Çoktandır 'dolaşımda' olduğunu bildiğim, hakkımdaki bir 'eleştiri', 'tepki' ya da 'itirazı', önceki gün benimle görüşen Wall Street Journal muhabiri olan meslektaşımız açıkça soru olarak yöneltti bana:
"17 Aralık’tan bu yana yaşanan süreçte neden 'cemaat’i hiç eleştirmiyorsunuz?"
Soruyu yöneltmeden önce bir gözlemini aktardı:
"İktidara yönelik olarak, hiç hakaret içermeyen ama bir yönüyle en sert, bana sorarsanız en oturaklı eleştirileri siz dile getirdiniz ve getiriyorsunuz."Ardından 'ama'yı ekledi ve yukarıdaki soruyu sordu.
İktidar yanlısı internet sitelerinde de bazı 'hatırlatmalar' yapılarak, 'cemaat’i hiç eleştirmediğim' vurgulanmıştı. İddialardan birincisi, cemaat beni KCK’dan tutuklatacakken, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın müdahalesiyle kurtulmuş olmamdı. İkincisi ise Fenerbahçe operasyonundan ötürü daha önce 'cemaat’i sorumlu tutarken sonraları Tayyip Erdoğan’a yükleniyor olmamdı. Her iki iddia da 'tutarsızlığımın göstergesi' olarak iktidar yanlısı çevrelerde hakkımda dolaştırılmaktaydı.
Geçen yıl bu zamanları aklınızdan bir geçirin. 21 Mart’a iki gün kalmış; Türkiye, Abdullah Öcalan’ın Diyarbakır’da 1 milyonu aşkın kişi önünde iki milletvekili tarafından Kürtçe ve Türkçe okunacağı bildirilen 'Nevruz Mesajı'na odaklanmıştı.
Öcalan’ın 'silahlı mücadeleye son verildiği'ni açıklaması ve PKK’nın silahlı güçlerinin Türkiye sınırlarının dışına çıkarılma talimatı vermesi bekleniyordu. Nevruz ya da Kürtçe yazılışı ile Newroz ile birlikte, Türkiye’nin önüne gerçekten 'yeni bir sayfa' açılması umutları doğmuştu. Gelecek, 'pespembe' görünüyordu.
Öylesine bir 'pespembe gelecek'te, 2014 yılında yapılacak seçimlerde Türkiye tarihinin halk tarafından seçilecek ilk cumhurbaşkanının Tayyip Erdoğan olması, bir ihtimal değil, tartışma bile götürmez bir kesinlik halindeydi.
Merak, daha ziyade, Tayyip Erdoğan ile birlikte nasıl bir 'başkanlık sistemi'ne geçileceğine dair idi. ABD tipi mi –ki, buna hiç ihtimal verilmiyordu, çünkü Tayyip Erdoğan öyle olmasını istemiyordu- Fransa tipi 'yarı-başkanlık' sistemi mi, yoksa Güney Amerika’daki 'Başkan tipleri'ne uygun olan cinsten mi?
Aradan bir yıl geçti. Önce haziranın ilk iki haftasına sığan ve İstanbul Taksim Gezi ile simgelenen ama Türkiye’nin her yanına yayılan olaylar sonucu, Tayyip Erdoğan’ın 'altın yaldızlar'ı döküldü. Bir başka deyişle Tayyip Erdoğan’ın 'pulları' döküldü.
MİLANO - Seçimlerden önce 'döngü'yü tamamladım. 30 Mart’a kadar Ortadoğu ya da Batı’da Türkiye konuşmak, Türkiye’yi anlatmak bitti. Ama öyle bir noktaya ulaştık ki seçim sonuçları da Türkiye’nin esas parametrelerini değiştirmeyecek artık.
Yolsuzluğa battığı ve giderek muhaliflerine zulüm yapacak boyutlarda otoriterleşecek bir iktidar hükmünü sürdürdüğü sürece, Türkiye’ye rahat, huzur ve istikrar olmayacak.
İki hafta içinde beşinci ya da altıncı kez 'Türkiye' konuşuyorum. Her seferinde farklı bir yer, farklı bir insan topluluğu ve farklı boyutlarıyla. Bu kez Milano’da.
Bağdat’tan başladık, milletvekilleri, entelektüeller, diplomatlar ve akademisyenlerin yer aldığı 50 kişilik bir topluluk önünde, olağandışı güvenlik şartlarında, Bağdat’ın 'Pembe Bölgesi'nde 'Türkiye-Irak İlişkileri ve Geleceği' konuluydu ilk toplantı. Önceki günkü Irak basınında geniş biçimde yer almış.
