Cuma günü öğleden sonra bunlardan ilkini 24’ü açıyorsunuz, Tayyip Erdoğan konuşuyor. Üzerinde cüppe, Sakarya Üniversitesi’nde konuşuyor. Zaplayıp bir sonrakine NTV’ye geçiyorsunuz, yine aynı görüntü. Bir sonraki haber kanalı CNN Türk. Aynı görüntü. Onu geçin, ondan sonraki haber kanalı Skytv. Yine o görüntü. Ondan sonra bir haber kanalı daha var: Habertürk. Hakeza. Tayyip Erdoğan avazı çıktığı kadar bağırarak konuşma yapıyor, tüm haber kanalları birden canlı yayımlıyorlar.
Aradan bir yarım saat geçiyor. Televizyon haber kanallarını tekrar açıyorsunuz, aynı sırayla yine canlı yayın; yine avazı çıktığı kadar bağıran bir Tayyip Erdoğan. Üzerinden akademik cüppe çıkmış, boynunda yeşil-siyah bir Sakaryaspor fuları, yine Adapazarı’nda konuşuyor. Bu kez üniversite yerine bir toplu açılış töreninde.
Bir-iki saat sonra tekrar televizyonunuzu açar ve haber kanallarında “Ne haber var” sorusuna cevap ararsanız, aynı utanç verici manzara. Tümü canlı yayında, tabii ki yine bağıra çağıra konuşan bir Tayyip Erdoğan. Bu kez, İstanbul’da havaalanının çıkışında.
Aynı ses tonu, aynı tehditkâr sözlerle dolu konuşma içeriği.
Tayyip Erdoğan’ın sık kullandığı, çok sevdiği iki sözcükle değerlendirelim: ‘Kusura bakmayın’ ama bu, düpedüz bir faşizm görüntüsüdür!
Böylesine bir duruma ancak otokratik, otoriter rejimlerde rastlanabilir. Ancak böylesi bir ortamda televizyon haber kanallarının hepsi birden o ‘lider’ gak dese, guk dese, ne derse desin, canlı yayına geçiverirlerdi.
Türkiye’de ‘yürütme’nin ‘yargı’yı iptal etmeye kalkışmasından sonraki tehlikeli gidişatın altını çizmeye çalıştık ve çalışmaya devam edeceğiz. Zira, ülkemizin karşısındaki asıl büyük ve acil tehlike, ‘seçilmiş hükümete karşı bir darbe girişimi’yle karşı karşıya bulunmamız değil; tam tersine ‘yolsuzlukların örtbas edilerek’ yürütmenin yargıyı yok etmesine kadar işleri vardıracak bir ‘savaş’ açılmış olmasıdır.
Türkiye, yeni yıla bir ‘Yeni Tayyip Erdoğan hükümeti’ ile giriyor. Anlaşılan, ‘Yeni Türkiye’ için ‘İstiklal Savaşı’nı yürütecek olan ‘Eski Başkumandan’ın komutasındaki ‘yeni hükümet’ bu. İçlerinde yakından tanıdığımız çok iyi isimler olan bir hükümet.
Ne var ki Türkiye’nin ‘yeni iktidar sahipleri’nin, ‘yeni yönetici eliti’nin arasındaki ‘iç savaş’ o kadar erken ve şiddet ile patlak verdi ki, ‘Yeni Türkiye’nin İstiklal Savaşı’nın mı başlangıcındayız yoksa ‘Eski Türkiye’nin tüm hastalıklarını tevarüs etmiş’ olan bu ‘Yeni Türkiye’nin sonunu getirecek ‘İç Savaş’ın mı orta yerindeyiz; kestirmek zor.
