Cengiz Çandar

‘AKP-Cemaat çatışması’ndan ‘Rejim Sorunu’na

23 Ocak 2014
İş, ‘AKP-Cemaat’ çatışması boyutlarını aşmış, ‘anti-demokratik Türkiye’ye doğru adım adım ilerliyor.

“Eskiler”in gayet iyi bildiği bir özdeyiştir; “Ayinesi iştir kişinin, lafza bakılmaz”...Kişinin sözüne değil, yaptığı işe bakılır anlamında. Tam da bu nedenle –ve özellikle- 11 yılı aşkın süredir iktidarda olan ve daha bir o kadar yıl daha ve üstelik yetkilerini daha da arttırarak bir tür “Tek Adam iktidarı” kurmak isteyen kişinin “sözü”ne değil, “yaptığı işe” bakılır.
Tayyip Erdoğan’ın beş yıl aradan sonra gittiği Brüksel’de Avrupa Birliği (AB) yetkililerine “kuvvetler ayrılığına saygı” göstereceğine ilişkin “söz vermiş” olmasının bir değeri yoktur. İşe bakalım. İş şudur:
Tayyip Erdoğan Brüksel’de olduğu sırada, kış ortasında 2000 polisin yer değiştirmesine –bir kısmı atandıktan on on beş gün sonra tekrar yer değiştirdi- yol açan atamalarının üzerine bir de HSYK kararı ile akşam saatlerinde 96 hakim ve savcının yeri değiştirildi. Bunların arasında, Adalet Bakanı’nın müsteşarının telefonla arayıp “yolsuzluk soruşturmasını durdurmasını” istediği İzmir Başsavcısı da var.
HSYK’nın başkanlığını yapan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ olalı beri, HSYK, iktidarın “disiplin kurulu” gibi çalışmaya başladı. Buna rağmen, 2010’da referandumdan geçmiş olan HSYK’nın yapısı değiştirilmek ve “Tek Adam” ve “Tek Parti”ye bağlanmak isteniyor.
Bütün bunlardan daha önemlisi ve daha çarpıcısı, “TSK’yı Başbakan’a bağlamak” anlamına gelecek yeni yasa tasarısının hazırlanmış olması. Başbakan’ın danışmanının, “milli orduya kumpas kuruldu” iddiasıyla açtığı çığırın sonunda, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları, tıpkı MİT personelinde olduğu gibi Başbakan’ın izniyle soruşturulabilecek. Hükümet, ordu komutanlarının görev sürelerini yaş haddine kadar birer yıl uzatabilecek.
Böylece; “Tayyip Erdoğan’ın genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları”na geçilmiş olacak.
Böyle bir rejim, ancak Ortadoğu’da –örneğin baba Hafız Esad dönemindeki Suriye’de, Saddam döneminde Irak’ta- görülebilirdi. Bu rejimlere “Muhaberat rejimi” denilirdi. Zira, istihbarat örgütü doğrudan “güçlü adam”a, lidere bağlıydı. İstihbarat örgütün başı ve yetkilileri, Hafız Esad’dan, Saddam Hüseyin’den, Mısır’da Hüsnü Mübarek’ten sonra “en önemli” ve rejimin “en etkili” kişisiydi. Bakanlardan ve genelkurmay başkanlarından ve kuvvet komutanlarından daha işlevsel ve etkiliydi.

Tayyip Erdoğan’ın 2011’den itibaren başlayan son iktidar döneminde MİT de böyle oldu. Türkiye’nin bir numaralı sorunu olan “Kürt sorunu”nun

Yazının Devamını Oku

Fenerbahçe, ‘Cemaat’, Başbakan...

