pass with you at all times whilst in the building” yazarken, Gal dilindekarşılığışöyle: “A fyddechcystal a gwneudynsiwr bod y pas hwngennychdrwy’ramser pan fyddwchynyradeliad”
İkidilarasında en ufakbirbenzerlikgözeçarpmıyor.Nüfusunyüzde 20’si Gal dilinikonuşuyor.Bu sayı, “anadildeeğitim”ilegiderekartıyorveartacak.
Bizimminibüs, Galleryönündeİngiltere’ninyemyeşil, dağlarhalindeyükselmesineizinvermedenyumuşakeğimlealçalan-yükselenkırsalalanındangeçerekilerliyor. Ali Bayramoğlu’na, “Bizde ‘Bircihandevletiyarattıkbiraşiretten’ diyeOsmanlıDevleti’nianlatansözübilirsin” diyorum, “Bunlar da, ‘GüneşinBatmadığıİmparatorlukyarattıkşukırlardan’ diyerek, benzerbirövünmepayıilesözetseleryeridir…”
DPI’ınbiryıldırsürdürmekteolduğu “ÇatışmalıÇözümlerdeKarşılaştırmalıÖrnekler”çalışmasınınBirleşikKrallık’ta son ayağıiçin, artıkaramızdaepeybir“hukuk”oluşturduğumuz“yolarkadaşlarımız”layinebirlikteyiz. Geçenyıl, Londra (İngiltere), Belfast (Kuzeyİrlanda), Edinburgh (İskoçya) yollarınadüşmüştük.Cardiff’le“seri”yitamamlayacağız.Dublin’e (İrlandaCumhuriyeti) zatengeçensonbahardagitmiştik.
“Britanya(ya da BirleşikKrallık) dosyası”nıkapattıktansonra, muhtemelenönümüzdekisonbahardasıradaGüneyAfrika var. Dahasonraİspanyave Bask deneyimi.Şiddetkullanılaraknihaiçözümüneldeedildiğisanılan Sri Lanka bile üzerindeçalışılmasıdüşünülenörneklerarasında.
Bu çalışmanın, Türkiye’ninKürtsorununaizdüşümünübırakmasıiçinyapıldığınısöylemeningereği bile yok.Dahaönce“Kuzeyİrlandaçözümü”bağlamında, buköşedekonuyudefalarcagündemegetirmiştik.DPI da, buçalışmanıntümzabıtlarınıyayımlıyorzaten.
AkParti, CHP, BDP milletvekillerininyanısıra, tanınmışakademisyenlervegazetecilerinyeraldığıyaklaşık 20 kişinin tam şugünlerdeBritanyatopraklarındaolduğunuöğrenenbiryakını, YılmazEnsaroğlu’naTürkiye’denmesajgöndererektakılıyor. DPI’ın (DemokratikGelişimEnstitüsü)girişimininbaşınıçekenlerden, eskiMazlum-Der BaşkanıYılmazEnsaroğlu’nagelenmesajda“Bu nasıliş, “devletaklı’ Meksika’da, ‘AkilAdamlar’ Avrupa’da, İdrisNaimŞahinburada. Onaemanetizyani...”diyeşakayapılmış.
Son PKK saldırısıolduğusırada, şimdiGalleryolundaolanhepimizTürkiye’deydik.‘Devletaklı”nınkastedildiğiBaşbakanTayyipErdoğanveberaberindekilerise,Meksika’danBrezilya’yageçmişdurumdalar.
Bu arada, Britanya’dabirlikteolacağımızbazıarkadaşlarımızı, Meksika-Brezilyagezisindeolduklarıiçin, “devletaklı”na, HasanCemal’i “futboldilencisi”olmayakararverdiğiiçinPolonyaveUkrayna’daki Euro 2012 finallerinekaptırdık. Eksiğimiz var.
Şakabiryana, DPI girişimi, AkParti, CHP ve BDP milletvekillerinin TBMM çatısıdışındabirarayageldiklerivegelmeyedevamettikleritek“ortaktemasalanı”nıoluşturmasıbakımındanbaşlıbaşınadeğertaşıyor.