Türkiye, küresel bir sistem içinde yaşadığı, o küresel sistemin önemli bir ‘jeopolitik halkası’nda bulunduğu ve Tayyip Erdoğan’ın 11 yıllık siyasi ve ekonomik ‘başarı vitrini’, önemli ölçüde ‘küresel sistem’in onu kabulü ve desteğiyle elde edilmiş olduğu için, olan-bitene ‘küresel sistemin tepkisi’ne bakarak, bir hüküm vermeye çalışmak isabetli olabilir. ‘Piyasalar’ ve ‘döviz paritesi’nin ne şekilde seyrettiğini, bunun göstergeleri arasında değerlendirebiliriz.
Yeni hükümetin açıklanması, yeni yıl arefesine, Noel ertesine geldi. Dünyanın birçok yeri, günün ilk ışıklarına kadar uzanmış bir Noel gecesinin rehavetinde tatil gününe uyanıyordu. Bu nedenle, Reuters, hükümet değişikliğinin Noel tatili günü gerçekleşmesini, ‘uyuyan uluslararası piyasalar’ın ‘Türkiye ekonomisine indireceği darbenin şiddetini azaltan bir yastığa’ benzetti.
Gelgelelim, dün ‘uyku sersemliği’nden nispeten çıkan ‘piyasalar’ın ‘yeni hükümet’i Tayyip Erdoğan’ın arzuladığı ‘fiyat’tan ‘satın almaya’ pek arzulu olmadığı; ABD Doları ve Euro’nun rekor düzeye fırlamasından, Borsa’nın 65 binin altına ilk kez inmesinden sezilebilir.
Günümüzde siyaset ve ekonomi arasındaki karşılıklı ilişkinin gücü hesaba katılırsa, ‘uluslararası trend’in Tayyip Erdoğan’ın ‘zayıflaması’ yönünde olduğu görülebilir.
2002 Kasımı’nda kendisi siyasi yasaklı iken partisini iktidara taşımış olan Tayyip Erdoğan, arkasına aldığı ‘uluslararası destek’ ve ‘değişen iç dengeler’in kesiştiği noktada 2003’te Başbakanlık koltuğuna oturdu ve yakın zamana dek başarılı bir performansa imzasını attı. Sonra ‘iniş’ başladı.
Yolsuzluk ve rüşvet damgalı skandallar, herhangi bir ‘demokratik’ ülkede, herhangi bir siyasi partinin iktidarını sarsar. ‘Lider’i yaralar. Ancak ‘otokratik’ türlerdeki ‘tek adam’ ya da ‘tek parti’ rejimleri, ‘yolsuzluk ve rüşvet’ skandallarından etkilenmezler. O da ancak bir süre için.
O nitelikte bir skandal Türkiye’de patlak verdiğinde, bundan iktidar partisi AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın ‘sarsılmaması’ mümkün değildi. Zararı en az kayıpla atlatmak, kaçınılmaz ‘sarsıntı’yı asgariye indirmek tek bir yolla mümkün olabilirdi: Skandal patladığı gün, gelişmelerle bir şekilde ilintilendirilen bakanların istifası, Tayyip Erdoğan’ın ‘yolsuzluk ve rüşvet soruşturması’nın en önünde yürüyüp soruşturmanın önünü açması ile.
Tam tersi bir yol tutuldu. ‘Yolsuzluk ve rüşvet soruşturması’na Başbakan’ın ilk tepkisi, bu soruşturmanın önünü kesmeyi amaçladığı apaçık belli bir şekilde. Emniyeti tırpanlamak, yargıyı yürütmeye bağlamaya kalkan genelgeler yayımlamak ve meydanlara çıkıp ‘çok kirli bir operasyon’dan, ‘dış mihraklar’ın Türkiye’nin önünü kesmesinden dem vurmak ve giderek ‘cambaza bak’ esprisi ile ABD Büyükelçisi’ni hedefe koymak oldu.
‘Reis’, ‘işareti’ni böyle verince ‘yedirtmeyiz’ korosu sahneye çıktı. Tayyip Erdoğan’ın ‘yolsuzluk’ iddiaları karşısındaki tavrına, Pakistan’da Muhammed İkbal’e göndermeyle ek yaptı ve “Yol arkadaşları olmadan yola çıkılmaz” dedi. ‘Tarik’ için ‘refik’ gerektiğini söyledi. Tarik, Arapça yol, refik ise yoldaş demek.
