Paylaş
Bir önceki yazıda yazdığımı, Radikal’de yayımlanmasından bir akşam önce +1 (Artı Bir) televizyon kanalında ‘Mirgün Cabas’la Her Şey’ adlı programda da söylemiştim:
“Medyanın içinde bulunduğu dönem bakımından, ‘28 Şubat’tan beter bir dönem yaşadın mı’ diye sorsalar tereddütsüz bu dönem derim.”
Yani, ‘Alo Fatih dönemi’. +1’de 28 Şubat’ın medya üzerindeki baskısının M. Ali Birand ve bana uygulanmış olan ‘andıç’ ile simgeleştiğini hatırlatarak 28 Şubat ile ‘Alo Fatih’ dönemi arasında karşılaştırma yapma ‘ehliyetimin bulunduğunu’ ifade etmiştim.
İki ‘baskı dönemi’ bakımından, ‘Alo Fatih’i daha da fazla baskıcı yapan fark ya da farklar nelerdir?
28 Şubat döneminde, ‘asker’ ya da bir başka deyişle ‘Türk Silahlı Kuvvetleri’ adını taşıyan ‘gerçek iktidar merkezi’nin ‘yönetim organı’ olan Genelkurmay’ın medya üzerinde dolaylı bir yönlendirmesi söz konusuydu.
Baskı, kurum olarak medyadan ziyade, medyadaki bazı unsurlara yönelikti. Medya patronajı, genel olarak, Genelkurmay ile aynı çizgiyi, bir bakıma, ‘gönüllü’ olarak benimsemişti.
‘28 Şubat Post-modern Darbesi’nin ‘güçlü adamı’ Genelkurmay İkinci Başkanı sıfatına sahip olan Org. Çevik Bir idi. Genelkurmay Genel Sekreteri ve sözcü rolünü ise Bir’e bağlı, Bir ile ‘aynı dalga boyu’ndan olan Tümgeneral Erol Özkasnak üstlenmişti. ‘Post-modern Darbe’ tanımı da bunlardan çıkmıştı. Olan-biteni, ilki öyle nitelemiş, ikincisi de daha sonra, ‘Post-modern Darbe’ nitelemesini övgüyle savunmuştu.
‘Post-modern Darbe’ nitelemesini bir yazı başlığı olarak medyada ilk kullanan ve popülerleşmesini sağlayan da benim. Bu nedenle ‘gerçek kaynağı’ hakkında da sağlam bilgilere sahibim.
‘28 Şubat Süreci’nin en tipik özelliklerinden biri, onu ‘Post-modern Darbe’ olarak önceki askeri darbelerden ayıran yönü, ordunun yönetime doğrudan el koymasından ziyade, ‘silahsız kuvvetler’ aracılığıyla ve özellikle ‘medya üzerinden’ yürütülmüş olmasıydı. Ancak daha önce de belirttiğim gibi, medyaya baskıdan ziyade, medyanın gönüllü katılımı söz konusuydu. Baskı, medyadaki bir kısım ‘asi’yi bertaraf etmek için kullanıldı.
Mekanizma, genellikle Genelkurmay Genel Sekreteri’nin ana akım medyanın Ankara temsilcilerine telkinleri üzerinden çalışıyordu. Ankara temsilcilerinden yazı işlerine gelen bilgiler, manşetlere dönüşüyor, hoşa gitmeyeceği sezilen köşe yazılarına ‘sansür’ uygulanıyordu. ‘Oto-sansür’ daha da genel bir davranış kalıbı haline gelmişti.
Bir de M. Ali Birand ve bana uzanan ve belirli ölçülerde Altan’lara ve birkaç isme daha uzanan ‘andıç’ yolu ile ‘susturmalar’ vardı.
Bir yönüyle bir kısım ‘28 Şubat mağduru’nun siyasi iktidarı sayılması gereken ‘Devr-i Tayyip Erdoğan’da, bir başka deyişle ‘Alo Fatih dönemi’nde ‘sansür’ ve ‘oto-sansür’ var. Hem de daha kuvvetli. Bunun asıl kaynağı ‘Tayyip Erdoğan korkusu’. Onun ‘gazabı’na uğramaktan korkuluyor.
Şimdiki dönemde 28 Şubat’tan daha yoğun ve daha net bir ‘iktidar tekelleşmesi’ mevcut. İktidar esas olarak Tayyip Erdoğan’ın ‘tek eli’nde toplanıyor. Hangi arazinin hangi vakfa tahsis edileceğini, hangi gayrimenkulün kaçıncı dereceden SİT alanı olacağıni, hangi yayın grubunu satın almak üzere hangi müteahhitlerin bir araya gelip ne kadar para yatıracağını o belirliyor.
