Cengiz Çandar

Kürtler, 'yolsuzluk şaibesi' altındaki iktidara omuz verir mi?

21 Şubat 2014
Türkiye’de bir tür 'Muhaberat' yani 'Baas rejimi'nin bir türevinin oluşturulmakta olduğunu fark etmiyor musunuz?

Bir önceki yazımın son cümlelerinden yola çıkarak, bir internet sitesi "İktidara savaş ilan eden Radikal gazetesi yazarı Cengiz Çandar, Kürtlere ‘çözüm sürecinden çekilin’ imasında bulundu" diye yazdı.
Yanlış. Tümüyle yanlış. Neredeyse bir yıldır ve özellikle Gezi’den bu yana, iktidar ve onun istihbarat bürokrasisinin beslediği ve yönlendirdiği tetikçilerinin hakkımdaki 'yalan rüzgârı'nın bir devamı bu satırlar.
Öncelikle 'iktidara savaş ilan etmiş' falan değilim. Bu ülkede önce askeri darbelere ve askeri vesayet rejimine karşı kendi çapımda katkıda bulunmaya çalıştığım 'demokrasi için mücadele'yi, Türkiye’yi adım adım bir 'polis rejimi'ne doğru götüren ve 'demokrasi için en büyük tehdit' haline dönüşmeye başlamış olan mevcut iktidara karşı da devam ettiriyorum.
Türkiye’nin ne tür bir rejime doğru sürüklendiğinin son örneği, internet ve HSYK yasalarının çıkarılmasının ardından hazırlanan MİT yasa taslağı. Avrupa Birliği’nin tüm 'demokratik normları'na aykırı gelişmeler söz konusu. Türkiye’de bir tür 'Muhaberat' yani 'Baas rejimi'nin bir türevinin oluşturulmakta olduğunu fark etmiyor musunuz?
Bunca yıl 'Kürt sorunu'nun 'barışçıl çözümü', Kürt halkının eşitliği, özgürlüğü ve demokratik hakları ve 'Türkiye’de demokrasi' için mücadele ettik. Dolayısıyla 'yolsuzluk ve hırsızlık fotoğrafı' ile kıskıvrak yakalanmış bir iktidar yapısının, bu yakalanışını örtmek ve gerçeği saptırmak amacıyla yürüttüğü "Çözüm süreci hedef alınıyor" demagojisini yutmayız. Kürt siyasi hareketi de yutmaz.
'Çözüm süreci', Kürtlerin lehine. Ayrıca, zaten Kürt siyasi hareketinin iradesi sayesinde, onun yüzü suyu hürmetine yürüyor. Kürtlerin 'Çözüm Süreci'nden 'çekilmesi' için hiçbir geçerli neden yok. Tam tersine, Kürt siyasi hareketinin yetkilileri, 'Çözüm Süreci'nde ayak sürüyen iktidarı adım atmaya zorlamaya çalışıyorlar.
Ben de 'yürüyen' bir 'Çözüm Süreci'nden yanayım. 'Yolsuzluklar'ın örtülmesi için gerekçe yapılmasına karşıyım.

Yazının Devamını Oku

Sevgililer Günü’nde ‘Derin Devlet aşkı…’

16 Şubat 2014
AKP iktidarının ‘Sevgililer Günü’nde, TBMM’de ‘kan’ dökerek, ‘burun’ kırarak geçirtebildiği HSYK Yasası’nın ayrıntılarını tartışmak anlamsız.