“Evet, çok yaklaşılmıştı. Yani biz hep yaklaştığımızı varsayarak ele aldık. Ama sonra devletin-hükümetin- bürokrasinin kararında gerçekte köklü bir değişiklik olmadığını düşündüren hadiselerle karşılaştık. Çünkü aksi olsa çözüm olurdu. Çünkü çözüme çok yaklaşmıştık. Çözüm koşulları olgunlaşmıştı. Özellikle ben bu konuda samimiyetle söylüyorum; ben bu işin içindeyim. Yani her görüşmeyi, her şey harfi harfine, yakından takip ettim. Kendim bulunmadım ama birinci elden takip eden kişiyim.”
Bu sözleri önemsememim sebebi şu: Bundan birkaç ay önce devletin en üst sorumluluk konumunda birinden aşağı yukarı aynı cümleleri işittim. Tek fark, Karayılan, işin bozulmasının sorumluluğunu “devlet-hükümet-bürokrasi”ye yüklerken,, o, “PKK’ya” yüklüyordu.
En üst sorumluluk noktasındaki devlet yetkilisi, “Çok uzun süre çok iyi götürdük müzakereleri, çözüme çok yaklaşmıştık” demişti. “Peki, görüşmeler içerikli miydi?” soruma, “Evet, çok içerikliydi hem de çok” cevabını vermişti.
Çözüme doğru yol alındığı her iki tarafın en üst düzeyinde kabul görürken, anlaşılan, geçen yılın 15 Mayıs-15 Temmuz’u arasında
ip kopuyor.
Niye, nasıl koptu? Kim sorumlu? Kimin ne payı var? Konunun aydınlanmamış gizemli bir tarafı olduğu muhakkak.
Ancak, madem ki, her iki tarafın en yüksek pozisyonlarında olanlar, “çözüme çok yaklaşmıştık” tespitinde, “işin ciddi yürütüldüğünde” ve kopuş anın aşağı yukarı “zamanlaması”nda aynı görüşteler; gelinmiş olan noktayı “sıfır-toplamlı” göremeyiz. Yani, bir “zero-sum game” ile karşı karşıya olamayız.
Daha açık bir ifadeyle; Oslo’yu olmamış –keen lem yekun- sayamayız. “Çözüme çok yaklaşılmış olduğu” olgusunu göz ardı edemeyiz. Bundan sonra, “çözüme doğru ilerlemek” istiyorsak, bundan sonra atılacak adımlar Oslo’yla elde edilen tüm kazanımlar üzerine bina edilmelidir.
Kürt sorununa siyasi çözüm arayışını karşı çıkanların, saldırının duyulması üzerine sosyal medya ortamına fırlayarak sözde çok üzülmüş gibi yaparak “Biz dememiş miydik?” diye gizlenemez sevinçlerini ortaya koymalarına bakarsanız, bekleniyordu.
Böylelerin ne müthiş bir kehanet gücü, ne de tahlil yetenekleri var. Kürt sorunu söz konusu olunca, nasıl Türkiye’nin devlet yapısı içinde “güvenlik öncelikli” siyasetten başka hiçbir şey düşünemeyenler varsa, PKK içinde de “savaşı sürdürmekten” ve “silahları bırakmamaktan” medet umanlar var.
Bu sözde iki karşıt güç, aslında “zımni” bir ittifak halindeler ve ne zaman Kürt sorununda bir çözüm arayışında umut verici gelişmeler şöyle bir kıpırdasa, bunu bozmak için aralarından birinin harekete geçeceği konusunda birbirlerine güvenliler.
Tabii, bir de PKK’nın silahlı faaliyetinin bölgesel boyut kazanmış olduğunu unutmamak gerekiyor. Orta Doğu’da Türkiye’nin karşısında mevzilenmiş bir İran-Suriye eksenini ve bir yandan Türkiye-İsrail sürtüşmesini, Türkiye’nin canını acıtacak her türlü gelişmede akılda tutmakta yarar var.
Kürt sorununun şiddet boyutunun üstesinden gelinmedikçe, “güvenlik öncelikli” politikalar geçerliliğini korurken; yani Kürt sorunu gayet “kırılgan bir zemin” üzerinde yol alırken, şiddetin önünü almaya yönelen her türlü adımı boşa çıkarmak için, Oramar saldırısı gibi bir eylem her an sahneye konulabilir.