22 Ocak 2014
Tayyip Erdoğan da her günahı ‘Cemaat’in üzerine yıkarak’ yol alamayacak. Zira artık Fenerbahçe de var!

Türkiye’nin kendi alanında tek ve uluslararası şöhreti olan hastanesinin başhekimi.. Hastalarını muayene ettiği odasının duvarında üzerinde kabartma kocaman bir Fenerbahçe arması olan bakır tabak dikkatimi çekiyor. Ameliyatlarını bitirip bir an önce karşıya, Anadolu yakasına geçme hesabında. “Havaalanına gidemeyeceğim ama hiç değilse Bağdat Caddesi’nde bulunmalıyım” diyor Avrupa’dan İstanbul’a dönmekte olan Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım için, muhteşem bir Fenerbahçe karşılama töreninin hazırlıklarının yapıldığı sıralarda.
“Kadıköy’de hayat duracak herhalde. Fenerbahçe çok büyük camiadır. Onu karşısına alan büyük sıkıntıya girecek. Bu akılsızlığı nasıl yaptılar” diye devam ediyor, Yargıtay 5. Dairesi’nin Aziz Yıldırım “Bu hukuka aykırı karara saygı duymuyorum ve bu siyasi kararı tanımıyorum” diye değerlendirdiği kararını kastederek.
Başbakan Tayyip Erdoğan da Brüksel’e giderken havaalanındaki basın toplantısında Yargıtay kararı için şunları söylemişti:
“Zamanlaması itibariyle ben anlamlı buluyorum. Niye bugüne kadar böyle bir karar açıklanmadı? Seçimin arifesinde niçin böyle bir karar açıklanır? Bunu 30 Mart sonrasında da yapabilirdin. Bütün bunlar zihin bulandırmaktan başka bir şey değil. Şu ana kadar yargıdaki o paralel yapının ince hesaplar suretiyle böyle bir adım attıklarına inanıyorum…”Tayyip Erdoğan’ın bu sözlerinden, Aziz Yıldırım’ın şahsında Fenerbahçe’ye karşı işlenen ‘hukuk günahı’nın faturasının ‘Cemaat’e ya da Tayyip Erdoğan’ın nitelemesiyle ‘paralel devlet’e çıkartılmak istendiği anlaşılıyordu.
Ne var ki Fenerbahçeliler, Tayyip Erdoğan’ı artık pek yutacak saflıkta değiller. Yukarıda sözünü ettiği başhekim, “Tayyip Bey, belli ki Fenerbahçelilerin gazabından çekinmeye başlamış, çark etmeye çalışıyor” dedi, alaylı bir gülüşle.
Bütün Fenerbahçeliler, Tayyip Erdoğan’ın 3 Temmuz sorumluluğuna ortak olduğunun farkındalar. Ama en önemlisi, Fenerbahçe’nin 2 Kasım 2013 tarihinde olağanüstü kongresinde, Aziz Yıldırım’ı devirmek amacıyla karşısına çıkartılan listenin arkasında Tayyip Erdoğan’ın olduğunu tüm Fenerbahçeliler öyle iyi biliyorlar ki, o nedenle bir spor kulübü kongresi için rekor kırılarak, 10 binden fazla kişi o kongrede oy kullandı ve Aziz Yıldırım, yüzde 75 oyla rekor bir destekle, Tayyip Erdoğan’a karşı Fenerbahçelilerin ‘güçlü iradesi’yle seçildi.
Nitekim, Ergun Babahan, T24’te dün şunları yazdı:

Yazının Devamını Oku

Tertemiz Hrant: Devletin alnındaki kara leke

20 Ocak 2014
Hrant Dink’in hepimizin gözleri önünde aramızdan alındığı 19 Ocak 2007 tarihi ise genç-yaşlı pek çoğumuz için bir milat oldu.

