Cengiz Çandar

Suriye’de el-Kaide’ye sarılmak...

10 Nisan 2014
Obama’yı “Kırmızı Çizgi”nin aşıldığına ikna etmek ve ABD’yi Suriye’e saldırtmak için, Şam varoşu Guta’ta 21 Ağustos’ta girişilen sarin gazı saldırısının arkasında Türkiye’nin (Tayyip Erdoğan iktidarının) bulunduğuna inanmıyorum.

İnanmak istemiyor olabilir miyim?

Evet. Zaten, bu konuyu aniden gündeme getiren Seymour Hersh’in “The Red Line and the Rat Line” başlığıyla London Review of Books’ta yayımlanan yazısındaki görülen “gediklere” işaret eden çok sayıda yazı da çıktı. Bununla birlikte, Seymour Hersh’in yazıda ortaya koyduğu iddialar da yabana atılır gibi değil.

Bunlardan yazıda yer alan birkaçını altalta sıralayalım:

“... Amerikan ve İngiliz istihbarat camiaları 2013 ilkbaharından itibaren, Suriye’deki bazı isyancı grupların kimyasal silah geliştirdiklerinin farkındaydı. 20 Haziran’da Amerikan Savunma İstihbarat Ajansı (DIA), DIA Direktör Yardımcısı David Shedd için beş sayfalık, çok yüksek derecede gizli bir ‘konuşma notları’ brifingi sundu. Burada, An-Nusra’nın bir sarin üretim hücresi oluşturduğu ve bunun 11 Eylül öncesinden bu yana el-Kaide’nin en gelişmiş sarin çalışması olduğu belirtiliyordu...

ABD’nin, Suriye’deki isyancı muhalefete yardım konusunda Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar ile işbirliğinin tüm boyutu henüz aydınlığa kavuşmadı. Obama yönetimi CIA’nın ‘rat line’ diye nitelediği Suriye’nin içine giden arka kanalın oluşmasındaki rolünü hiçbir zaman itiraf etmedi. Rat line, 2012 başında Libya’dan güney Türkiye’ye ve oradan Suriye sınırı üzerinden muhalefete silah ve cephane iletmek amacıyla oluşturulmuştu. Suriye’de sonuçta ellerine silahların birçoğu , bazıları el-Kaide ile bağlantılı cihadi gruplarla bağlantılıydı...

Ocak’ta (2013) Senato İstihbarat Komisyonu, 2012 Eylül’ünde Bingazi’deki Amerikan konsolosluğu ve yakınındaki CIA’nın kullandığı gizli bir mekana yönelik ve Amerikan Büyükelçisi Christopher Stevens ve üç kişinin ölümüyle sonuçlanan yerel milis saldırısına dair bir rapor yayınladı... Raporun kamuoyuna açıklanmayan ve yüksek derecede gizlilik taşıyan eki, 2012 başında Obama ve Erdoğan arasında gizli bir anlaşma yapıldığından söz ediyordu... Rat line ile ilgiliydi. Anlaşma hükümlerine göre, silahların parası, Suudi Arabistan ve Katar’ın yanısıra Türkiye’den geliyordu ve CIA, M16’nın desteğiyle Kaddafi’nin cephaneliklerinden Suriye’ye silah kaydırılmasından sorumlu olacaktı...

Washington, konsolosluk saldırısnad sonra Libya’dan Suriye’ye silah transferini aniden sonlandırdı, ama rat line devam etti... 2013’te Amerikan istihbaratı Türk hükümetinin –MİT unsurları ve Jandarma aracılığıyla- an-Nusra ve müttefikleri ile doğrudan ilişkisini öğrendi. MİT isyancılarla siyasi irtibatı sağlıyordu, Jandarma ise askeri lojistik işini ele almıştı, yerinden danışmanlık sağlıyor ve eğitim veriyordu...

Eski istihbarat yetkilisi, ‘2013 ilkbaharında Türkiye’nin rolünün artması, oradaki sorunların anahtarı olarak görüldü. Erdoğan eğeri cihadilere desteğini keserse, herşeyin biteceğini biliyordu. Suudiler savaşa –Suriye’ye uzaklık ve silah ve mühimmatı gönderme zorluğundan ötürü- lojistik nedenler ile destek olamazdılar. Erdoğan’ın umudu, ABD’nin kırmızı çizgiyi geçmesini zorlayacak bir olayın çıkmasındaydı. Ama Obama, Mart ve Nisan’da oralı olmadı...

