Paylaş
Suriye uçağının düşürüldüğünü Beyrut’a iner inmez öğrendim. Tam yola çıkarken havaalanından şehre giden yol üzerindeki bir mahallede, 'Suriye yanlıları-Suriye karşıtları' arasında Beyrut’ta ilk kez ve sabaha kadar süren bir silahlı çatışma çıktığını öğrenmiştim.
Bu satırları yazdığım (dün sabah Beyrut’ta) sırada, yüzde 80’i Ermeni olan Suriye sınır kasabası Keseb’in el-Kaide bağlantılı an-Nusra cephesinin eline geçtiği, 'son dakika' gelişmesi olarak bildirildi.
Yayladağ-Keseb arasındaki, Türkiye-Suriye arasında Suriye rejiminin elinde bulunan tek sınır kapısının ele geçirilmiş olduğunu belirten ve 'Ansar el-İslam' ve 'Ahrar aş-Şam' isimli 'Selefi' örgütlere mensup sakallı ve silahlı militanları gösteren fotoğraflar, dünkü As-Safir gazetesinin birinci sayfasını süslüyordu. Fotoğrafların altında ise 'Anadolu Ajansı' yazıyordu. Yorum yok…
Böylesine gelişmelerin cereyan ettiği bir sırada, Lübnan’da bulunan bir Türk’ün 'Suriye konusu' ve 'Türkiye’nin tutumu' ile sorulara muhatap olmaması imkânsızdır. Balamand Üniversitesi’ndeki panelde bana öyle oldu.
Ortadoğu konularının en önemli referanslarından biri haline gelen internet gazetesi Al Monitor’un yazarlarından bir grup, Lübnan’ın ikinci büyük şehri, kuzeydeki Trablus’u tepeden gören bir noktadaki Balamand Üniversitesi’ndeydik.
Lübnan’ın tanınmış entelektüellerinden iktisatçı Prof. Sami Nadir, Suriye’ye yakın bilinen el-Meyadin televizyonunun Tahran bürosunun başındaki Ali Haşim ile birlikte. Konu, 'Medya açısından Suriye' ve özellikle de 'Sosyal Medyanın Rolü'.
Üniversite öğrencilerinin 200’ü (ve bizim dinleyicilerimizin çoğunluğu) Suriyeli ve öncesinden uyarıldığımız kadarıyla 'fena halde politize'ler.
Trablus şehri –ki Osmanlı döneminde Trablusşam diye anılırdı- Beyrut’tan farklı olarak dolaylı değil, doğrudan Suriye savaşının bir parçası. Zaten, Trablus tarihi olarak Beyrut ile pek ilişkisi olmamış, asıl ilişkisini limanı olarak işlev gördüğü Suriye’nin Humus şehriyle kurmuş olan bir merkezdir.
Trablus çevresinde ve Suriyeli öğrencilerin damgasını vurduğu bir ortamda, Suriye uçağı düşürüldüğü saatlerde Türkiye’den yola çıkıp gelmiş birisi olmak, tuhaf bir duygu veriyor insana.
Hele, 'Twitter yasağı' gibi, '21. yüzyıl teknolojisi'ne karşı bir 'ortaçağ uygulaması' yaşamakta olan bir ülkeden gelip, 'Suriye ve Sosyal Medya' konusunda konuşmak daha da tuhaf.
Paradoksal biçimde beni 'kurtaran' husus, Türkiye’nin Suriye konusundaki politikasının 'ciddiyeti'nin, buralarda artık 'ciddiye alınamaz' ölçülere varacak şekilde sorgulanması ve Tayyip Erdoğan’ın bir yıl öncesine oranla inanılmaz biçimde yerlerde sürünen itibarı.
Suriye’nin bir MİG-23 uçağının bir Türk F-16 roketiyle düşürülmesi, bir yıl önce cereyan etmiş olsa, Türkiye halkının çok önemli bölümü bir 'ulusal dayanışma ruhu' içinde kendiliğinden davranırdı.
Şu günlerde ise toplumu bölmekte kimsenin kendisiyle yarışamayacağı kadar beceri ortaya koymuş bir Başbakan’a, toplumun çok geniş kesimlerinin inancı kaybolmuş olduğu için söylediği, yaptığı, yapmak istediği, her şey kuşkuyla karşılanıyor.
Suriye uçağının düşürülmesine de –kim ne derse desin- kuşkuyla bakılıyor. Yolsuzluk-hırsızlık soruşturmasını örtbas etmek için Twitter’a bile saldıran, kendisini gülünç duruma düşüren interneti toptan yasaklamayı düşündüğü izlenimini veren bir Başbakan var Türkiye’nin tepesinde.