‘Ruhu’ önemli. Ruhu şu: ‘Kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin ‘yasamanın yürütmeye tabi olacağı’ şekilde değişikliğe uğraması.
‘Yargı’ zaten sinyali almıştı ki, ‘yolsuzluk soruşturması’nın simge isimlerinden eski Halk Bankası Genel Müdürü ‘Sevgililer Günü’nde tahliye edildi. Tahliye edildi ama içinden 4.5 milyon çıkan ve ‘Alo Fatih’ gibi AKP iktidarının ‘son dönem simgesi’ olan ‘ayakkabı kutusu’ Türkiye kamuoyunun belleğinden ‘tahliye’ olabilecek gibi değil.
O tahliye edilirken bakan çocuklarının ve bir başka ‘son dönem yolsuzluk simgesi’ Reza Sarrab’ın tutuklu kalması ‘adil’ görünmüyor.
Reza Zarrab’ın iktidar için ne kadar değerli olduğu, dün Karşı gazetesinin manşete çıkarttığı bir tapeden de anlaşılıyor. Oğlu Zarrab ile birlikte tutuklu bulunan eski İçişleri Bakanı Muammer Güler, İran kökenli –Tayyip Erdoğan’ın ‘hayırsever’ diye tanımladığı, oysa İran’daki ortakları ‘karapara’dan ötürü tutuklanan- Zarrab’ın “Bana soruşturma var mı” sorusuna “Vallahi böyle bir şey olursa, senin önüne yatarım” sözleriyle cevap vermiş.
Muammar Güler, Reza Zarrab’ın ‘önüne yatamadan’ koltuğunu kaybetti. Oğlu ve Zarrab ise 17 Aralık’tan beri içeride yatıyor. AKP iktidarının 17 Aralık’tan bu yana ‘paralel devlet’i temizleme bahanesiyle inşa ettiği ‘parti devleti’nin ‘hukuku’ ve ‘yargısı’ sayesinde, ‘HSYK Yasası’nın da TBMM’den geçmesi sayesinde yakında çıkabilirler ama.
Türkiye tarihinin en büyük ‘yolsuzluk ve soygun’ dönemlerinden birine ilişkin ‘delillerin karartılması’ bir de ‘internet yasası’nın Abdullah Gül’ün imzasıyla yürürlüğe girmesi sonucunda sağlama alınabilirse Türkiye’de 1925-1946 arasındaki ‘parti devleti’ni andıracak yeni bir ‘parti devleti’ne, bir başka deyişle ‘yeni vesayet rejimi’ne geçişte büyük bir mesafe kat edilmiş olacak.
Tabii, ‘delillerin karartılması’ hukukta suçtur ve bu suçu bizzat iktidarın işliyor olması suçu ortadan kaldırmaz ama burası Türkiye. ‘Hukuk devleti’ ve ‘demokrasi’ kavramları askıya alındığı vakit, böyle olur. Cumhuriyet tarihinin önemli bir bölümünde böyle olabildi zaten.

Yazının Devamını Oku

‘28 Şubat’tan ‘Alo Fatih’li ‘korku’ dönemine

14 Şubat 2014
Yok, şaka falan değil. İtiraf etmesi zor, ama... Gerçekten korkuyorum. Hipnotize olmuş gibi haber bültenlerini izlemek için televizyonun karşısına oturuyorum.