Kanlı eylemin “zamanlaması”na bir bakar mısınız?
Tam anlamıyla “kör kör gözüm parmağına” örneği.
Leyla Zana, bugün çok insana utanç verici gelecek gerekçelerle 10 yıl dört duvar arasında kaldı. Hapse atıldığında iki küçük çocuk annesi genç bir kadındı. Onca zaman hapis yattıktan sonra, minyon ve gösterişsiz bedeni üzerinde vakarla taşıdığı başıyla, Türkiye ve uluslararası kamuoyunun önüne dimdik çıktı. Andrei Sakharov Ödülü gibi saygın bir ödüle layık görüldü. Kürt haklarını her platformda –içerde, dışarda- savunmaya devam etti.
Bağımsız bir kişiliktir. Kandil’e diyet borcu yoktur. Ömrünün en güzel yıllarını 10 yıl demir parmaklıklar ardında bırakmış olduğu için, ödediği bu çok ağır bedel ile, Kürt siyasetinde kimseyle borçlu-alacaklı ilişkisi içersinde değildir. Gerekli gördüğünde Abdullah Öcalan’ı da yüzüne karşı eleştirmiş olduğunu, bundan sakınmadığını bilenler bilir. Bir parçası olduğu halka yüreğinden bağlıdır. Gayet mütevazı yaşar.
Bütün bu özelliklerinden ötürü, şu dönemde , “bu işi” yani “Kürt sorununu” Tayyip Erdoğan’ın çözeceğini söylediği ve üstelik “Ben onun bu işi çözeceğine inanıyorum. Buna dair umudumu da, inancımı da asla yitirmedim. Yitirmek de istemiyorum” dediği için gündemin tepesine oturdu. Doğruları söyledi. Doğru yaptı.
Ne diyor Leyla Zana:
“… Hükümetten hükümete değişen dengelerle günden güne söylemler değişmeseydi bu sorun çok rahat çözülürdü. Bu devamlılığın yanısıra hükümetin güçlü söylemlerle birlikte somut adımlarıyla da bunu halka hissettirmesi lazım. Şu an sadece düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü kapsamında hassasiyetlerini dile getiren binlerce insan hiçbir eyleme karışmasa dahi tutuklu.
KCK deyip duruyorlar. Bu işin hikaye kısmı. Kim kendini ifade ettiyse, isyan ettiyse, kendini içerde buldu. Benim tanıdığım onlarca insan var, KCK’lı değiller ama içerideler. Türkiye’de adamı içeriye atıyorlar, orada unutuyorlar… Üniformanın laciverti, yeşili olmaz. Önemli olan tutumdur. Asker çözer, polis çözer, yargı çözerle bu iş olamaz… Bu işi isterse en güçlü durdurur… O güçlü kimdir, şimdiki hükümettir, o hükümetin başı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Tarihin en güçlü hükümetinin başındaki isim isterse o iradeyi gösterir, buna gücü yeter ve bu sorunu da çözer… Şimdi hepimizin yapması gereken, hepimizin başbakanın sorunu çözmesinde yanında olduğumuzu ona hissettirmemiz, onu teşvik etmemizdir.”
Leyla Zana, “iki şey” yapıyor:
1. Hükümetin Kürt politikasını esaslı biçimde eleştiriyor;
Tahminim şuydu: İktidar çevreleri bunu “tarihi” bir gelişme olarak sunacaklar; bunu destekleyenlerin kimisi bunu bir “devrim” olarak bile niteleyecek. Buna karşılık Kürt siyasi hareketi –ana gövdesi ve omurgası itibarıyla- bunu çok yetersiz bulmanın da ötesine geçecek. Nitekim, BDP Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak, Kürtçe’nin seçmeli ders olmasını “asilimilasyonculuk” olarak damgaladı.
İki tavır da, bence, yanlış; tipik bir “ifrat-tefrit” denklemi durumu. Ortada ne “tarihi” bir adım –“devrim” kusur kalsın-, ne de “asimilasyonculuk” var.