Yazının Devamını Oku

Hangi ‘Kırmızı Çizgi’

9 Nisan 2014
Bir soru daha soralım: Acaba, asıl Amerikan 'kırmızı çizgi'si, Tayyip Erdoğan iktidarının el-Kaide ilişkisi mi?

"Ankara’daki kahvaltı sırasında, bir Türk yetkilisi, ‘Savaştan önce, İsrail Kürdistan’da aktifdi ve şimdi de aktif. Bu, bizim için çok tehlikeli. Onlar için de. Irak’ı bölünmüş göremeyiz ve bu durumu göz ardı edemeyiz. Pire için yorgan yakarız" dedi. Irak bölünürse Amerika bunu dünyaya izah edemez..."Bu satırlar Seymour 'Sy' Hersh’ün 28 Haziran 2004’te The New Yorker dergisinde yayımlanmış olan 'Plan B' başlıklı ve İsrail’in Irak Kürdistanı’ndaki faaliyetlerini konu alan yazısından bir bölüm. Ankara’daki kahvaltı masasında, kendisine yukarıdaki sözleri söyleyen o dönemde çok önemli bir bakan idi, şu anda ise Türkiye’deki en önemli birkaç kişiden birisi.
O dönemde, Türkiye ile Irak Kürtleri arasında mesafe çok uzaktı. Türkiye’yi yönetenler, Kürtleri bir 'tehdit' olarak görüyorlardı, ABD’nin Irak’ta bulunmasından çok rahatsızlardı ve İsrail’in Kürtlerle ilişkisinden kaygılıydılar. Seymour Hersh’ün söz konusu bu yazısı, AKP iktidar çevrelerinde büyük ilgi uyandırmıştı. Hiç kimse, yazıda geçen 'iddialar' ya da 'bilgiler'in 'yalan' olabileceğini aklından geçirmemişti.
Sy Hersh, benim Washington’da defalarca bir araya geldiğim, Türkiye’ye hemen her gelişinde görüştüğüm bir meslektaşım. O 'Plan B' yazısındaki bazı bölümlere itiraz ettiğim zaman, kaynaklarının 'sağlamlığı'na gönderme yapmıştı. Öyleydi de.
Ne Beyaz Saray çevresinin ne de Bülent Arınç ya da Türkiye Dışişleri’nin ağzından Seymour Hersh’ün yazısının yalanlanmasının hiçbir anlamı ve geçerliliği yok. Yazı –önemli bazı bölümlerinin Türkçesi dünkü Radikal’de var- öyle kaynaklara dayanıyor ki, bunların açıklanması mümkün değil ve öyle bilgiler içeriyor ki, resmi makamların yazıyı yalanlamaktan başka çareleri yok.
Vietnam Savaşı’na karşı olan ve 1969’daki Amerikalıların My Lai katliamını açığa çıkartarak Pulitzer Ödülü kazanmış olarak ün yapan Seymour Hersh, o günden beri sayısız ödül kazandı.
Irak işgali döneminde tüm Neo-con’lar ve Amerikan yönetiminin yetkilileri, en başta Bush ve Cheney ondan nefret ederlerdi; o da onlardan. 17 Nisan 2007’deki The New Yorker dergisinde 'The Iran Plans' başlıklı yazısı yayımlandığında Tahran’daydım. Bomba etkisi yapan yazı, ABD’nin İran savaş planlarını ortaya çıkarıyordu.
Birkaç gün sonra döndüğümde, Sy da İstanbul’daydı ve İranlı ünlü bir gazeteci dostum da. Üçlü buluşmamızda, Sy Hersh, yazıyı yazmaktaki amacının, İran’a yapılması tasarlanan Amerikan müdahalesinin önüne geçmek olduğunu söyledi. İsimlerini vermedi ama bilgileri topladığı kaynaklarını da açıkladı: Pentagon generalleri, İngiliz istihbarat yetkilileri ve bir kısım Amerikalı istihbaratçı ve siyasetçi.