Ama dün, isimleri yolsuzluk soruşturması nedeniyle gündeme yerleşmiş olan ‘yol arkadaşları’nın istifaları geldi. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ile İçişleri Bakanı Muammer Güler’in istifasından daha vahimi, diğer iki bakanın aksine, oğlu tutuklanmayıp serbest bırakılmış olan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın da istifa etmesi ve istifasından önce NTV’ye söyledikleri:
“... Sayın Başbakan’ın istediği bakanla çalışmak veya istediği bakanı görevden almak en tabii hakkıdır ve yetkisidir. Fakat rüşvet ve yolsuzluk ifadelerinin bulunduğu bir operasyon sebebiyle istifa ediniz ve beni rahatlatacak deklarasyonu yayımlayınız şeklinde tarafıma baskı yapılmasını kabul etmiyorum. Etmiyorum çünkü soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan’ın onayıyla yapıldı. Bu minval üzere bakanlıktan ve milletvekilliğinden istifa ettiğimi açıklıyorum. Bu milleti ve vatanı rahatlatmak için Sayın Başbakan’ın istifa etmesi gerektiğine inandığımı ifade ediyor, yüce milletime saygılar sunuyorum.”
Türkiye’nin yaşadığı ‘absürdlük’ halinin bir başka tezahürü, Bayraktar’ın bu açıklamasını yayımlayan NTV, daha sonra kendi kendisine sansür koymasıyla ortaya çıktı; Bayraktar’ın Başbakan’ı istifaya davetine yer vermedi.
Ama olan oldu. ‘Bomba’nın pimi çekildi. Bomba patladı!
Türkiye’de bir köşe yazarıysanız dünkü ‘Yolsuzluk operasyonu’nu es geçemezsiniz. Bu operasyona değinen yazınızı ise ‘Ak Parti iktidarı’ ve ‘Cemaat’ ya da ‘Hizmet’ sözcüklerini geçirmeden yazamazsınız. Öyle yaparsanız, Bizans kuşatıldığı sırada şehrin içinde ‘meleklerin cinsiyeti’ni tartışan bir piskopos ile aranızda pek bir fark kalmaz. Biz öyle yapmayalım.
Farklı bir açıdan ‘konu’ya yaklaşmayı deneyelim.
İngilizce bir söz vardır ‘Power corrupts’ diye; devamı da şöyledir: ‘Absolute powers corrupts absolutely.’ Türkçeye şöyle çevrilebilir: “İktidar bozar” ve “Mutlak iktidar mutlaka bozar.”Fiil olarak ‘corrupt’ sözcüğünün Türkçe karşılığı ‘bozmak’ ama fiilin isim hali olan ‘corruption’ sözcüğünün Türkçe karşılığı ‘yolsuzluk’. Dünyanın her yanındaki yatırımcıların, borsaların, bankacıların ve ekonomi-politik karar vericilerinin dikkatle izlediği Financial Times (FT), dün İstanbul ve Ankara’da başlatılan operasyonu “Erdogan allies held as anti-corruption probe deepens”. Yani, “Erdoğan müttefikleri göz altına alınırken, yolsuzluk soruşturması derinleşiyor” gibi çevrilmeye uygun bir başlık.
Türkiye’yi izleyen uluslararası ekonomi ve siyaset karar vericileri, FT üzerinden, dünkü gelişmeleri, Tayyip Erdoğan iktidarına ‘meydan okumak’ olarak değerlendireceklerdir. Başbakan’ın dünkü Konya konuşmasındaki ifadesiyle ‘karanlık odaklar’dan kastedilenler, bu uluslararası ekonomi ve siyaset karar vericileri olmalı.