Yedi yıl önceydi. Türkiye, her seferinde olduğu gibi –yedi yıl sonra şimdilerde olduğu gibi de- ‘krizli bir cumhurbaşkanı seçimi’ne doğru yol alıyordu. Ocak ayının ilk günleri 2007’nin sisli ve puslu olacağını hissetiriyordu.
Yılın ilk ayının üçüncü haftası dolmadan, hava karardı. Hrant Dink’i arkasından vurdular. Milyonlarca insanı ise vicdanlarının 12’sinden. O günden bugüne çok yazıldı, çok çizildi. Çok konuşuldu. Çok yüründü. Çok duruşma yapıldı. Hrant Dink cinayetinin üzerindeki sözde ‘esrar perdesi’ kalkmadı.
Yedi yıl önce bu günlerde burnuma uzatılan bir mikrofona, sevgili arkadaşımızın katili olarak kimi gördüğüm sorulduğunda, her türlü ‘faili meçhul’ün ‘faili’ haline sokularak, belirli bir rahatlama sağlayan o adresi, ‘derin devlet’i göstermekten imtina etmiştim. ‘Derin devlet’ demek; telaffuzu kolay, görünürde pek isabetli bir ‘teşhis’ idi ama bence doğru değildi. Cinayetin arkasında düpedüz, en başta zihniyetiyle ‘devlet’ vardı benim gözümde. Mikrofona da öyle söyledim “Pek de derinde olmayan devlet” dedim, “Tüm kurumlarıyla yüzeye hayli yakın devlet.”Bugün bu görüşümde temel bir değişiklik olmadı. Hrant’tan ayrılışımızın yedinci yıldönümü bugün. M. Ali Birand’ı toprağa verişimizin ise birinci yıldönümü. 19 Ocak’ları, ben ve benim gibi Hrant’ı ve M. Ali’yi tanımış olanlar unutmazlar, unutamazlar.
Bugün için bu konuda, 2014’ün şu ilk üç haftasını geçirdikten sonra, içimden pek bir şey yazmak gelmiyor. Bundan önce defalarca yazmış olduklarımı tekrarlamak da istemiyorum. Zaten ne yazsam, Hrant’ın gazetesi Agos’un önceki gün çıkan son sayısındaki ‘Bu su hiç durmaz’ yazısı kadar güzel yazamam. O nedenle bu 19 Ocak’ı, Hrant’ın ölümünün, öldürülmesinin yedinci yılında bu köşeyi Agos’a, o yazıya bırakıyorum:
“Zaman akıyor. Şöyle bir geriye dönüp baktığımızda yedi yılın gelip de geçtiğine inanmak güç. İnanmak güç, çünkü aslında gelip de geçmeyen bazı şeyler var.Adalet mesela, yamacımıza hiç uğramadı, bize yüzünü bile göstermedi. Mahkeme koridorlarında ve salonlarında oynanan oyunlar, yedi yıl boyunca kamuoyunun gözü önünde cereyan etti. Sonunda, Yargıtay kararıyla durum öyle büyük bir kandırmaca halini aldı ki Dink ailesi bu kumpasın bir parçası olmak istemediğini ilan ederek duruşmalara girmeyeceğini duyurdu.Cinayeti işleyen devlet şebekesi ile sonrasında delilleri karartanları, katiller ve azmettiricileri koruyan, terfi ettiren siyasi iktidar suç ortağı oldular. Yakın zamanda güç kavgası için bozulan ittifaklar, Hrant Dink cinayetinin aydınlatılması söz konusu olduğunda yerinden milim kıpırdamadı. Kıpırdamadığı için de Türkiye’de devletin bir suç mekanizması olmaktan çıkacağına ilişkin umutlar bir türlü yeşeremedi. Yargısı, polisi, askeri, istihbaratı, bürokrasisi ve siyasi kurumuyla devletin alnındaki kara leke öylece duruyor.Ama fikirlere kurşun işlemiyor. Hrant Dink sağlığında, Türkiye’nin karanlık bir yer olmadığına, onu cennete çevirmeye talip olanların vereceği mücadelenin, barış içinde bir arada yaşamın temellerini atacağına iman etmişti. Bu uğurda yaşadı, bu uğurda çalıştı. Bu toprakların insanına bu toprakların hikâyesini anlattı; dur durak bilmeden, şiddetsiz bir coğrafyayı inşa edecek tohumları dört bir yana yaymaya uğraştı.Onun hepimizin gözleri önünde aramızdan alındığı 19 Ocak 2007 tarihi ise genç-yaşlı pek çoğumuz için bir milat oldu. Utanç duygusunun, yasın, mücadele azminin, susmama hakkının simgesi, farklılıklarla yan yana gelme çabasının meydanı... Hrant Dink, akan suyun önünde hiçbir şeyin duramayacağını, demokrasi yönündeki köklü değişimin er ya da geç geleceğini anlatıyordu. Bugün, en sarsıntılı zamanlardan geçerken bile, bu suyun hiç durmayacağını, çünkü kaynağının tertemiz ve gürül gürül olduğunu biliyor, onu sevgiyle ve özlemle anıyoruz.”

Yazının Devamını Oku

‘Faiz lobisi’ algısı, dış dünyanın yanılgısı

16 Ocak 2014
Karşımdaki üç kişi, “Gezi’nin faili” olarak Tayyip Erdoğan tarafından ilan edilmiş olan “faiz lobisi”ne mensup. Dünyanın en önemli ve bilinen finans kuruluşlarından birinin üç yetkilisi. Londra’dan gelmişler, Türkiye’deki son gelişmeleri yerinden incelemeye çalışıyorlar.