İkincisi, 'Yeşil Bölge'deki parlamento binasında, Irak Parlamentosu’nun Dış İlişkiler Komisyonu'yla idi. Üçüncüsü, 'Kürdistan’ın kalbi' sayılan Süleymaniye’de açılış oturumuna Ahmet Davutoğlu’nun katıldığı uluslararası bir forumda, 'Bölgede etnik çatışma ve mezhep çatışmasının geleceği' başlıklı paneldeydi.
İstanbul, galiba, tarihinin en büyük cenaze törenlerinden birini yaşadı dün. Berkin Elvan için yüz binler yürüdü. Böyle bir 'dönüm noktası'na bir başka cenaze töreninde daha tanık olunmuştu. Aşağı yukarı tam 7 yıl önce (2007’nin ocak ayının üçüncü haftasında). Hrant Dink için insan seli, Osmanbey’den Samatya’ya kadar uzamıştı. Bu kez de Okmeydanı’ndan Şişli’ye E-5 insan almadı. Şişli’den Feriköy’e uzadı on binler, yüz binler.
Ve gitti Berkin Elvan
Şu kısa dörtlük dünkü İstanbul’un halini, hem de vicdanlı Türkiye’yi anlatıyordu:
"Küçücük bedenin kente sığmadı BerkinYüz bin oldun meydanlardaMilyon oldun insanların kalplerindeHoşça kal çocuk."Ne gariptir ki vicdan ile sağduyu ile akıl ile ülkesinin gerçekleri ile bağlantısı kopmuş bir adam, ülkenin İstanbul’dan uzak bir köşesinde Siirt’te bağırıyordu yine; üstelik tam da İstanbul, Türkiye’deki milyonların çarpan yüreğini yansıtan yüz binlerle Berkin’i uğurladığı sırada:
"Marjinal sol örgütler, anarşistler, teröristler, vandallar işte bu MHP ile CHP ile Pensilvanya ile BDP ile ittifak halinde sokakları karıştırmak istiyorlar. Hiç merak etmeyin, asla umutsuz olmayın. Biz bütün bunların hesabını soracağız."
Yüz binlerce insan, nasıl 'marjinal'sayılabilirse nasıl 'anarşistler, teröristler, vandallar' olarak nitelenebilirse…
New York Times başyazısının başlığı 'Turkey’s Internet Crackdown' idi. 'Türkiye’nin İnterneti Çökertmesi' gibi tercüme edilebilir. Yazıda, Abdullah Gül’ün adı yazının en başında ve en sonunda geçiyordu. Şöyle:
"Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye’nin devlet başkanı, şimdi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hükümetinin özgür ifadeye yönelik saldırısına katılmıştır. Salı günü, Gül, parlamentodan daha önce geçmiş olan internet üzerindeki hükümet kontrolünü sıkılaştırarak Erdoğan ve müttefiklerini genişleyen bir yolsuzluk skandalından kurtarmayı amaçlayan yeni bir yasayı onaylamıştır..."Başyazıda, bu yasayı Gül’ün onaylamasından önce bile, Türkiye’de binlerce web sitesini yasaklayan sert yasaların bulunduğu hatırlatılıyor ve yeni internet yasası için şu niteleme kullanılıyordu:
"Yasa, Türkiye’nin demokrasisine en son vurulmuş bir darbeden ibarettir. İktidarda on yıldan fazla bir süredir bulunan Erdoğan daha otoriterleşmiştir ve bunun sonucunda daha da büyük ölçüde çatışmaya girmiştir."Türkiye’nin tüm dünyaya verdiği 'yeni imaj' bu. Abdullah Gül’ün bir grup Türk gazetecisine yaptığı "Yanlış bilgi vermişler" şikâyeti ile silinecek bir 'imaj' değil bu.
Başyazının sonunda Abdullah Gül’ün on binlerce Twitter izleyicisini kaybettiği belirtiliyor ve yazı şu cümle ile noktalanıyor:
"Eğer bu otoriter trend geri çevrilemezse, bunun, Türkiye’ye bir müttefik olarak değer veren Batı’ya ve Türkiye’ye ve bir Müslüman demokrasi olarak itibarına maliyeti büyük olacaktır."Abdullah Gül’ün İnternet Yasası’nı onaylaması, Tayyip Erdoğan’ın 'faşizan rotası'na karşı, kendisinin pek sevdiği deyişle 'checks and balances'ı yani bir tür 'denetim mekanizması'nı sağlaması için Cumhurbaşkanlığı makamından beklentiler içine girmiş olanlarda hayal kırıklığına yol açtı.
Nitekim, hafta başında, Mehmet Altan, T24’te 'Erdoğan, Gül ve Kürtler' başlıklı yazısında "Uzun süre Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde çalışmış, AB müzakerelerinde rol almış, Dışişleri Bakanlığını üstlenmiş olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Latin Amerika usulü bir faşizm peşinde koşmaya başlayan Başbakan Erdoğan’a kıyasla Özal politikalarına daha yakınmış gibi duruyordu... Türkiye’yi tamamıyla karartacak ve geri dönüşü olmayan bir yola sokacak olan MİT Yasası’na da itiraz etmez ise bu (Tayyip Erdoğan ile arasında var olduğuna hükmedilen cç) ortaklık iyice pekişmiş olacak. Otoriter ve totaliter bir Türkiye felaketinin peşindeki Tayyip Erdoğan’a karşı, daha önceleri uluslararası kamuoyu ve dünya medyası Abdullah Gül’ü güvence sayarken artık bu yaklaşımdan vazgeçiyor" satırlarına yer verdi.
Cumhurbaşkanı Gül, kendisinin bağlı olduğunu defalarca açıkladığı Avrupa kurumlarını ayağa kaldırmış olan HSYK Yasası’nı onaylaması, pek inandırıcı gerekçeler ileri sürememiş olsa da İnternet Yasası’nı onaylamış olmasından daha da vahim, daha da derin bir hayal kırıklığı konusu. HSYK Yasası’nı onaylarken topu Anayasa Mahkemesi’ne attı.
Aşağıdaki yazı, malum 'Tayyip-Bilal görüşmesi' sahte ya da montaj değilse -ki, olmadığını kesine yakın bir kuvvetle tahmin ediyorum- geçerlidir. O gözle okuyun.
Tarih, Türkiye'de 17 Aralık'tan sonra daha da hızlı akmaya başladı. 17 Aralık sonrasında yani bir süre önce İslami kesime mensup eski bir dostla muhtemel 30 Mart seçim sonuçları üzerinde sohbet ederken Tayyip Erdoğan için "30 Mart'a kalmaz. Ülkeyi terk etmek zorunda kalacak" diye bir söz sarf etmişti.
Önceki gün Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP grubunda yaptığı ve muhtemelen önümüzdeki günlerde çok önemli olduğu daha iyi ve daha çok anlaşılacak olan konuşmayı dinlerken Erdoğan'a yaptığı öneri dikkatimi çekti: "Ya helikoptere atla, ülkeyi terk et veya istifa et" diye iki tercih sundu Tayyip Erdoğan'ın önüne. İlginç...
Denebilir ki 30 Mart seçimlerine şunun şurasında bir ay kadar zaman kaldı; sabredelim ve görelim. Zaten, Tayyip Erdoğan ve trol'leri, sürekli 'millet', 'sandık' ve 'seçim'i eşanlamlı kullanarak 30 Mart'ta alınacak –kendilerince- 'tatminkâr bir oy oranı' ile tüm muhaliflerini susturacaklarını ve Türkiye'deki 'demokrasi sapması'na 'güvenoyu' almayı tasarlıyorlar.
30 Mart'ın ne sonuç vereceğini bilemem ama 'demokrasi=seçim ve sandık' diye bir denklem olmadığını gayet iyi biliyorum. Seçim, elbette bir demokrasi için 'olmazsa olmaz' ölçüdür. Ama seçim, demokrasi demek değildir. Seçim, demokrasinin yerini alamaz.
Seçim ve sandık, "Demokrasinin belirlenmiş parametreleri içinde yürüyen bir sistem ve çoğulcu biçimde yaşanılan bir ülkede, o sistemi kimin işleteceği ve çoğulcu yaşamın güvencesinin hangi siyasi parti veya partiler yönetimi tarafından sağlanacağını belirlemeye yarayan bir ölçüdür." Demokrasinin kendisi değildir.
Seçim, düzenli biçimde çevremizdeki ülkelerden Rusya ve İran'da da var. Siz, hiç, 'Rusya demokrasisi' ve 'İran demokrasisi'nden söz edildiğini duydunuz mu? Bu tür 'demokratik ülke modelleri' var mı?
Gerçekten demokratik bir ülkede yaşıyor olsaydık, Tayyip Erdoğan’ın 24 Şubat gecesi oğlu Bilal ile arasında cereyan eden 17 ve 18 Aralık (2013) tarihli telefon konuşmalarının tapelerinin yayımlanmasından sonra dün itibariyle istifa etmesi gerekirdi.
Öyle olmadığımız için, Tayyip Erdoğan iktidara asılmış durumda ve daha da kuvvetli asılacağa benziyor. 24 Şubat gecesinden sonra daha da kuvvetle asılmaya mecbur. Zira, bu noktadan sonra iktidardan parmaklarını gevşettiği noktadan itibaren, gerçekten de 'Yüce Divan' ihtimali beliriyor.
Yaşadığımız ülke şayet, Baas’ın Irak’ı, Suriye’si gibi –Tayyip Erdoğan’ın dönüştürmeye çalıştığı türden- olsaydı, zaten bu tartışmaları yaşamıyor olurduk. İktidarın ve iktidar sahiplerinin tüm keyfi tasarruflarının üzeri örtülür, örtüyü açmak isteyenler de amansızca ve acımasızca –Tayyip Erdoğan’ın yapmayı arzuladığı şekilde- bastırılırdı.