Biri İçişleri Bakanı, diğeri Sanayi, bir diğeri de konuttan sorumlu üç bakanın oğlunun, müteahhitlere kredi sağlayan bir büyük kamu bankasının genel müdürünün, son yıllarda birdenbire ‘Yaşam Mimarı’ sıfatıyla ortaya çıkan/çıkartılan ve İstanbul’un en ziyade rant getiren alanlarında faaliyet gösteren bir müteahhidin, bir Ak Partili belediye başkanının, bu yazı yazılana dek 37 kişinin gözaltına alındığı bu operasyonun, yöneldiği ‘adreslere’ bakıldığında iktidar odağını hedef aldığı çok anlamlı değil mi?
Hemen arkasından Başbakan’ın Konya’da “Türkiye, kendisine operasyon yapılacak bir ülke değildir” diye haykırması, yine ‘sandık’ vurgusu yapması ve Gezi olaylarında ‘faiz lobisi’ni işaret ettiği gibi, bu kez de ‘karanlık odaklar’ diye ‘uluslararası mihraklar’a gönderme yapması da anlamlıdır.
Muhtemeldir ki, FT’nin başlığı da dünkü The Guardian gazetesinin ‘Turkey: Lecturing not listening’ yani ‘Türkiye: Ders veriyor dinlemiyor’ diye bizzat Tayyip Erdoğan’ı anlatan ve eleştiri hedefine yerleştiren başyazısı da ‘uluslararası mihraklar’ ile irtibatlanacaktır.
Kürdistan’da daha bakir durumdaki rezervlerin Kerkük’ün rezervlerine gerek bıraktırmayacak boyutlarda olduğunu söyledi. Erken bir zamanda, ön alarak bu alanda yatırımı yapacak olanların, gelecekte kendileri için büyük yarar sağlayacağını, stratejik avantaj elde edeceğini anlattı. ‘Bu işler’ dedi, ‘first come-first serve basis, yani erken gelen oturur hesabınca yürür. Biz, 4-5 milyonluk bir halkız. Koca bir petrol ve doğalgaz denizinin üzerinde yüzüyoruz. Bizim için çok fazla. Petrolü içecek halimiz yok. Yeraltında duran bir petrolün ve doğalgazın bir değeri de yoktur. Sizin önceliğiniz olur haliyle. Gelin birlikte çıkaralım, birlikte üretelim, birlikte işleyelim, birlikte satalım’ dedi.” (Cengiz Çandar, Mezopotamya Ekspresi –Bir Tarih Yolculuğu-, İletişim Yayınları, s.275)
2007 yılı başlarında cereyan etmiş olan bu diyalog, yaklaşık 7 yıl sonra Türkiye-Kürdistan izdivacını simgeleyen ‘alyans’ın altın ya da platin yerine ‘petrol ve doğalgaz’dan yapılacağını haber veriyordu aslında. Bu ay başında (Irak) Kürdistan Bölgesi Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani ile Ankara’da atılan ve Kürdistan-Türkiye boru hatlarını da içeren kapsamlı anlaşma da bir anlamda ‘nikâh töreni’ niteliğindeydi.
Ne var ki, Bağdat’ı (ve de bu konuda kendine özgü nedenlerle Bağdat’ı arkalayan Washington’u) kızdırmamak için “Hayır, daha anlaşma imzalanmadı” gibisinden tuhaf ve anlamsız bir ‘beyaz yalan’a başvuruldu. Ama, imzaları atılmış anlaşma basına ve kamuoyuna sızdı, Bağdat’ın öfkesini çekti ve anlaşmanın imzalanmasından 48 saat geçmeden Enerji Bakanı Taner Yıldız apar topar –daha önce planlanmış olmayan- bir Bağdat seferine çıktı. Bağdat rejiminin, İran yanlısı bilinen ve enerji politikalarının yıllardır başında bulunan yetkilisi Hüseyin Şehristani ile görüştü. Arkasından, Ankara’da atılmış imzaların yürürlüğe girmesinin, ‘Bağdat’ın iznine tabi olduğu’ şeklinde yorumlanmaya uygun açıklamalar yapıldı.