“Faiz lobisi” nitelemesine de bozuluyorlar, “Türkiye’ye bunca yıldır milyarlarca dolar para akıtan, yatırım sağlayan da bizleriz” diyorlar.
Bu arada belirteyim, karşımdaki muhataplarımdan hiçbiri “Yahudi” değil. Amerikalı ya da Anglo-Sakson da bile değil.
Sohbetin bir yerinde, aralarından biri, “Dış dünya,” diyor, “daha doğru bir deyimle uluslararası piyasalar, Gezi sırasında ve sonrasında Tayyip Erdoğan’a ilişkin olarak onun ‘autocrat’ olduğuna hükmetti...”O güne dek, “demokrat” algısı daha kuvvetle dışarıda yaygın olan Başbakan, bunu “otokrat” algısıyla değiştirmiş anlaşılan. Devam ediyor:
“Türkiye dışında, 17 Aralık sonrası gelişmeler üzerine ‘autocrat’ sıfatının önüne bir de ‘corrupt’ sıfatı eklendi. ‘Corrupt autocrat’ olarak görülüyor. Bunu bizden naklen, Batı dünyasında böyle bir algı bulunduğuna ilişkin olarak, yazabilirsiniz.”Bir zahmet sözcüğe bakıp, “corrupt autocrat” sözcüklerinin nasıl bir anlam taşıdığını buluverin. Benim bildiğim, bu iki sözcüğün bir araya gelmesiyle oluşmuş olan “algı”nın -somut olaylar izlenerek ve gözlenerek oluşmuş olduğu için- kolay kolay silinmeyeceği ve bunun Tayyip Erdoğan’ın işgal ettiği konum nedeniyle “Türkiye’nin geleceği” açısından pek hayırlı olmayacağı.
17 Aralık’ın “seçilmiş hükümete karşı Cemaat’in bir darbe girişimi” olduğu iddiası, içinde doğruluk payı olsun ya da olmasın, Türkiye Başbakanı’nın Batı’da bir “corrupt autocrat” olduğu algısını önleyemiyor. Aslolan ve yakın ya da orta vadede sonuçlar üretecek olan “olgu”, bu “algı” olacak.
Değişmez mi? Değişemez mi?
Değişebilir. İmkansız değil. Tayyip Erdoğan, nasıl kendisine ilişkin “demokrat” ve “kimsesizlerin kimsesi” olduğu algısından “autocrat” ve “corrupt” algısına giden uzun yolu geçmişse, belki bu yolu geri döner ve söz konusu “algı”yı ortadan kaldırır. Veya, hakkındaki ilki gibi bu sonuncu “algı” da bir “yanılgı”dan ibarettir. “Yanılgı” ortaya çıkar; “algı” kalkar.

Yazının Devamını Oku

‘Yetti artık hayır!’; Cumhurbaşkanı göreve

10 Ocak 2014
Artık durumu, ‘devlet içinde devlet’in temizlenmesiyle açıklamanın imkânı var mı? Niyet o olsa bile, ‘kuvvetler ayrılığı’ ortadan kaldırılarak yapılır mı bu?