Bu ülkede Mardin Artuklu Üniversitesi’nde “Yaşayan Diller Enstitüsü” bünyesinde bir “Kürt Enstitüsü” kurulmuş vaziyette. Muş Alparslar Üniversitesi’nde ise adıyla sanıyla “Kürt Dili ve Edebiyatı” bölümü açık. YÖK Başkanı Prof. Gökhan Çetinsaya, bu konudaki yeni talepleri olumlu değerlendirdiklerini ve üniversitelere yeni Kürtçe bölümleri açabileceklerini söyledi.
Bu adımların atılmış ve bu yönde adımların daha da atılacağı besbelli olan bir ülkede, “orta öğrenimde Kürtçe’nin seçmeli ders” olarak konulmasının “tarihi” yönü de kalmamıştır; buna “devrim” hiç denmez.
Ama, “süreç”in ne şekilde, hangi aşamalardan geçerek ne yönde ilerlediğine bakılırsa, bu adımı “asimilasyonculuk”la damgalamak da insafsız kaçar.
BDP’nin diğer eş genel başkanı Selahattin Demirtaş, “Kürt çocuğu anasından doğarken dilini seçiyor mu ki, sen ona seçmeli ders sunuyorsun? Önce sen Tayyip Erdoğan olarak torununu Türkçe seçmeli desse göndermeyi kabul et, Kürtler de seçmeli dersi kabul etsin... Ama Kürt çocuğuna 5. Sınıftan sonra iki saat Kürtçe ders demek, ‘5 sene seni asimile edeceğim, sonra Kürtçeyi yabancı dil gibi seçmeli vereceğim’ demektir...” diye tepkisini belirtti.
Doğru değil mi söyledikleri?
Doğru. A’dan Z’ye doğru. Ama yine de olan “asimilasyonculuk” değil. Belki, “asimilasyoncu” zihniyetin son siperlerine doğru geri çekilmesi ve “asimilasyonculuk”tan toptan vazgeçememesi denebilir ama atılan adım, bir “asimilasyon hamlesi” değil.
Ortada bir spekülasyon da yok.Açıklamayı yapan gerçekten de Talabani’nin sözcüsü Azad Cundiyani. Seçtiği sözcükler şöyle:
“Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, ateşkes ilan etmesi konusunda ikna etmek amacıyla PKK ile görüşüyor. Türk ordusuyla, PKK arasında çıkan çatışmalarda kan duruncaya kadar Talabani’nin girişimleri devam edecek. Bu çabanın neticeleri yakın bir zamanda ortaya çıkacak.Talabani iki taraf arasında bir köprü vazifesi görüyor. Kendisi, barışçıl çözümlerin iki tarafı birbirine yakınlaştıracağına inanıyor.”
Talabani’nin sözcüsünden gelen bu açıklama üzerine, önümüzdeki yaz PKK’nın silahları susturacağına ilişkin “iyimser” yorumlar ortalığı kaplıyor.Keşke, öyle olsa.
Bu arada, Başbakan’ın Kürt sorununa ilişkin konularda danışmanı olduğu ileri sürülen –bugüne kadar eğer bu konuda danışmanlık yapıyorsa, hiçbir “hayırlı” sonuç üretmemiş olan- Ak Parti milletvekil Yalçın Akdoğan, dün Star’daki yazısında, PKK’nın yaz aylarında niçin “terör eylemlerini tırmandıracağını” uzun uzun anlatıyordu.
PKK’nın “güçlü adamı” Cemil Bayık’ın “Tasfiye tuzağına düşürmek istiyorlar, gevşemek yok, direnişe devam” tarzındaki açıklaması göz önüne alınırsa, PKK’nın bu yaz parmaklarını tetikten çekeceğine dair iyimser olmak zorlaşıyor.
Tersten okumayla, ardından “büyük hayal kırıklıklarına kapılmamak” için yakın vadede özellikle “iyimser” olmaktan kaçınmakta yarar olduğunu Yalçın Akdoğan’ın yazısının şu bölümlerinden de çıkarabiliriz:
“Hükümetin çözüm odaklı adımlar atması ve siyasi düzlemde diğer partilerle işbirliği geliştirmesi, PKK’yı adeta çıldırtıyor. Terör örgütü, son dönemde her alanda ciddi sıkışmalar, daralmalar, çöküşler yaşıyor. İmralı irtibatının kesilmesi, güvenlik güçlerinin operasyonlarının hız kazanması, KCK’nın lojistik desteğinin azalması, Kuzey Irak yönetiminin farklı perspektife bürünmesi, PKK’yı her alanda zorluyor.”