Bunun medyaya yansıması ise işte ‘Alo Fatih’ ile simgelenen haliyle ana akım medyanın kilit noktalarına, medya konusuyla hiçbir ilişkisi olmayan, hiçbir medya geçmişi bulunmayan ‘siyasi komiserler’ getirilmesidir.
28 Şubat’tan önemli bir fark, o dönemde Genelkurmay’a bir bakıma ‘gönüllü’ boyun eğiş, bu kez, söz konusu değil. Boyun eğiş yine var ama kuruma dönük gönüllülüğün yerini ‘kişi’den duyulan ‘korku’ almış vaziyette.
2014’ün dünyası ve Türkiyesi, kuşkusuz, 1990’ların son yıllarıyla karşılaştırıldığında ‘muhalefet üzerinde kontrol’ sağlamak bakımından çok zor.
Böyle bir durumda, ‘korku’ çok etkili bir araç olarak göze çarpıyor. Bizzat ve esas olarak Tayyip Erdoğan’ın oluşturduğu bu duyguyu, T24 yazarlarından Hakan Aksay, çok sayıda insana da tercüman olacak şekilde mükemmelen dile getirdi:
“Yok, şaka falan değil. İtiraf etmesi zor, ama... Gerçekten korkuyorum. Hipnotize olmuş gibi her gün haber bültenlerini izlemek için televizyonun karşısına oturuyorum. Er geç Başbakan Erdoğan’ı gösteriyorlar. Hem de defalarca. Hem de 15-20 kanalda aynı anda.
O konuşuyor. Yani... Aslında... Pek de konuşmuyor... Bağırıyor... Bazen bir mitingde, bazen basın toplantısında, bazen Meclis’te... Kızıyor, kükrüyor, haykırıyor...
Yüz ifadesi son derece gergin. Gözler bazen kısılmış, bazen irileşmiş halde. Bakışları sinir, hatta nefret dolu. Damarlar yüzeye yakın, bazen boyun bölgesinde dışarı çıkma eğiliminde.
Kelimeler acımasız, her biri dudaklarında kırbaç gibi şaklıyor. Bazıları kurşun misali hedefe saplanıyor. Yavaş yavaş gerilmeye başlıyorum. Başbakan’ı dinlerken farkında olmadan yüz ifadem ve ruh halim değişiyor.
Daha önce keyifliysem bile, o sırada günün olumsuz haberlerini hatırlayarak asabileşecek nedenler buluyorum, hoşuma gitmeyen insanlara karşı tahammülüm azalıyor, cezalandırma ve hakaret etme dürtülerim hareketleniyor.
Zaman zaman kendimi kontrol ediyorum. Çoğu kez şakaya vuruyorum. Gülüp de tümüyle rahatladığımı sandığım anlardan sadece birkaç saniye sonra tekrar az önceki kötümser ve saldırgan psikolojiye dönüyorum.
Acaba yalnızca benim zaafım mı bu, diye çevreme bakıyorum. Hayır, herkesi az çok bu halde görüyorum.”
2014 Şubatı’nın Türkiyesi’nde Tayyip Erdoğan milyonlarca insanı bu ‘psikoloji’ye soktu. Bunun olumsuz sonuçları dışarıya da yansıyor, oradan ekonomiye olumsuz etkileriyle Türkiye’ye geri dönüyor. Örnek dünkü Financial Times’ın ikinci sayfasında ‘Medya kısıtlamaları Türkiye’nin ekonomisine gölge düşürüyor’ başlıklı yazı. Yazının ortasına büyük puntoyla ‘Everyone is scared. Every day instructions rain somewhere’ yani (Herkes korkuyor. Her gün bir yere talimatlar yağıyor) yazısı yerleştirilmişti.
Yazı, internet yasasıyla yolsuzluk kanıtlarının dışarıya sızmasının önüne geçilmeye çalışıldığına işaret ediyor; TİB’in başına bir ‘gizli polis’in getirilmiş olmasına dikkat çekiyor, bu gelişmelerin de etkisiyle Standard & Poor’s’un Türkiye’nin kredi notunu eksiye çevirdiğini ve FED’in Türkiye’yi dünyanın en kırılgan yükselen pazarı olarak tanımlamış olduğunu vurguluyor.
Türkiye’de medya, ‘Tayyip Erdoğan korkusu’na direnmeden ‘Alo Fatih dönemi’nden çıkılamaz. ‘Alo Fatih dönemi’ ise devamı halinde, Türkiye’nin demokrasisinin ve ekonomisinin çöküşünün habercisi olmaktan başka bir şey değildir.
‘Alo Fatih’ dönemine dair yazacaklarımız devam edecek.
Paylaş