Türkiye tam öyle değil. İşte 'demokratik bir ülke, açık toplum' ile bağdaşmayan yeni internet yasasına rağmen, sosyal medya olanca canlılığıyla o yasayı şu anda 'kadük' hale getiriverdi.
Tayyip Erdoğan-Bilal Erdoğan arasında 17-18 Aralık tarihlerinde gerçekleşen telefon görüşmelerini 'YouTube'dan dinleyenlerin sayısı, tapelerin dolaşıma girmesinin üzerinden 24 saat geçmeden 2 milyona ulaşmıştı.
Tayyip Erdoğan, kendi medyasını oluşturalı ve geri kalanın önemli bölümünü korkutalı ve sindireli beri, Türkiye’de bir demokratik ülkede olması gereken türden 'özgür medya'dan söz etmek imkânsız. İktidar medyası ve merkez medya, dün elbirliğiyle 'Tayyip Erdoğan-Bilal Erdoğan tapeleri'ne sansür uyguladı. Ana muhalefet liderinin TBMM’deki konuşmasına bile bu sansürü yaydı ama söz konusu tapeler tüm dünya medyasında yer bulduğu gibi, işte Türkiye’de en az 2 milyon kişi, 'YouTube Türkiye rekoru'nu kırarak, kısa süre içinde bunları izledi ve dinledi.
Yolsuzlukların öğrenilmesini önleyemezsiniz. Financial Times’a dün söyledim; 40-50 yıl önce Varşova Paktı ülkelerindeki Stalinist rejimler, elden dağıtılan tek sayfalık 'samizdat'ları önleyemezken bu internet çağında Türkiye’de Tayyip Erdoğan ve trol'leri, 'sosyal medya' ile baş edebilir mi?
O gün, tarihçilere göre Fransız Devrimi’nin sona erdiği gündür.
Yeğeni, Louis-Napoléon Bonaparte, Fransız Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı idi. Doğrudan halk oyuyla seçilen ilk Fransa cumhurbaşkanı.
Ne var ki ikinci kez seçilmesinin önüne anayasa ve parlamento engeli çıkınca, bir 'darbe' düzenledi ve 2 Aralık 1852’de, amcasının taç giyme töreninin kırk sekizinci yıldönümünde o da taç giyerek Napoléon III unvanı ile 'Fransız İmparatorluğu'nun 'imparatoru' oldu.
Louis Napoléon ya da Napoléon III’ten yüzyılı aşkın süre sonra, Recep Tayyip Erdoğan 'Türkiye’nin doğrudan halk tarafından seçilmiş ilk cumhurbaşkanı' olmak istedi. 2013 yılının ilk yarısına kadar bu amacına ulaşmasına kesin gözüyle bakıldı. Yılın ikinci yarısıyla (Gezi sonrası) bu amacına ulaşması kuşkulu hale geldi. Ve Tayyip Erdoğan, 'yolsuzluklar'ın ortaya saçılmasıyla birlikte, bu amacına ulaşmasının imkânsızlaşacağı 17 Aralık 2013’ten sonra harekete geçti. O günden itibaren, Türkiye’yi bir 'polis devleti'ne çevirmek için uygun adım ilerliyor.
Karl Marx, kendi yaşam süresi sırasında Fransa’da yaşanan gelişmeyi 'Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i' isimli kitapla anlatmış ve analiz etmişti. Çok muhtemeldir ki tarih, 17 Aralık 2013 tarihini 'paralel devletin tasfiyesi'nin başladığı süreç veya 'Tayyip Erdoğan’ın kendisine karşı ‘darbe’yi önleme tarihi' olarak kaydetmekten ziyade, 'Tayyip Erdoğan’ın sivil darbesi' olarak kayda geçirecektir.
17 Aralık’tan bu yana olanları arka arkaya sıralamak –İnternet ve HSYK yasaları- bu değerlendirmenin, elle tutulur, somut kanıtları halindedir. Son olarak Türkiye’yi bir 'Muhaberat Devleti'ne dönüştürecek, her türlü kurumu ve bireyi Milli İstihbarat Teşkilatı’na 'online hale getirecek' hükümler içeren MİT yasa tasarısı, 'Tayyip Erdoğan’ın sivil darbesi'nin 'istinat duvarları' olarak tarih sicilinde yer bulacaktır.
Fransa’da 19. yüzyılda ülkenin 'seçilmiş ilk cumhurbaşkanı' Louis Bonaparte ile Türkiye’de 21. yüzyılda ülkenin 'seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olmak isteyen' Tayyip Erdoğan arasındaki 'ortak payda', her ikisinin de iktidardayken 'sivil darbe' yapmış olmalarıdır.