Yazının Devamını Oku

‘Yurtta kutuplaşma, cihanda tecrit’

4 Nisan 2014
Peki, geri kalan yüzde 57,5 'halk' ya da 'seçmen' değil mi? Onlar ne istedi ya da istemedi?

Önce yazı başlığının bana değil, Joost Lagendijk’a ait olduğunu belirtmeliyim. Atatürk’ün 'Yurtta sulh cihanda sulh' sözünden mülhem olarak, çok çarpıcı ve 30 Mart sonrası Türkiyesi'nin fotoğrafını isabetle yansıtan bir başlık atmış Today’s Zaman yazısına: 'Yurtta kutuplaşma, cihanda tecrit'.Seçim sonuçlarının elde edilmesinden bu yana geçen dört yıl içinde, dünyanın önemli merkezlerinden alınan sinyaller, uluslararası algıyı yansıtan ya da etkileyen yayın organlarında çıkan başyazılar ve belli başlı değerlendirmeler, seçim öncesi bakış açısında temel bir farklılık olmadığına işaret ediyor.
Joost Lagendijk, Türkiye’nin yakın geçmişiyle ilgili olan herkesin aşina olduğu bir isim. Yıllarca Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı idi. Türkiye’nin AB yolunun açılması için yaptığı mücadeleyle tanındı. Avrupa Parlamentosu’ndaki görevini bıraktı ama Türkiye’de evlendi, Türkiye’de yaşamaya başladı.
Yani, hem 'dış dünya'yı yansıtabilecek hem de bizi 'içeriden' izleyebilen, geniş anlamda 'biz'den biri. Yazısının sonu, şu dikkate değer satırlarla noktalanıyordu:
"... O siyasi tecrit yakında ekonomiye de yansıyacak. Toplumdaki istikrarsızlığın ve hukukun üstünlüğüne saygısızlığın sonucu olarak sadece yabancı yatırımlar azalmakla kalmayacak, Türkiye ‘orta gelir tuzağı’nda kalmış olacak. Çünkü, enformasyon ve iletişim teknolojisine, eğitime, insan sermayesi ve güçlü kurumlara yatırım yapmak yerine, mevcut liderlik sosyal medya ile savaş yürütüyor, en iyi dershaneleri kapatıyor ve bağımsız mali denetçileri zayıflatıyor.Bütün siyasi ve ekonomik fırsatların, bunları artık umursamayan bir politikacı tarafından heba edildiğini ve ismini ebedileştirmek için giriştiği kişisel çabanın ülkesini bir çıkmaz sokağa götürdüğünü, görmek hazin." Bakmasını ve görmesini bilenler için 30 Mart’ı 31 Mart’a bağlayan geceyarısının 'balkon manzarası', duruma ve geleceğe ilişkin birçok ipucu veriyordu.
Tayyip Erdoğan, yanında aile efradıyla birlikte. Müslüman Kardeşler’in işaretini yaparak balkona çıktı. Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin 'dış politika felsefesi'nin ne olacağı, Türkiye’nin ne kadar 'dar eksen'de dış politika yapacağını o işaret ilan ediyordu. O işaretle balkona çıkmak, ülkenin içinden ziyade, televizyon ekranındaki 'zafer anı'nı kaydedecek 'dış dünya'ya bir 'muzaffer lider'in bir meydan okumasıydı.
İkinci 'mesaj' yanına aldıkları idi. Evet, bir 'hanedan' sunumu vardı ama belki daha da önemlisi, aile fertlerinin yanı sıra balkona dizilen eski bakanlar ve bazı işadamlarının, tapeler ve yolsuzluk soruşturmasında isimleri ortalıkta dolaşanlardan oluşmuş olmalarıydı.
Şayet bu 30 Mart gecesinin 'zafer sarhoşluğu'nu yansıtarak kamuoyuna bir 'meydan okuma' değilse, 30 Mart sonrasında çıkacağı 'yolculuk'ta yanında kimlerin, ne nitelikteki insanların görüleceğinin ipuçlarını veriyordu.

Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın ‘Çankaya yürüyüşü’ başladı mı?

2 Nisan 2014
30 Mart’ta istediğini büyük ölçüde elde eden Erdoğan, kendi iktidar hesapları bakımından, elini çabuk tutmak isteyebilir.

Üç hafta önce 'Türkiye’nin Ortadoğu Politikası' konulu bir panel için Milano’da bulunduğum sırada, Corriere delle Sera gazetesinin uzman muhabirlerinden biri benimle Türkiye’deki gelişmelere dair yazacağı yazı amacıyla görüşmüştü. Ertesi günü yayımlanan yazıda, bir saatlik konuşmamızdan bir cümle yer almıştı. O da Tayyip Erdoğan’a ilişkin benzetmem idi.
Mealen "Bizim Başbakan, Chavez, Putin, Berlusconi kokteyli gibidir" demiştim. İtalyan gazeteci, Berlusconi’nin adı geçmiş olduğu için haliyle uzun konuşmanın içinde en çok bu cümleye sarılmış.
Chavez, Tayyip Erdoğan’ın 'popülist' ve aynı zamanda 'popüler' yanı. Venezuela’nın müteveffa lideri de bir 'halk çocuğu' idi, 'halkla iletişim kurma'yı gayet iyi biliyordu ve girdiği her seçimi kazandı. 'Halk' adı verilen tanımı çok da net yapılmayan insan kitleleriyle iletişimde ve onların desteğini seçim başarısına dönüştürmekte, Tayyip Erdoğan, Chavez’den de başarılı sayılabilir.
İki ay kadar önce, "30 Mart’ta a) Yüzde 55; b) 45; c) 35 oranları Tayyip Erdoğan için ne ifade eder" şeklindeki bir soruya, "a) Kesin cumhurbaşkanı; b) Muhtemel cumhurbaşkanı adayı; c) Cumhurbaşkanlığı hesabına son, başbakanlık bile tehlikeye girer" cevabı vermiştim. (Umarım, cevapların yazılı olduğu 'kâğıt peçete'yi soru sahipleri saklamışlardır.)
30 Mart seçimlerini, tümüyle bir 'Tayyip Erdoğan zaferi' olarak kaydetmek hiç yanlış olmayacaktır. 30 Mart seçimleri, üzerinde durulmaya değer ve durulmayı gerektiren birçok yanının yanı sıra tartışma götürmeyecek şekilde, Tayyip Erdoğan hesabına bir 'seçim zaferi'dir.
Bu ne getirecek ne götürecektir?
Dünya finans çevrelerinin izlediği Bloomberg’in başyazısının şu başlığı çarpıcı geldi: 'Erdogan Channels Putin in Turkey'.

Yazının Devamını Oku

Herkes için ‘Pyrrhus Zaferi’

31 Mart 2014
Kim nerede, hangi oranda kazanmış olursa olsun, bu seçim, her kazanan için –ve her yerde- bir 'Pyrrhus Zaferi'dir.

Seçim öncesi Türkiye kutuplaşması, seçim gecesi sonuçların açıklanmasında bile kendini gösterdi. 'Yarı-resmi' unvanı ile bilinen ama artık 'AKP’nin resmi sözcüsü' haline dönüşmüş bulunan Anadolu Ajansı ile bundan önceki seçimlerde verdiği sonuçlar güvenilir bulunan Cihan Haber Ajansı’nın sandıklar açıldıktan sonra verdikleri rakamlar arasında hiçbir yakınlık yoktu.
Türkiye’deki ‘kavga’, ajans haberlerinin seçim sonuçlarına bile yansımıştı.
AKP iktidarının uzunca bir zamandır sergilemiş olduğu 'anti-demokratik hoyratlık', seçim gecesi de kendisini akıl almaz sayılardaki ve uzunluktaki 'elektrik kesintileri'yle yine gösterdi. Seçim öncesinde, özellikle sosyal medya ortamında üzerine basa basa, seçim güvenliğine gölge düşürecek 'elektrik kesintileri'ne dikkat çekiliyordu.
Bunun aynen vaki olması, göstere göstere yapılması, iktidarın pervasızlığının yansıması olduğu gibi, önümüzdeki aylar için de hiç 'iç açıcı sinyal' değil.
Aslında, seçim günlerinin geceleri saatler 21’i gösterdiğinde, 'trend' bir hayli ortaya çıkmış olurdu. 30 Mart seçimlerinde böyle olmadı. Ne ülke çapında oy oranlarını isabetli biçimde kestirebilmek mümkündü ne de partilerin ülke çapındaki oy oranları kadar önem taşıyan İstanbul ve Ankara’da belediye başkanlığını kimin kazanmış olduğu kesinlikle anlaşılabilmişti.
Bu yazı yazıldığı sırada, Ankara’da Mansur Yavaş, seçimi kazanmış olduğunu televizyon ekranlarından ilan etmişti ve İstanbul’daki yarış kıran kırana devam etmekteydi.
'Trend'in bile ortaya çıkması, seçim gecesi gecikmiş olan

Yazının Devamını Oku

'Casusluk' ve 'Cadı Avı'...

30 Mart 2014
Devlet için çok büyük bir güvenlik zaafı, Tayyip Erdoğan ve bir klik tarafından, ‘siyasi hasımları’na dönük ‘cadı avı’ başlatmak için araçsallaştırılmak isteniyor.

Türkiye, devletin devlet olma niteliğine çok ciddi gölge düşürmüş olan Suriye ile ilgili Dışişleri Bakanı'nın odasında yapılan bir toplantının ses kaydına ilişkin tartışmaların gölgesinde giriyor 30 Mart’a. Cumhuriyet tarihinde eşi olmayan cinsten bir olay söz konusu.
Ses kayıtları –yasal ve yasadışı- üç ayı aşkın bir süredir internet ortamında siyasi ve toplumsal yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Tabii, konu, 17 Aralık’ta patlak veren –ve yine Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ölçüdeki- bir 'yolsuzluk-hırsızlık skandalı'yla ilgiliydi.
Eğer Türkiye, demokrasileri demokrasi yapan iki vazgeçilmez sütun, 'şeffaflık' ve 'hesap verebilirlik'ten nasibini almış olsaydı, öyle bir siyasi ve toplumsal kültüre sahip bulunsaydı, kurumları ona göre çalışsaydı, 'yolsuzluk-hırsızlık'ın örtbas edilmesi mümkün olamazdı ve ses kayıtlarına hiçbir gerek kalmazdı.
Olan oldu. Ancak, ses kayıtlarının, seçime 72 saat kala, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından 'casusluk faaliyeti' ve Dışişleri Bakanı tarafından "Türkiye’ye karşı yapılmış bir askeri saldırıyla eşdeğerde" diye tanımlanan bir 'dinleme-dinlenme skandalı'na kadar varabileceğini aklımıza getiremezdik.
O yüzden, bir önceki yazımızda, 'sözün bittiği yer' diye ifade ettik duygularımızı.
Suriye ile ilgili ortaya çıkan ses kaydı konusunda Ankara-Gölbaşı Sulh Ceza Mahkemesi’nden geniş kapsamlı bir yayın yasağı kararı geldi.
Mahkeme kararında 'milli güvenliğin, kamu düzeni ve kamu güvenliğinin korunması ve devlet sırlarının ifşasının önlenmesi amacıyla soruşturma tamamlanıncaya kadar, soruşturma dosyasının kapsamı hakkında, yazılı, görsel ve internet medyasında her türlü haber, röportaj, eleştiri, görüş ve benzeri yayın yapılmasının 5187 sayılı kanunun 3/2. maddesi uyarınca yasaklandığı' belirtildi.

Yazının Devamını Oku

Devletin ‘iflas’ hali

28 Mart 2014
Erdoğan, seçimlerden hangi oy oranları çıkarsa çıksın, Türkiye’yi 30 Mart öncesinde yönettiği gibi yönetemez.