Bosna-Suriye karşılaştırmasını yapanlara İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague de eklenmiş. Hague’in Bosna’nın 1990’lı yıllarda yaşadıklarına benzettiği için bugünkü Suriye’den kaygı duyan açıklamasına, işin ilginç tarafı o ki, Saraybosna’da okudum.
Benim gibi sadece 1995 yılı içinde Saraybosna’ya her biri çeşitli tehlikelerle yüz yüze beş kez gelmiş birisi için; Saraybosna’da, unutulmaz anılara doğru bir “iç seyahat” yapmaması mümkün değil.
Bir seferinde Hırvat çeteciler rehin almıştı Saraybosna yolunda; Mostar’a varmak üzereyken. Gecenin bir vakti. Kurşunları vücudumuza doldurup cesetlerimizi saçsalar, hiçbir vakit nerede nasıl bu dünyayı terkettiğimiz öğrenilmeyebilirdi. Bir BM Barış Gücü zırhlısı az ötemizde bostan korkuluğu gibi duruyordu. BM’nin barış gücünün aşamayacağı sınırların bulunduğuna o gün somut olarak kanaat getirmiştim.
Bir başka seferinde, Zagrep’ten Saraybosna havaalanına iniş yapan BM uçağına (Ukrayna uçağı idi), havaalanını kuşatan Sırp milisler, tam inişe geçtiğimizde kurşun yağdırmışlar. İsabet de almışız. Uçağın pervane gürültüsünden duymamıştık. Olay, o günlerde büyük heyecan yaratmıştı. Çünkü, ertesi gün Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Saraybosna’ya gelecekti ve biz ön ekip olarak bir gün önce varmıştık. Zaten, Sırplar da o amaçla uçağa ateş açmışlar. Nitekim, Demirel, ertesi gün Saraybosna’ya gelemedi ve Orta Bosna’ta Türk birliğinin bulunduğu Zenica ziyaretiyle durumu idare etti.
Her seferinde, Saraybosna’ya varmak için, İgman dağının, Sırp mevzilerinin ateş menzilindeki kıvrımlı kötü yolundan inmek ve havaalanı pistinin altından geçen yaklaşık 900 metre uzunluğunda, ortalama 1.50 metre yüksekliğinde, üzerinden ray geçen ve orta bölümlerinde kanalizasyonun karıştığı tünelden çizmelerle geçmek zorunda olunurdu. Bir seferinde, “Tünel”i, Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’le birlikte geçmiştim. Kuşatma altındaki Saraybosna’nın dış dünya ile başka fiziki bir bağlantısı yoktu.
Saraybosna’ya ulaşıldığında ise, bunca tehlikenin ardından rahatlanmış olunmazdı. Çünkü, netice itibarıyla, kuşatma altına bir şehre girilmiş olunurdu. Dahası, şehrin birçok noktası, Sırp nişancıların hedefiydi. Bir çok sokağın başında “Pazi Snajper” yazılı uyarı ilanları dikkat çekerdi; “Dikkat Nişancı!”
Ya bina duvarlarına sürünerek veya hızla koşarak geçilmesi gerekiyordu, bulunduğunuz noktanın.
Saraybosna, kuşatma altında her lahza tehlike yaşamak için sanki kavuşulması şart olan dayanılmaz bir çekicilikte olmalıydı ki, bir yıl içinde beş kez onun kollarına atıldım. Her ayrıldığımda ve Türkiye’ye dönüş yolunda, ayrılınan günün akşamüstü varılan ilk durak olan Hırvatistan’ın güzel Dalmaçya şehri Split’te “suçluluk duygusu”na kapıldım. Saraybosna’yı öylesine arkamda bırakıp, hak edilmemiş bir “özgürlük” ve “güvenlik” yaşıyor olmanın dayanılmaz ağırlığı çökerdi insanın üzerine.