Sanal âleme savaş açmış birisinin, iktidarını kurtarmak için 'dış kriz' çıkarabileceğini düşünen çok sayıda insan var Türkiye’de. Hele Kırım’a ilişkin gelişmelerde bu kadar acz içine düşmüş bir ülke görüntüsü verilmişken 'kuzeydeki aczi', Türkiye’nin güneyinden telafi edebilmek, seçim zamanı, pek 'kullanışlı' olabilir.
Başşar Esad rejiminin ne kadar zalim olduğunu tartışmanın bir anlamı yok. Ama Suriye’ye ilişkin olarak el Kaide (an-Nusra) ile Selefi örgütler ittifakına sanki 'Hür Suriye Ordusu'nu destekliyormuş gibi destek sağlayan bir Tayyip Erdoğan’ın Suriye politikasının da hiçbir inandırıcılığı yok. Kalmadı.
Türkiye açısından asıl büyük mesele, yakın vade içinde ortaya çıkan gerilimlerin ve sıkıntıların, seçimlere rağmen ortadan kalkmaması hatta daha da ağırlaşması ihtimali.
Türkiye’de yıllarca AB Temsilciliği yapmış ve ayrıldıktan sonra da ilgisini hiç kesmemiş olan Marc Pierini’nin bir tweet'ini okudum dün:
"Last days of municipal campaign in ?#Turkey?: all sides will be striking hard. Western capitals are wondering how democracy will be restored."
"Türkiye’de yerel seçim kampanyasının son günleri; tüm taraflar çok sert vuruyorlar. Batı başkentleri ise demokrasinin nasıl tamir edileceğini merak ediyorlar."
Buradaki 'restored' sözcüğü, 'tamir' olarak da 'yeniden kurulmak' olarak da tercüme edilebilir.
Yani, Batı-Avrupa gözüyle Türkiye’de demokrasi çok ciddi bir ıslahata veya yeniden kurulmaya ihtiyaç gösterecek ölçüde yok edildi.
Batı’nın, Tayyip Erdoğan’ın şahsında, demokrasi için gördüğü 'tehdit', pekâlâ 'İslam' için de görülebiliyor. Ali Bulaç’ın Aksiyon dergisi söyleşisi bu bakımdan çok ilginç.
Ali Bulaç, Tayyip Erdoğan’ın, toplumun dindar gruplara kredisini nasıl tüketmekte olduğunu anlattıktan sonra, şöyle söylüyor:
"Toplumun dindar gruplara kredisi vardı. Siz beni yönetebilirsiniz, siz güvenilir doğru dürüst insanlarsınız diye. Bu güven zedelendi… Çünkü insanlar dini kim temsil ediyor ona bakıyor, ona göre hüküm veriyor. Müslüman’a bakıp 'Müslüman yolsuzluk yapar mı, yalan söyler mi, bu kadar zengin olur mu, bu kadar üstten bakar mı?' diyorsa –ki deniyor- büyük sıkıntı doğar."
Tespitlerinin daha da ilginç olan bölümü 'vatandaşlarda oluşturulduğu'nu öne sürdüğü "Çalıyor ama çalışıyorlar" algısıyla ilgili. Şöyle:
"Bu, ahlaki bakımdan toplumun dejenere olduğunu da gösterir. ‘Halk, padişahın dinindendir’ denir. Padişah bunu yapıyorsa bunda mahzur yoktur. Üstelik bu adamlar dindar. 'Din çalmaya cevaz veriyor, orada bir açık kapı var' diye düşünülür. Çalmayan, bundan mağdur olan emekli, çiftçi, işçi, esnaf ‘Din buysa bana lazım değil’ diyecek. Bu büyük fecaat."
Ve 'İslam, Müslümanlar ve Türkiye adına' ifade ettiği 'korkusu'nun en can alıcı cümleleri ise şunlar:
"100 yıllık bir İslami birikim heba olacak, oluyor da 10 yıllık ve 20 yıllık değil. Çok acı bir durum. İttihat ve Terakki’den beri Müslümanların iğne ile kazdıkları kuyular şu anda bataklığa dönüştürülüyor, emekler heba oluyor. Hem de Ortadoğu’da şansımızı, itibarımızı kaybediyoruz. Belki 20, belki 50 senede zor toparlarız."
Ömrünün yaklaşık son 50 yılını Ortadoğu’da ve Ortadoğu’yla yakından ilgili olarak geçirmiş, iki hafta önce Bağdat’tan Kerbela’ya Irak’ta bulunmuş ve bu yazıyı dün Lübnan’da yazmakta olan birisi olarak, yukarıdaki satırların isabetini teyit ediyorum.
Ortadoğu’dan bir gözlem daha ekleyeyim:
Türkiye’nin ipleri, Tayyip Erdoğan’ın elinden ne kadar kısa süre içinde alınabilirse Türkiye’de demokrasinin 'yeniden kurulması', Ortadoğu’da 'itibarını geri alması' süresi de o ölçüde kısalabilir.
Paylaş