Tayyip Erdoğan’ın Van ve Diyarbakır konuşmalarını dinleyenler arasında mutlaka Farinelli filmini hatırlayanlar çıkmıştır. 1994 yapımı film, 18. yüzyılda yaşamış olan tarihteki en ünlü 'castrato' şarkıcının hayat hikâyesiyle ilgiliydi.
Tayyip Erdoğan’ın bağırmaktan, günlerdir yüksek sesle ona buna, oraya buraya tehdit savurmaktan ve hakaret etmekten kısılmış sesi, tıpkı Farinelli’nin sesi gibi çıkıyordu.
Van ve Diyarbakır konuşmalarını dinleyenler, kendisinin ne dediğinden ziyade, sesinin tınısından ötürü bir komedi stand-up’ı izledikleri duygusuna kapıldılar.
Oysa, onun konuştuğu sıralarda, onun yönettiği Türkiye, belki de bugüne kadarki en büyük 'skandal'a tanık olmaktaydı.
Tayyip Erdoğan o sesiyle 'yolsuzluk-hırsızlık lekeleri'yle kirlenmiş iktidarını devam ettirebilmek için çırpınır ve gülünç görüntüler verirken Türkiye devleti, tarihinin en 'acıklı' durumuna düşürülmüştü.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Güler, Suriye’ye yönelik askeri harekâtın nasıl yapılacağı ya da yapılamayacağı üzerinde konuşuyorlar. En can alıcı hususların dile getirildiği 15 dakikalık bir bölüm, YouTube üzerinden internette. Her isteyen dinleyebiliyor!
(TİB, Twitter’dan sonra YouTube’a da erişimi engelledi. Bu ne demek? Şu demek: Dünyadaki bütün istihbarat örgütleri ve herkes, söz konusu kaydı dinleyebilir ama Türkiye’nin vatandaşları dinleyemez. Milli Eğitim’i iyi yönetmek için okulları kapatmak gibi bir şey.)

Yazının Devamını Oku

Türkiye’de kaybolan demokrasi; Ortadoğu’da kaybedilen itibar

26 Mart 2014
İttihat ve Terakki’den beri Müslümanların iğne ile kazdıkları kuyular bataklığa dönüştürülüyor, emekler heba oluyor.

Suriye uçağının düşürüldüğünü Beyrut’a iner inmez öğrendim. Tam yola çıkarken havaalanından şehre giden yol üzerindeki bir mahallede, 'Suriye yanlıları-Suriye karşıtları' arasında Beyrut’ta ilk kez ve sabaha kadar süren bir silahlı çatışma çıktığını öğrenmiştim.
Bu satırları yazdığım (dün sabah Beyrut’ta) sırada, yüzde 80’i Ermeni olan Suriye sınır kasabası Keseb’in el-Kaide bağlantılı an-Nusra cephesinin eline geçtiği, 'son dakika' gelişmesi olarak bildirildi.
Yayladağ-Keseb arasındaki, Türkiye-Suriye arasında Suriye rejiminin elinde bulunan tek sınır kapısının ele geçirilmiş olduğunu belirten ve 'Ansar el-İslam' ve 'Ahrar aş-Şam' isimli 'Selefi' örgütlere mensup sakallı ve silahlı militanları gösteren fotoğraflar, dünkü As-Safir gazetesinin birinci sayfasını süslüyordu. Fotoğrafların altında ise 'Anadolu Ajansı' yazıyordu. Yorum yok…
Böylesine gelişmelerin cereyan ettiği bir sırada, Lübnan’da bulunan bir Türk’ün 'Suriye konusu' ve 'Türkiye’nin tutumu' ile sorulara muhatap olmaması imkânsızdır. Balamand Üniversitesi’ndeki panelde bana öyle oldu.
Ortadoğu konularının en önemli referanslarından biri haline gelen internet gazetesi Al Monitor’un yazarlarından bir grup, Lübnan’ın ikinci büyük şehri, kuzeydeki Trablus’u tepeden gören bir noktadaki Balamand Üniversitesi’ndeydik.
Lübnan’ın tanınmış entelektüellerinden iktisatçı Prof. Sami Nadir, Suriye’ye yakın bilinen el-Meyadin televizyonunun Tahran bürosunun başındaki Ali Haşim ile birlikte. Konu, 'Medya açısından Suriye' ve özellikle de 'Sosyal Medyanın Rolü'.Üniversite öğrencilerinin 200’ü (ve bizim dinleyicilerimizin çoğunluğu) Suriyeli ve öncesinden uyarıldığımız kadarıyla 'fena halde politize'ler.
Trablus şehri –ki Osmanlı döneminde Trablusşam diye anılırdı- Beyrut’tan farklı olarak dolaylı değil, doğrudan Suriye savaşının bir parçası. Zaten, Trablus tarihi olarak Beyrut ile pek ilişkisi olmamış, asıl ilişkisini limanı olarak işlev gördüğü Suriye’nin Humus şehriyle kurmuş olan bir merkezdir.

Yazının Devamını Oku