Sanki Ankara’da atılmış imzaların pek bir hükmü yokmuş ve ‘birinci kareye geri dönmüşüz’ gibi bir izlenim ortaya çıktı.
Türkiye ile KRG (Kürdistan Bölge Yönetimi’nin İngilizcesinin başharfleri-dış dünyada kısaca böyle kullanılır oldu) arasındaki anlaşmanın belirli ‘sütunları’ var. Buna göre, Türkiye, özellikle Kürdistan petrolleri üzerinde iş görecek TEC adlı şirketi oluşturdu. Bağdat’ın gönlünü hoş tutmak amacıyla, Kürdistan petrollerinin Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden dünya pazarlarına taşınması için ‘Ankara-Bağdat-Erbil’ yani ‘üçlü mekanizma’ kurulması önerisini getiriyor. Irak Anayasası’na göre Irak topraklarının her yanında çıkan petrolün ‘tüm Irak halkının malı’ kabul edildiği ve KRG’ye Irak’ın toplam petrol gelirinin yüzde 17’sinin ayrıldığı ve bu para New York’ta bir bankada oluşturulan ‘escrow account’ adı verilen bir hesap üzerinden işlem görüyor. Türkiye ise Kürdistan ile petrol-doğal gaz ilişkilerinin üreteceği paranın Türkiye’deki bir kamu bankasında (Halk Bankası) toplanmasını ve bu paranın yüzde 17’si dışında kalanının Bağdat’a aktarılmasını öngörüyor.
Ama işler tam böyle yürümüyor. Zira Bağdat, Kürdistan petrollerinin Türkiye’ye taşınması işleminin de bir merkezi Irak şirketi olan SOMA üzerinden yapılmasına devam edilmesini savunuyor. ‘Üçlü mekanizma’ya karşı çıkıyor. Bunu istemiyor. “KRG ancak Irak heyetinde alır” diyor. Ayrıca BM kuralları uyarınca ‘savaş tazminatı’ ödemekte olduğunu ve bu nedenle ‘petrol gelirinin yüzde 5’inin Kuveyt’e ödenmesi’ne devam edileceğini, bunun için de Kürdistan petrollerinden elde edilecek tüm gelirin ABD’de New York’taki bankaya yatması gerektiğini vurguluyor.
Yani, Ankara ile Bağdat arasında, Taner Yıldız’ın apar topar Irak başkentine gitmiş olmasıyla halledilmiş bir durum yok. Anlattıklarımızdan anlaşılacağı gibi, Bağdat, Erbil ile bir tür ‘egemenlik paylaşımı’na girmeyi istemiyor. KRG’nin oluşumuna ve bunun Irak Anayasası’na girmesine mecbur kalındı ama ‘ufuktaki’ bir Kürdistan bağımsızlığının ekonomisini güvence altına alacak şekilde, Türkiye’nin alıştığı dil ile ‘Kuzey Irak’, Kürtlerin dilinde ‘Güney Kürdistan’ petrol ve doğalgaz zenginliği üzerinde ‘egemenlik paylaşımı’na kesinlikle karşı görünüyor.
Peki, bu konuda yeni bir durum mu var?
DUBLİN - İki buçuk yıl önce Londra’daki ilk DPI (Democratic Progress Institute-Demokratik Gelişim Enstitüsü) toplantımızda Kuzey İrlanda sorununun barışçıl çözümünün mimarlarından Jonathan Powell konuşmasına, “Güney Afrika’dan çok şey öğrendik” cümlesiyle başlamıştı.
Kürt sorununun çözümü için karşılaştırmalı örnekleri öğrenmek için, AK Partili, CHP’li, BDP’li parlamenterler, bir grup akademisyen ve gazeteciyle birlikte Londra’daydık. Daha sonra Belfast’a ve Edinburgh’a gittik. Ardından ‘Cumhuriyetçi İrlanda’nın merkezine, Dublin’e. Bu yıl içinde ise Güney Afrika’ya; Cape Town’a, Johannesburg’a, Soweto’ya, Pretoria’ya.