HSYK’nın yapısı ve yetkisindeki değişikliği AKP iktidarının bana sormadan yapmaya hakkı yoktur. ‘Bana’dan kastım, iktidar sahiplerinin pek sevdiği ve sık sık kullandıkları sözcük ile ‘millet’.
Zira, HSYK bugünkü haline büyük bir siyasi gerilimin ardından gelen ‘referandum’ yani ‘halkoylaması’yla kavuştu. 12 Eylül 2010’da yapılmış olan o referandumun sonucu yüzde 58 ile ‘evet’tir. O yüzde 58, yaklaşık bir yıl sonra AKP’nin seçimdeki yüzde 49.8 oranındaki oyundan yaklaşık yüzde 10 oranında daha fazladır.
‘Bana’ sorarak oluşturduğu bugünkü HSYK’yı, bana sormadan, Bekir Bozdağ’a bağlayacak (Bekir Bozdağ’ı Tayyip Erdoğan olarak da okuyabilirsiniz) bir düzenlemeyi Meclis aritmetiğine dayanarak geçirmeye nasıl kalkışırsınız! Ne hakla!
Bu, hukukiliği bir yana ‘gayri ahlaki’ bir adımdır. AKP’nin içinde buna karşı çıkması beklenebilecek, ahlak ve sağduyuyu yitirmemiş olan milletvekilleri olduğuna inanmak gerekiyor.
İktidarın attığı adımın ‘gayri ahlaki’ olmasının yanı sıra ‘hukuki’ olarak da sakıncalı olduğuna, Prof. Ergun Özbudun işaret ediyor ve hazırlanmış olan tasarının Anayasa Mahkemesi’nden döneceğini ayrıntılı gerekçeleriyle açıklıyor.
Hatırlayın, Tayyip Erdoğan, ‘Kafka’nın Gregor Samsa’sı gibi bir metaformoz geçirmeden’ önceki döneminde, 2007’de, Prof. Ergun Özbudun’dan ‘yeni, sivil ve demokratik bir anayasa taslağı’ hazırlanmasını istemişti. Prof. Ergun Özbudun bunu yerine getirmiş olan, Türkiye’nin belki de en önemli anayasa hukuku otoritesidir.
Prof. Özbudun’un üzerinde durduğu bir nokta da -kendi kaleminden- şu:

Yazının Devamını Oku

‘Yolsuzluk’tan kaçarken ‘Ergenekon’a tutulmak’

6 Ocak 2014
Ergenekon ve Balyoz’a uygulanacak ‘iade-i muhakeme’nin, KCK için de yapılacağının mesajı, İmralı ve Kandil’e ulaşmış gibi.

Yakın bir arkadaşım ile cuma günü birlikteydik. Bana, “Bu günleri de mi görecektik” diyerek takıldı: “Hükümet bir yanına askeri, diğer yanına PKK’yi alarak ‘cemaat’e karşı ittifak kurmaya çalışıyor.”Kendisi yıllardır yurtdışında yaşıyor ama görevi gereği Türkiye’yi gün be gün izliyor. Son üç haftadır, yani ‘17 Aralık’tan bu yana da Türkiye’de. Onun ‘gözlemi’ olan bu sözler, bu ülkede yaşayan ve gözünü ve kulağını dört açanların ise zaten ‘bilgisi’.
Başbakan’ın frenleri tutmayan danışmanlarından biri, ‘cemaat’i suçlayarak ‘milli ordusuna komplo kurmak’tan söz edince -her ne kadar bin dereden su getirip, ‘yanlış anlaşıldığını’ söylemeye çaba gösterse de- Ergenekon ve Balyoz davalarının yeniden görülmesi için ‘baraj kapakları’ açılmıştı. Genelkurmay Başkanı -Başbakan’ın onayı ile- harekete geçmişti.
Üzerindeki ‘Ulusalcı’ etiketi nedeniyle, iktidar tarafından yüzüne bakılmayan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, hem Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e hem de Başbakan Tayyip Erdoğan’a, Ergenekon ve Balyoz’da ‘iade-i muhakeme’ yolları sunuyor. Nitekim Erdoğan, ‘iade-i muhakeme’ye ‘sıcak baktığını’ açıkladı.
Ergenekon ve Balyoz’da kurunun yanında –üstelik çok sayıda- yaş da yandığı ortada. Bu durumun düzeltilmesinde kuşkusuz yarar var. Ne var ki, Tayyip Erdoğan, ‘adalet peşinde’ olduğu için bunu yapmıyor. ‘Paralel devlet’ dediği ve bugüne dek ‘derin devlet’e, bir başka deyişle ‘askeri vesayet rejimi’ne karşı kullandığı ‘yapı’ya karşı, tekrar askere sarılıyor.
Geldiğimiz noktadan itibaren, ‘askeri vesayet rejimi’nin ‘Tayyip Erdoğan demokrasisi’ ile sona erdirildiği; ‘Eski Türkiye’nin yerini ‘Yeni Türkiye’nin aldığı, bir ‘iktidar yalanı’dır.
The Economist dergisi son sayısında ‘No longer a shining example’ (Artık parlayan bir örnek değil) başlıklı yazısına şu paragrafla girmişti:
“Türkiye’de hükümetler ya muazzam ölçüde yolsuzluğa bulaşmış olduklarından ya da generallerin tekmesiyle kovuldukları (ya da ikisi birden) için batarlar. 2002’de seçmenler, ülkenin laik partilerinin açgözlülüğü ve beceriksizliğinden illallah dedikleri için Recep Tayyip Erdoğan’ı başbakan olarak seçmiş ve onun ılımlı İslamcı Adalet ve Kalkınma (AK) Partisi’ni iktidara getirmişlerdi. Bir on yıl sonra, Türkçede ‘beyaz’ ya da ‘saf’ anlamı taşıyan AK’ın, aslında bir istisna olmadığı ortaya çıktı ve parti kendisini yakın tarihin en büyük yolsuzluk skandallarından birinin içinde buldu.”Bir ‘lider partisi’ne dönüşen AKP’nin ‘yolsuzluk bataklığı’nda çırpınmaya başlamasıyla ‘lider’i de çırpınmaya başladı. O nedenle ‘devlet içindeki dayanakları’nı ‘paralel devlet’ olarak ilan edip, ‘asker’ ile ittifak çabasında.