Bir önceki yazıda yazdığımı, Radikal’de yayımlanmasından bir akşam önce +1 (Artı Bir) televizyon kanalında ‘Mirgün Cabas’la Her Şey’ adlı programda da söylemiştim:
“Medyanın içinde bulunduğu dönem bakımından, ‘28 Şubat’tan beter bir dönem yaşadın mı’ diye sorsalar tereddütsüz bu dönem derim.”Yani, ‘Alo Fatih dönemi’. +1’de 28 Şubat’ın medya üzerindeki baskısının M. Ali Birand ve bana uygulanmış olan ‘andıç’ ile simgeleştiğini hatırlatarak 28 Şubat ile ‘Alo Fatih’ dönemi arasında karşılaştırma yapma ‘ehliyetimin bulunduğunu’ ifade etmiştim.
İki ‘baskı dönemi’ bakımından, ‘Alo Fatih’i daha da fazla baskıcı yapan fark ya da farklar nelerdir?
28 Şubat döneminde, ‘asker’ ya da bir başka deyişle ‘Türk Silahlı Kuvvetleri’ adını taşıyan ‘gerçek iktidar merkezi’nin ‘yönetim organı’ olan Genelkurmay’ın medya üzerinde dolaylı bir yönlendirmesi söz konusuydu.
Baskı, kurum olarak medyadan ziyade, medyadaki bazı unsurlara yönelikti. Medya patronajı, genel olarak, Genelkurmay ile aynı çizgiyi, bir bakıma, ‘gönüllü’ olarak benimsemişti.
‘28 Şubat Post-modern Darbesi’nin ‘güçlü adamı’ Genelkurmay İkinci Başkanı sıfatına sahip olan Org. Çevik Bir idi. Genelkurmay Genel Sekreteri ve sözcü rolünü ise Bir’e bağlı, Bir ile ‘aynı dalga boyu’ndan olan Tümgeneral Erol Özkasnak üstlenmişti. ‘Post-modern Darbe’ tanımı da bunlardan çıkmıştı. Olan-biteni, ilki öyle nitelemiş, ikincisi de daha sonra, ‘Post-modern Darbe’ nitelemesini övgüyle savunmuştu.
‘Post-modern Darbe’ nitelemesini bir yazı başlığı olarak medyada ilk kullanan ve popülerleşmesini sağlayan da benim. Bu nedenle ‘gerçek kaynağı’ hakkında da sağlam bilgilere sahibim.

Yazının Devamını Oku

‘Alo Fatih’ dönemi, ‘Hortum’dan ‘Havuz’a...

12 Şubat 2014
‘28 Şubat’tan beter bir dönem yaşadın mı bu ülkede’ diye bana sorsalar, tereddütsüz, ‘Bu dönem’ derim, ‘Alo Fatih’ dönemi.

Tayyip Erdoğan geçen gün konuşmasının bir yerinde, “İstanbul da tarihte birçok kez yakılıp yıkılmıştır. Ama tarih onu yıkanları değil, Fatih’i hatırlar, Mimar Sinan’ı hatırlar” dedi.

Aslında söylediği tarih gerçeği olarak pek doğru değil. İstanbul, ‘Konstantinopolis’ adıyla ‘Rum Ortodoks’ Bizans İmparatorluğu’nun başkentiyken 1204 yılında Katolik Venedikliler ve Batı Avrupalı müttefikleri Haçlılar tarafından Dördüncü Haçlı Seferi sırasında ele geçirilmiş, yağmalanmış, en kıymetli hazinelerinin bir bölümü Venedik’e taşınmıştı. 1183’te de şehrin Rum Katolik ahalisi Rum Ortodoksların katliamına maruz kalmıştı.

Tayyip Erdoğan, her ne kadar İstanbul Belediye Başkanlığı yapmış ise de 1453 öncesine gidecek bir tarih bilgisine sahip bulunabileceğine dair hiçbir işaret vermedi bugüne dek. O sözlerinin, Latin Katoliklerin Bizans’ı yağmalamasına duyduğu öfkeden kaynaklanmadığı besbelli.

Osmanlı yüzyılları içinde sık sık çıkan yangınları kastettiği de sanılmasın. ‘Fatih’ ve ‘Mimar Sinan’ isimlerini geçirmek ve kendi ismini, onların yanına, İstanbul’a eserler katan bir ‘yapıcı’ olarak kaydetmek istediği, kendisinin propagandasını bindirilmiş AKP’li kıtalara yapmak istediği anlaşılıyor.

Ne yazık ki Tayyip Erdoğan ismi, her bakımdan gerçekten büyük bir tarihi isim olan Fatih Sultan Mehmet ile aynı ‘dalga boyu’nda anılmayacak. ‘Fatih’ sözcüğü ve ismi ile Tayyip Erdoğan arasındaki en belli başlı bağlantı, artık, ‘Alo Fatih’. Bu da besbelli. Hiçbir internet yasası, hiçbir savcı ve yargıç yer değiştirmesi, hiçbir yeni HSYK düzenlemesi ve hiçbir on binlerce polisin atama kararnamesi, Tayyip Erdoğan’a ilişkin ‘acı alay’ı ifade eden ‘Alo Fatih’ damgasını Türkiye’nin bir döneminin üzerinden silemez. Silemeyecek.

‘Milli irade’ sığınağı da silemez. Kayda geçti artık. ‘Alo Fatih’ dönemi, bir yanıyla AKP’nin Türkiye’de medya üzerindeki müthiş baskı döneminin, bir başka yanıyla ise Türkiye’nin yakın tarihinin en büyük ‘medya utancı’nın simgesi oldu.

‘Alo Fatih’ aynı zamanda, ‘ayakkabı kutuları’nı ve içlerinde bulunan ‘milyonlarca doları’ da bir gazete ve televizyonun alımı için Başbakan’ın himmeti, Ulaştırma Bakanı’nın koordinasyonuyla kimi müteahhitlerin 82 milyar küsur liralık ihaleler elde edecekleri vaadiyle ‘100’er milyon’ dolarlarını ‘havuz’da toplayarak bir ‘havuz medyası’ oluşturulmasındaki katkılarını da özetliyor.

28 Şubat döneminde, ‘medya’ üzerinden bankalar

Yazının Devamını Oku

‘Krizdeki demokrasi’: ‘Darbe’ masalıyla ‘yolsuzluk’ uyutmak

5 Şubat 2014
Bu yazıyı dün yazarken Haramzadeler adlı internet sitesinin izleyici sayısı, 50 bine yaklaşmıştı.

Yani bir hafta içinde üçer gün içinde üçer misli artan bir izleyici sayısına erişerek, her türlü engellenme girişimlerine karşılık, sürüyor.
‘Fısıltı gazetesi’ yoluyla da olsa, ‘tirajını arttırması’nın, giderek artan ilgiyi görmesinin iki nedeni var:
1. Yolsuzluk belgelerini yayımlaması. (Sabah/ATV satışı ve bir konuda daha tape yayımlamanın da ötesine geçtiler ve pazar gece yarısı ‘fezleke’leri yayımladılar. Hani, şu, bir türlü TBMM’ye gelemeyen ‘fezlekeler’in bir bölümünü) yayımladılar.
2. Ana akım medyanın yolsuzluk haberlerini yayımlayamaması.
Bu gibi durumlarda ‘kapalı rejimler’de, ‘otokratik’ ya da ‘totaliter rejimler’de ‘yeraltı neşriyatı’ yayılır. Örneğin Sovyetler Birliği döneminde ‘samizdat’ adı verilen bir-iki yapraklık, sokaklarda gizlice dağıtılan yayın organlarında yazılan çizilenlere, Sovyetler Birliği’nin en önemli iki gazetesi olan Pravda’dan (Gerçek) ve İzvestia’dan (Haber) daha fazla inanılırdı.
Zira, şöyle yaygın bir espri de vardı: “Pravda’da İzvestia, İzvestia’da Pravda bulunmaz!” Türkiye’de gelinen noktada, tabii işin ucunda bir de ‘korku’ ve medyanın uzun süreden beri iktidar tarafından ‘yıldırılmış’ olmasının ürkekliği de bu durumda bir etken. Bir başka etken ise konuyla ilgili getirilen ‘yasak’ ile ilgili. Hadi, ana akım medya bu konunun üzerine gerektiği ölçüde gitmiyor diyelim, ‘internet medyası’ niye gerektiği ölçüde gitmiyor? Bunu bir internet medya yöneticisi hukuk müşavirlerine sormuş, “İki yıl hapis cezasını gözlerini kırpmadan verirler. Göze alıyorsanız yayımlayın” cevabını almış.
Kimilerinin ‘Korku İmparatorluğu’ sıfatıyla andığı koskoca süperdevlet Sovyetler Birliği, 20. yüzyılın son çeyreğinde darmadağın oldu, çatır çatır çöktü; Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın medya sektörüne yaydığı korku ve çekingenliğin, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Batı dünyasında kalmaya devam eden bir ülkede uzun bir ömrü olabilir mi sanıyorsunuz?

Yazının Devamını Oku

‘Yolsuzluk’ ve siyasi faturası

2 Şubat 2014
Nihayet New York Times’ın Nobel Ekonomi Ödülü sahibi köşe yazarı Paul Krugman da Türkiye konusuna girdi.

Önceki gün (30 Ocak) NYT’de ‘Talking Troubled Turkey’ (Sıkıntılı Türkiye’yi Konuşmak) başlıklı yazısında Türkiye’deki son gelişmeleri ve dünyada ekonominin gidişini inceledi.
‘Talking Turkey’, Amerikan İngilizcesinde kullanılan bir deyimdir; konuşulan konu neyse, onu ‘ciddi konuşalım’ anlamında kullanılır. Paul Krugman, ‘Talking Turkey’ şeklindeki Amerikan deyimini, kelime oyunu yaparak, Türkiye’deki gelişmeler üzerinden dünya ekonomisinin durumunu yorumlamak amacıyla başlığa taşımış.
Yazı, “İhtiyacımız olan en son şey, zaten siyasi karışıklığın patırtısını yaşamakta olan bir ülkede bir de yeni bir ekonomik krizdir. Doğru, Los Angeles büyüklüğündeki ekonomisiyle Türkiye’deki durumun doğrudan küresel ekonomiye taşması büyük olmayacaktır. Ama o korkutucu ‘bulaşıcı’ sözcüğünü işitiyoruz. Tıpkı Tayland’daki bir krizin tüm Asya’ya, daha yakınlarda Yunanistan’daki bir krizin tüm Avrupa’ya yayılmasındaki gibi bir bulaşıcılık halinden söz ediliyor. Şimdi herkes Türkiye’nin sıkıntılarının dünyanın yükselen pazarlarına yayılmasından korkuyor” cümleleriyle başlıyor.
Ve “Asıl sorun ne Türkiye’dir ne de Güney Afrika, Rusya, Macaristan, Hindistan ve şu sırada başka her kim darbe yiyorsa, odur” dendikten sonra -Türkiye örneğinin özellikle ortaya koyduğu şekilde- ‘yükselen pazarların balonunun patlamakta olunduğuna tanıklık edilen’ şu günlerde, dünya ekonomisindeki asıl sorunun başta ABD ve Euro Bölgesi olmak üzere dünyanın zengin ekonomilerinin zaaflarından ve siyasi yanlışlardan kaynaklandığı yazıda vurgulanıyor.
Yazı, sözü yine Türkiye’ye getirerek “Dolayısıyla Türkiye, ciddi sıkıntıyla karşı karşıya ve çok daha büyük bir oyuncu olan Çin de biraz sallantıda gözüküyor. Ama bu sıkıntıları korkutucu yapan Batı ekonomilerinin, temel zayıflığıdır. Bu zayıflık, gerçekten ama gerçekten kötü politikalarla daha kötüleşmiştir” paragrafıyla son buluyor.
Krugman’ın zengin Batı ülkeleri için söylediği Türkiye için haydi haydi geçerli: Türkiye de ‘gerçekten ama gerçekten’ berbat siyasi kararlar sonucunda ekonominin çökertildiği ve ‘sorunlu’ bir ülke halinde.
NYT, bu yazıdan iki gün önce, ‘Türkiye’nin Hatalı Dönüşü’ başlığı altında bir başyazı yayımladı. Şöyle noktalanıyordu:

Yazının Devamını Oku

Don Kişot’un ‘umutsuz’ savaşı

30 Ocak 2014
Gelinen noktada Merkez Bankası’nın ‘ekonomik-mali’, ülkenin başındaki kişinin ‘siyasi’ sorumluluğu bulunuyor.