Bu turlarda yer alanların bir bölümüyle yine Dublin’deyiz ve bir yandan DPI çalışmalarını gözden geçirirken, bir gözümüz Güney Afrika’da, dünden itibaren Pretoria’da ‘İlk Siyah Cumhurbaşkanı’ olarak yemin ettiği yerde katafalka konulan Nelson Mandela’da, diğeri Türkiye’de gelişmeleri izler vaziyette.
Bu günlerde ister Londra’da olun, ister Dublin’de; Nelson Mandela’dan çok uzak kalabilmek mümkün değil. Tıpkı Birleşik Krallık’ta olduğu gibi İrlanda’nın devlet yöneticileri de Güney Afrika’dalar. Cumhurbaşkanı Michael Higgins ile Dışişleri Bakanı Eamon Gilmore’un yanı sıra Mandela’yla yakın kişisel dostluk geliştirmiş olan ve dünya çapında saygın bir insan hakları aktivisti olarak bilinen eski cumhurbaşkanlarından Mary Robinson da Güney Afrika’dalar.
Mandela’nın, gerek Birleşik Krallık ve gerekse İrlanda’nın ‘müzik ikonları’ ile yakın ilişkileri olmuş. Bruce Springsteen, Peter Gabriel, İrlandalı ünlü müzik grubu U2 gibi. Peter Gabriel, Mandela’nın uzun hapislik yıllarında onun için ‘ırkçılığa karşı’ dayanışma konserleri düzenlemiş, Dublin’de elime aldığım Irish Times gazetesinde ise ilk gözüme çarpan Bono’nun yazısı oldu.
Bono, yazısına “The farsighted vision of a man who could not cry” (Ağlayamayan adamın uzak görüşlülüğü) başlığını koymuş ve yazısına şöyle başlamış:
“Gençlik günlerimden beri bir aktivist olarak büyük ölçüde Nelson Mandela’nın bana anlattıklarını yapıyorum. U2’nin ilk anti-apartheid girişiminde bulunduğu 1979 yılına dek geriye giden bir süreden beri, onun, benim hayatımda çok güçlü bir varlığı oldu. Ve İrlandalılık bilincinde ise bundan da çok daha gerilere giden büyük bir yeri.”
Ve Bono, yazısında kendisinin Mandela ile doğrudan kişisel temaslarına dayalı anekdotlarla süslediği yazısında,
TÜSİAD, önemli bir seminer düzenledi. Başlığı ‘Yeni Bölgesel Dinamikler Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri: Yeni Bir Yaklaşıma İhtiyacımız Var mı?’Konuşmacı Stroble Talbott idi. Bu başlık altında konuşmak için herhalde en ‘ehil’ konuşmacılardan biri olmalı. Bill Clinton ile Hillary Clinton’ın hayattaki en yakın arkadaşı, bir dönem ABD Dışişleri’nin iki numarası, şu anda ABD dış politikasını yapanların –çoğunlukla ‘patron’ düzeyinde- çok yakın çalışma arkadaşı ve eski ve başarılı bir gazeteci. Yıllardır Washington’un en itibarlı düşünce kuruluşlarının başında gelen ve bu yıl içinde hem Başbakan Tayyip Erdoğan’ı ve hem de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu ağırlamış olan Brookings Institution’un başkanı.
Bir süredir Brookings’de bulunan Prof. Kemal Kirişçi’nin moderatörlüğündeki seminerin üç de tartışmacısı vardı; benim dışımda, Soli Özel ile Kadri Gürsel.
Seminer ‘Chatham House kuralları’na göre yürütüldüğü için, ‘kimin ne söylediği’ ya da ‘neyi kimin söylediği’ yazılamaz. Bununla birlikte, nelerin konuşulduğunu belirtmek serbesttir. Bu çerçevede, tartışmaya gelen en önemli konu başlıklarından biri, Türkiye dış politikasında son günlerde görülenin bir ‘reset’ mi yoksa ‘zararın kontrol altına alınması’ ya da ‘zarar tamiri’ mi olduğu idi.