Yazının Devamını Oku

‘Rubicon’u geçmek’-Kızılırmak’ta takılmak

2 Ocak 2014
2014’te ‘demokrasi’nin kazanması ihtimali de mevcut. Tıpkı, Gezi’nin 2013’te Türkiye’nin demokrasi tarihine geçmiş olması gibi.

“Rubicon’u geçmek” Batı siyasi terminolojisinde “dönüşü olmayan yol” ya da “bir noktayı geri dönülmez şekilde geçmiş olmak” anlamında kullanılır. “Rubicon’u geçmek” deyişinin, Batı’nın tarihinde yeri var. M.Ö. 49 yılında muhtemelen 10 Ocak tarihinde, yani aşağı yukarı bugünlerde Julius Caesar yani Fransızca’dan Türkçe’ye girip telaffuz edildiği haliyle “Jül Sezar”, Rubicon ırmağını geçip Roma üzerine yürümüş ve iktidarı ele geçirmiş.
Sezar, tarihe geçen ve Latince olarak söylediği ‘alea iacta est’ yani “zarlar atıldı” sözünü Rubicon ırmağını geçerken söylemişti.

Rubicon, Apenin dağlarından çıkıp 80 kilometre aktıktan sonra Adriyatik Denizi’ne kavuşan kısa bir ırmak. Adı, altındaki çamur tabakasının ona verdiği renkten ötürü Latince “kızıl” anlamındaki “Rubicon” sözcüğünden geliyor. Yani, Kızılırmak. Anadolu’nun orta yerinden çıkıp, geniş bir kavis çizerek kuzey yönünde akan ve Karadeniz’e kavuşan bizim Kızılırmak ise Türkiye’nin en uzun ırmağı.

“Türkiye 2014’te nereye doğru yol alacak?” sorusuyla 2013’ün son çeyreğinde karşılaştığım her vesilede, muhataplarıma “Tayyip Erdoğan, eğer Rubicon’u geçmediyse, ülkenin siyasi istikrar içinde ekonomik büyümesini sürdürmeye devam anlamında iyimser olabiliriz” karşılığını veriyordum.
Aslında, zaten 2013’te Gezi olaylarında “Rubicon’u geçmiş” idi; 17 Aralık 2013’teki “Rüşvet ve Yolsuzluk” soruşturması sırasında takındığı tavır “Rubicon”u kesinlikle “geçmiş” görünüyor.

Yani, yakın geçmişe dek “pragmatik” yönüne sık sık tanık olduğumuz Tayyip Erdoğan’ın artık üzerine yeniden geçirmiş olduğu “Milli Görüş” gömleğiyle “Rubicon’u geçtiğine” ve bir süredir benimsediği siyaseti izlemeye devam edeceğine hükmedebiliriz.

Bu “yol”un 2014 Türkiye’si için işaret ettiği, 20 Aralık 2013 tarihli Bloomberg.com’da Marc Champion imzalı bir yazının başlığı gibi olacak; o yazının başlığı şöyleydi: “Türkiye, ya Erdoğan’ı veya demokrasiyi kaybedecek”.

Geçen yıl tam bu sıralarda, 2014’te Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığına ve yüzde 50’nin üzerinde bir oyla

Yazının Devamını Oku

Siyaset bir yere nasıl ve ne kadar girerse orası da kendi tarzı ve üslubuyla siyasete girer

1 Ocak 2014
Yeni yılın yani 2014’ün ilk günü bugün. 2013’ün son pazar günü, yani bugünden 48 saat önce, kendimi en rahat hissettiğim mekânların birindeydim: Fenerbahçe Stadyumu’nda.

Fenerbahçe Stadyumu, tüm Fenerbahçeliler için olduğu gibi, benim için de ‘kendi evim’ gibidir. Hatta, Fenerbahçelilerin birçoğu belirgin bir abartma ile orayı ‘mabet’ diye adlandırarak, bir nevi ‘sportif kutsallık’ atfederler oraya.
Fenerbahçe’nin, lig sezonunun ilk yarısındaki son maçı nedeniyle statta yerimizi almıştık. 2013-2014 sezonu başlayalıberi, İstanbul’un plaka numarası olan 34’ü işaret eden her maçın 34. dakikasında tribünlerde hatırı sayılır bir bölümün ‘Her Yer Taksim-Her Yer Direniş’ diye tempo tutmasına da alışmıştık. 34. dakikaya gelinince, o tezahüratın yükselmesini bekliyordum. Ama 2013’ün son maçında, alışmadığımız bir tezahürat maçtan önce başladı, maç boyunca ara ara sürdü ve Fenerbahçe’nin maçı koparıp, skoru 3-1’e, ardından 4-1’e ve son on beş dakika içinde 5-1’e getirmesinden sonra daha da coşkuyla artarak sürdü.
Önce ‘Hükümet istifa’ idi tezahürat sloganı. Ardından ‘Her Yer Taksim-Her Yer Direniş’in yerini ‘Her Yer Rüşvet-Her Yer Yolsuzluk’ aldı. Ara ara ‘Hırsız’ sıfatının bir ismin önüne getirilerek uzun süre tempo tutulduğuna tanık olundu.
Daha önceleri -2013’ün son çeyreği boyunca- ‘Her Yer Taksim-Her Yer Direniş’ sloganını hatırı sayılır oranda bir seyirci kitlesi söylüyordu ama sözünü ettiğim son maçta atılan sloganların tüm tribünleri sardığına ilk kez tanık oldum.
Bu arada, 2013’te izlerini Türkiye’nin geleceğine kuvvetle bırakacak olan Gezi olaylarının unutulmaz ‘şehitleri’nden, Fenerbahçe tutkusuyla bilinen Ali İsmail Korkmaz’ı da bir dörtlükle ölümsüzleştirmişti Fenerbahçeliler:
‘Daha 19 yaşında; düşlerinde özgür dünyaÖptüğü çubuklu forma yaşayacak anısındaAli İsmail Korkmaz Fenerbahçe yıkılmaz.’Fenerbahçe’nin bu aşırı derecede ‘siyasallaşması’, Tayyip Erdoğan’ın ‘ustalık’ dönemi diye tanımladığı 2011 yılında 12 Haziran seçimlerinde yüzde 50 oyla iktidara gelişinin hemen ertesinde oldu. Daha AKP’nin yüzde 50’lik seçim zaferinin kırkı çıkmadan, 3 Temmuz 2011’de Fenerbahçe’ye yönelik ‘yıkıcı’ bir operasyon başlatıldı. Fenerbahçe, yüz kızartıcı ithamlarla yüz yüze bırakıldı. Başkan’ı ve bazı yöneticileri hapse atıldı. Bu ‘operasyon’un bir polis-yargı operasyonu olduğu ve ardında ‘Cemaat’in bulunduğu Fenerbahçe camiasında yaygın bir kanı olarak yer etmekle birlikte, aynı camia, zihninin gerisinde, kendisine yönelik ve adaletsiz ve haksız olarak algıladığı operasyondan iktidarı ve bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ı da sorumlu gördü.
Fenerbahçe taraftar grupları, bu nedenle, Gezi olaylarında rol aldılar. Fenerbahçe camiası o nedenle, bundan iki ay önce yapılan olağanüstü kongreye 10 bin kişilik, bir spor kulübü kongresi için görülmemiş bir katılım sağlayarak, ‘iktidarın listesi’ olarak gördükleri listeye karşı, Başkan’ın yanında yüzde 75’lik bir oy desteğiyle durdular.

Yazının Devamını Oku