Merkez Bankası Para Kurulu, o çok beklenen toplantısının ardından olağanüstü toplantı kararı alarak, sonucu “gece yarısı” açıklayacağını bildirince “faiz artışı” geleceği besbelliydi.

Tayyip Erdoğan’ın İran’a gitmek üzere “Merkez Bankası’na karışma yetkisi olmadığını ama faiz artışına karşı olduğunu” söylemesi bile, bu kanaati değiştirecek cinsten değildi. Merkez Bankası’nın sözde “bağımsız” ya da “özerk” hale geldiğini, basbayağı Başbakan’ın “faiz lobisi”ne dair keşfinden ve alerjisinden sonra, ekonominin kurallarına aykırı olarak faiz arttırımına bir kez bile gitmemiş olduğunu herkes görüyordu.

17 Aralık’tan sonra “deniz öylesine bitmeye başladı” ve “siyasi kriz” ekonomiyi öylesine şiddetle vurmaya başlamıştı ki, Tayyip Erdoğan da, Merkez Bankası da onca zamandır tükürdüklerini yalamaya mecbur duruma gelmişlerdi. Bu da görünüyordu.

Nitekim, beklenenin de üzerinde bir faiz artışı gerçekleşti. Ve, ardından dolar inmeye, Türk lirasının değeri görece olarak yükselmeye başladı. Gün içinde Merkez Bankası’nın “namusunu kurtardığının, bağımsızlığını kanıtladığının” altını çizen yorumlar dinledim.

Faiz artışını Tayyip Erdoğan’ın istememesinde anlamsız “ideolojik” inadının olduğu kadar anlamlı bir siyasi yönü de vardı kuşkusuz; seçimler arifesinde faiz artışının ekonomik büyümeyi yavaşlatması, hatta kimi iddialara göre eksiye kadar çekmesi ve bunun da kaçınılmaz olarak işsizliği arttırması gibi bir “ekonomik maliyeti” olacaktı. Tayyip Erdoğan, böyle bir “ekonomik maliyet”in “siyasi faturası”nı anlaşılır nedenlerden ötürü istemiyor olabilirdi.

Başbakan, muhtemelen, Merkez Bankası’nın “şok” olarak nitelenen faiz artışından, şayet Tahran yolunda iken haberdar değilse, İran’da bu bilgiyi aldığı vakit, canı çok sıkılmıştır.

Ama daha da önemlisi, dün akşam saatlerinde gerçekleşen durum oldu. Alınan ve “şok” diyerek nitelenen faiz artışı önlemleri, dolar artışının ve liranın tepe taklak aşağı gidişini, Borsa’nın değer kaybını önleyemedi. Dolar, yine yükselmeye başladı ve Merkez Bankası Para Kurulu kararının öncesindeki seviyelerini buldu, hatta onun ötesine geçti.

Bu, gerek ekonomi ve gerekse siyasi gelecek bakımından en berbatı. En istenmez, tahammülü en kabul edilmez durum bu. Çünkü, hem büyüme hızı yavaşlayacak ve işsizlik artacak ve hem de döviz rezervleri erimeye yüz tutacak ve zaten artmakta olan enflasyon daha da artacak.

Yazının Devamını Oku

Gülen, NYT, ‘Allah’ın tokadı’

29 Ocak 2014
Demek ki Türkiye’nin ‘Avrupa çıpası’ ve ‘demokratik muhalefet’, AKP’yi geri adım atmaya mecbur bırakabiliyor.

Kim ne derse desin, Fethullah Gülen’in BBC’ye verdiği mülakatta kullandığı dil ve tespitleri, Tayyip Erdoğan’a ve peşinden giden ‘Bremen mızıkacıları’na ağır yara verdirecek cinsten. Bir örnek Tayyip Erdoğan için kullandığı şu sözleri:
“Bir mabeyni hümayun var herhalde zannediyorum çevresinde. Mabeyn, padişahların etrafındaki insanlara deniyordu. Çevresinde zannediyorum meseleleri farklı intikal ettiriyorlar. Bir yönüyle böyle rahatsız edici şeylere sevk ediyorlar sanıyorum arkadaşı.”Fethullah Gülen, şayet bilinçli bir ‘ironi’ yapmamışsa ‘Adam iyi, çevresi kötü’ şeklinde bir sonuç çıkarmaya uygun bu değerlendirmesine ben katılmıyorum. Tayyip Erdoğan, o ‘çevre’ ya da ‘mabeyin’den çok daha çaplı ve yetenekli birisi. ‘Onlar’ tarafından yanıltılacak birisi hiç değil. Tam tersine, o ‘mabeyin’, Tayyip Erdoğan’da ‘Allah’ın tüm özelliklerini şahsında topladığını’ düşünecek kadar kendinden geçmiş kişilerden oluşuyor. ‘Mabeyin’in tümü elbette böyle yarı-meczup sayılmaz. Birçoğu ‘iktidar nimetleri’nin üleşiminden kendilerine düşen pay üzerinden ‘padişah’ın çevresindeler.
Ama ne olursa olsun, ‘mabeyin’ kendiliğinden oluşmuş da değil. ‘Padişah’ tarafından seçilmiş, belirlenmiş bir ‘mabeyin’ söz konusu. Gerisi ‘inter-aktif’ ilişki. Karşılıklı birbirlerine ‘gaz verme’ durumu.
Tabii, Fethullah Gülen’in değerlendirmesindeki iki can alıcı sözcük, biri dolaylı, diğeri doğrudan kullanılan iki sözcük. İkisi de ‘ağır yaralayıcı’ güçte. Biri ‘padişah’. Sokakta, insanlar arasında yarı tepki-yarı kızgınlıkla Tayyip Erdoğan’dan, onun ‘özlemi’ anlamında kullanılan bu sözcük, Fethullah Gülen’in dilinde ‘gizli alay’ gizli bir ‘objektif tespit’ niteliğine bürünüyor sanki.
İkincisi ise ‘arkadaş’. Bunun çağrıştıracağı anlam üzerinde durmak bile gereksiz. Kimilerine göre ‘Allah’ın tüm özelliklerini üzerinde toplamış’ görülen ‘reis’ten ya da ‘beyefendi’den ‘arkadaş’ diye söz etmek..
Fethullah Gülen’in önemli BBC mülakatında, sanırım, en önemli bölüm ‘paralel devlet’ üzerine söyledikleri. ‘Cemaat’ ile özdeşleştirilen kimilerinin ‘polis ve yargıdaki özerk yapı’, Tayyip Erdoğan’ın ‘devlet içinde devlet’ ve ithal biçimde ‘paralel devlet’ diye nitelediklerinin ‘cemaat’ ile ilişkisi olmadığını çok ilginç sözlerle ifade ediyor:
“... Tasfiyeye tabi tuttukları, tayin ettikleri her kişi cemaatten demek doğru değil. O insanların içinde zannediyorum sosyal demokratlar var, milliyetçiler var, ulusalcılar var. Şimdi bunların sağa sola savurduğu insanların binde birini tanımam. Mübalağa yapmıyorum burada, çünkü Allah bunun hesabını sorar benden. Sonradan bu ortaya da çıkabilir, bu insanlar, savcısı, hâkimi, emniyetçisi, yerlerine dönmek istedikleri zaman herhalde orijinlerini ortaya koyacaklardır.”Dönüp, bir kere daha okuyup, üzerinde düşünmekte yarar var bu sözlerin. Zira, Fethullah Gülen’in bu açıklamasının ‘isabeti’ durumunda, Tayyip Erdoğan iktidarının nasıl ‘eski Türkiye’ ile ve giderek ‘denize düşen yılana sarılır’ misali ‘Ergenekonculuk’ ile ‘koalisyon’ ihtiyacına girdiğini anlatıyor olacaktır.

Yazının Devamını Oku