Seminerin ardından hiçbirinden söz edilemeyeceğini, Erdoğan hükümetinin bu alanda ‘algı yönetimi’ yaptığını söyleyenler de oldu.
Tabii, bunlardan birinin en canlı örneği, pazar günkü yazımda dile getirmiş olduğum, Irak Kürdistanı ile önce imzalanmadı denilip ardından imzalandığı ortaya çıkınca, Bağdat’ın Türkiye’de kayıtlı uçaklara Irak hava sahasına girme yasağı koyması üzerine ortaya çıkan ‘dış politika skandalı’.Bunun amacı, pazartesi günü Erbil’de başlayacak olan ‘Petrol ve Doğalgaz Konferansı’na Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın gidişini, tıpkı geçen yıl olduğu gibi, engel koyarak, Irak’ın Ankara-Erbil hattına duyduğu öfkeyi dışa vurmaktı.
Yazının yayımlandığı gün, Taner Yıldız, apar topar Bağdat’a gitti ve Şehristani ile görüştü. Şehristani ile görüşmesinin ardından Erbil’e geçti ve konferansa katıldı. Bir nevi ‘Ankara’nın Erbil yolu, Bağdat’tan geçmek zorunda’ mesajı verilmiş oldu.
Zaten, Bağdat görüşmesinden sonra yapılan ve Irak tarafının daha açık bir dille vurguladığına göre, Kürdistan petrollerinin geçen hafta Ankara’da imzalanmış anlaşma uyarınca, Türkiye üzerinden dış dünyaya sevki, Bağdat’ın iznine tabi olacak.
Bunun doğruluğunu araştırırken ‘bomba haber’, Hürriyet internet sitesinde şu satırlarla yer aldı bile:
“İlk kez Hurriyet.com.tr’nin edindiği bilgiye göre Türkiye ile Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında Kürt petrolünün satış ve transferi konusunda bir anlaşmanın imzalandığının ortaya çıkmasından sonra Ankara ile Bağdat arasındaki ipler yeniden gerildi.
Bağdat’taki merkezi yönetimin, dün geç saatlerde Kuzey Irak hava sahasını Türkiye’den gelecek özel uçaklara kapattığı ileri sürüldü. Türk kaynaklar, böyle bir bilginin Ankara’ya da ulaştığını belirterek, bunun doğru olup olmadığının netleştirilmesi için konunun Irak Sivil Havacılık Teşkilatı’na sorulduğunu ve yanıt beklendiğini söylediler.”
Bu gelişmenin en ‘acil’ ya da ilk pratik sonucu; Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın tıpkı geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Erbil’de toplanacak olan ‘Petrol ve Doğalgaz Konferansı’na gidemeyecek olması ya da hava yoluyla gidemeyecek olması. Yarın Erbil’de çok önemli ve büyük uluslararası katılım ile bir petrol ve doğalgaz konferansı toplanıyor. Taner Yıldız da bavullarını topluyordu.
Hatırlayalım; geçen yıl aşağı yukarı aynı tarihte, 4 Aralık’ta (2012) toplanan konferansa katılmak üzere havalanan Taner Yıldız’ın özel uçağı, Bağdat’ın Ankara’ya öfkesinden ötürü hava sahasını kapatması üzerine Kayseri’ye iniş yapmak zorunda kalmış, bir anlamda Bağdat, Türkiye’ye kendisinden izinsiz olarak ‘Kürdistan petrolleri’ üzerinde herhangi bir tasarruf hakkı tanımamıştı.
Bir yıl sonra döndük dolaştık, daha da ‘dramatik’ bir noktaya gelindi Bağdat’la.
Taner Yıldız, Bağdat’ın olumsuz tavrı üzerine geçen yıl şöyle bir açıklama yapmıştı: