Yeni bir “yetmez ama evet” durumu ile karşı karşıyayız gibi…
Bir buçuk yıl önce yola çıkarılan “çözüm süreci”nin, cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir buçuk ay kala, “yasal çerçeve”ye bağlanması için en önemli adımı attığı öne sürülüyor.
“Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun Tasarısı” açıklandı. TBMM, 1 Temmuz’da tatile sokulmayacak; 25 Temmuz’a kadar çalışacağına göre, muhtemelen kanunlaşacak da.
Yeni bir “yetmez ama evet” durumu ile karşı karşıyayız. Ahmet İnsel’in dünkü Radikal’de gayet güzel bir şekilde “Karnından Konuşan Çözüm Süreci” başlığını attığı yazısında belirttiği gibi, söz konusu yasa tasarına karşı çıkmak ve sürece “balta vurulduğunu” iddia etmek “bağnaz bir muhaliflik” olur “ama bu yasa ile Kürt sorununun çözümünde büyük bir ileri adım atıldığını iddia etmek de bu sorunun çözümü için gerekli adımları kabul etmemenin bir örtüsüdür.”
İktidar yandaşları ve AKP propagandistleri, kendilerinden bekleneceği gibi, kimisi bin dereden su getirerek, kimisi buna da ihtiyaç duymadan hararetle, gelinen noktanın “büyük bir adım” olduğunu savunuyorlar.
New York Times’ın bu konudaki haber yazısından öğrendiğime göre, “Herkesin söylemeye cesaret edemeyeceğini söyleyeceğim: Bu tarihi an, devlet adamlığı gerektiriyor” demiş Mesut Barzani’ye.
Bu sözlerin iki anlamı var:
1. ABD, en azından şu gelinen “an” itibarıyla “Kürdistan bağımsızlığı”nı istemiyor.
2. ABD yönetimi için, bu “tarihi dönem”de ortaya konulacak “devlet adamlığı”, Bağdat’ta bir “Şii-Sünni-Kürt koalisyon hükümeti”nin kurulmasına yardım etmekten, bunun becerilmesinden, yani ABD’nin Irak politikasına katkıda bulunulmasından geçiyor.
Türkiye’de çok uzun yıllar, “ulusalcılar”dan “İslamcılar”a uzanan geniş yelpazede, “Kürdistan bağımsızlığı” ya da bir “bağımsız Kürt devleti”nin “ABD hesabı” olduğuna dair, adeta şaşmaz bir kanaatin bulunduğu düşünülürse, şu sırada Türkiye’nin bölgedeki en yakın müttefiki olan Mesut Barzani’nin “bağımsızlık” aramasına karşılık, “Kürdistan üzerinden Türkiye’yi de bölmek istediği”ne inanılan ABD’nin buna karşı durması, bazıları için herhalde anlaşılması zor bir “Ortadoğu denklemi”ni ifade ediyor.
Ancak, şunu da unutmamak gerek: Mesut Barzani ve Kürdistan Bölge Yönetimi, Ankara’nın şu dönemde bölgedeki “en” hatta “tek” müttefiki olmakla birlikte, Türkiye’nin “bağımsız Kürdistan”dan yana olduğunu söylemek doğru değil. “Bağımsız Kürdistan”a geleneksel olarak en hasım mevzide bulunan “Türk devlet sistemi”nin birdenbire yüzseksen derece esnemesi beklenemez.
Bu konuda, Tayyip Erdoğan, Mesut Barzani’ye değil, ABD’ye yakın.
Peki, Barzani, Kerry ile görüştükten sonra
Öyle mi?
Öyle. 13 Haziran başlıklı yazımızın başlığı buydu ve nedeninin, nasıl olabileceğinin üzerinde o yazımızda enine boyuna durmuştuk.
Peki, “ülkeler parçalanarak sınırlar değişir” mi?
Bu da mümkün. Zaten genellikle öyle olur. Mesut Barzani’nin açıklamalarından sonra Irak’ın bu yönde yol aldığı daha kuvvetle seziliyor.
İkisi de, Irak için, giderek Suriye için ve tüm Ortadoğu için geçerli. Ya “sınırlar değişmeden ülkeler parçalanacak” veya “ülkeler parçalanarak sınırlar değişecek.”
Durum bu. Irak için özellikle bu.
IŞİD’in Musul’u aldığı gün (10 Haziran), belki de “Irak filmi”nin “geriye sarılmaması”nda bir “milat” oldu, çünkü aynı gün idari kontrolü zaten Kürtlerde olan Kerkük, askeri olarak da Kürtler’in eline geçti.
Musul’un IŞİD’in eline geçmesiyle “Şii-Sünni fay kırığı”nın parçaladığı Irak’ın “Arap-Kürt fay kırığı” üzerinden de parçalanmasının zemini döşenmiş oldu. Kerkük, her vakit, Kürtler’in nihai bir bağımsızlığı için gerekli
Musul’un bir Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı örgütün eline geçmesi Ortadoğu’da tüm kartları karmakarışık edecek, yeniden karılması ve dağıtılmasına neden olacak nitelikte, çok ama çok önemli bir gelişme.
IŞİD kelimesiyle Türkiye kamuoyu yeni tanışıyor sanılır. Oysa, tüm Arap dünyasında özellikle Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün’de sokaktaki çocuklar 'Da’iş'ten epey bir süredir haberdardılar. 'El Devle el-İslamiyye fi’l Irak ve eş-Şam' adlı örgütün baş harfleri okunduğunda Irak, Arapça ‘ayn’ ile yazıldığından, kısaca 'Da’iş' diye telaffuz ediliyor. Şam, Osmanlı döneminin 'Bilad eş-Şam'ını. Yani 'Şam Ülkesi' anlamında. Yani, Suriye’yi ifade ediyor.
Örgüt, ABD’nin Irak işgali sırasında Usame bin Laden’in güvenini kazanmış olan el-Kaide’nin yetiştirdiği Abu Musab el-Zarkavi liderliğindeki en katı Sünni direnişi gösteren 'El-Kaide Rafideyn' (Mezopotamya el-Kaide’si) olarak bilinen örgütün devamı.
Abu Musab el-Zarkavi, yıllar önce Amerikalılar tarafından öldürüldü. El-Kaide Rafideyn, 2007 yılından itibaren General David Petraeus tarafından geliştirilen ve Irak’ın el-Anbar eyaletindeki Sünni aşiretler ile arasındaki ilişkilerin kopartılmasına dayanan 'surge strategy'nin başarıya ulaşması üzerine etkinliğini kaybetmişti ama ortadan tümüyle kalkmamıştı.
Bir yandan Suriye’de patlak veren 'mezhepler savaşı' biçimine bürünen 'iç savaş' ve bir yandan da Irak’ta Maliki yönetiminin katı bir Şii-mezhepçi politika izlemesiyle örgüt canlandı. Suriye’nin ve Irak’ın birbirlerine bitişik bölgelerinde yayıldı. 'Irak İslam Devleti' adını kullanırken 'Irak-Şam İslam Devleti' adını kullanır yani 'Da’iş' oldu. Abu Bekir el-Bagdadi takma adını kullanan, ayrıca Abu Dua adıyla bilinen yeni liderinin önderliğinde el-Kaide’nin yeni lideri Eymen el-Zevahiri’ye kafa tutacak özerk bir kimlik kazandı.
Abu Bekir el-Bagdadi’nin asıl adı Avad İbrahim Ali el-Bedri. Irak’ın Samarra şehrinde 1971’de doğmuş. Bağdat İslam Üniversitesi mezunu. Saddam döneminde Diyala bölgesinde vaiz imiş. Amerikan işgali üzerine o bölgede kendi silahlı direniş gücünü kurmuş. Amerikalılar tarafından tutuklanmış ve 2005-2009 yılları arasında hapis yatmış. Abu Bekir el-Bagdadi (ya da Abu Dua) bugün Eymen el-Zevahiri’den, IŞİD de el-Kaide’nin merkezinden daha güçlü bir konumda bulunuyor.
IŞİD, Suriye’de Rakka ve Deir ez-Zor şehirlerini elinde bulundurduktan gayrı, Irak’ta Ocak 2014’te Bağdat’ın 60 kilometre batısındaki Felluce’yi eline geçirdi. Ramadi şehrini kontrol altında bulunduruyor ve Musul ile birlikte çok ciddi bir 'merkez' haline geldi.
Öyle ki örgütün şu sırada Irak topraklarında, Musul çevresinde kontrol ettiği alan Portekiz büyüklüğünde. 38 bin kilometre kare. 3.5 milyon insan yaşıyor. Buna Felluce’nin bulunduğu el-Anbar vilayetini, Suriye’nin kuzeydoğu ve doğusundaki geniş alanları da eklerseniz, IŞİD’in alanı daha da genişliyor.
Suriye cumhurbaşkanlığı seçimlerinin kesin sonuçları açıklandı. Suriye Meclis Başkanı tarafından yapılan açıklamaya göre Başşar Esad, 10 milyon 319 oy almış. Yüzde 73.42’lik bir katılma oranının öne sürüldüğü bir seçimde, bu oyların yüzde 88.7’si anlamına geliyor.
Seçim illa 'demokratik' olacak, 1990’larda babasının tek başına girdiği seçimlere benzemeyecek ya; Başşar’a karşı iki parti yarışa sokuldu. Bunlardan biri yüzde 4.3, diğeri ise yüzde 3.2 oy almış.
Mısır’da da 'Darbeci Genelkurmay Başkanı' Abdülfettah el-Sisi’nin karşısında yarışan rakipleri vardı. Sisi’nin yüzde 96.1 oy aldığının açıklanmasında bir beis görülmedi. Oysa, bu oy oranı, Ortadoğu otokratlarına dair bir 'demokrasi göstergesi'ydi. Yeniden canlandırılmış oldu.
Mısır’daki katılma oranı, yüzde 47,5 olarak açıklandı. 53 milyon Mısırlının oy kullandığı anlamına geliyor. 2012 yılında Muhammed Mursi’nin seçildiği seçimde katılma oranı yüzde 52 idi. Dolayısıyla makul oran, seçim sonuçlarına hem inandırıcılık hem de meşruiyet sağlamış olacak. Hesap bu olsa gerek.
Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi, ikinci turda yüzde 51.7 oy oranı ile seçilmişti. Seçimlerin ilk turunda katılma oranı yüzde 46 idi ve Mursi, yüzde 25 oyla birinci çıkmıştı.
Sisi'nin, yüzde 80’lik katılma oranı çağrısı yapmış olduğuna bakılırsa yüzde 47,5 katılma oranıyla elde edildiği iddia edilen yüzde 96.1 oy, onun açısından en istenen manzara sayılmayabilir.
Yine de 'demokratik meşruiyeti' bakımından hiçbir geçerliliği ve inandırıcılığı olmasa da her ikisi de yani Başşar da Sisi de hatırı sayılır bir 'taban'a sahipler.
Suriye’de başkanlık seçimleri, Türkiye’dekinden daha hızlı, daha erken oldu. Tabii ki çok büyük fark söz konusu. Seçimleri ciddiye alan yok.
Başşar Esad’ın, sözde iki rakibine karşı seçimleri ezici bir zaferle kazanacağı biliniyordu. Sözde seçimler, sözde zaferle noktalanacaktı.
The Guardian’ın dünkü 'Yıkıntılar arasında oy verme' başlıklı başyazısında isabetli biçimde belirttiği gibi, 'Suriyelilerin büyük çoğunluğu oy pusulasının üzerinde yazmayan bir şey için oy vermek ister idiler: Barış.' Üçüncü yılını geçmiş olan Suriye’deki iç savaş, 160 bin insanın canını aldı. Milyonlarca insan ya ülke dışında mülteci durumuna düştü ya ülke içinde yerini yurdunu terk etti. Ocaklar söndü. Ülke mahvoldu.
Suriye, artık büyük bir insanlık dramının adıdır.
Suriye’nin sınırları gerçi değişmedi ama bilinen sınırları içinde paramparça bir ülke söz konusu olan ve eski tür rejim ve toprak bütünlüğüne sahip olabilmesi büyük ölçüde hayal gibi görünüyor.
Birkaç gün önce, kuliste konuşurken Bilderberg toplantısındaki Suriye ile ilgili değerlendirmemi ilginç bulduğunu söyleyen İspanya Dışişleri Bakanı Jose Manuel Garcia Margallo, bana, bölgedeki 'güvenilir kaynaklar'ın kendisine Suriye’deki savaşın birkaç yıl daha sürebileceğini söylediklerini aktarmıştı. "Iskonto yapmış olabilirler" cevabını verdim; "Lübnan Savaşı 15 yıl sürmüştü!"
Suriye’nin 'Lübnanlaşması' ya da 'Afganistanizasyon'u sıkça üzerinde durulan bir konu. Suriye, bir yanıyla Başşar’ın ülkesinin mahvolması pahasına, İran ve Rusya desteği altında ustaca dönüştürdüğü bir 'mezhep savaşı', o boyutuyla bir tür 'iç savaş' ve bir yandan da çeşitli ülkelerin 'Suriye sahası' üzerinde karşılıklı birbirleriyle karşılıklı hesaplarını gördükleri, bilinen İngilizce deyiş ile 'proxy war'; yani 'vekâlet usulü savaş'…
KOPENHAG- Herhalde dünyada yan yana gelebilmesi düşünülemeyecek iki sözcük akla gelebilirse, bunlar “Bilderberg” ve “Gezi” olabilir. Ne var ki, pekâlâ bir araya gelebileceklerini Bilderberg toplantısı vesilesiyle ben görebildim.
Soğuk Savaş döneminde Transatlantik İttifakı’nın bir “beyin fırtınası” mekanizması olarak oluşmuş ve yılda bir kez ABD ya da Batı Avrupa ülkelerinden birinde toplanan Bilderberg toplantılarının 62’ncisi bu kez Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da. Ben de katılımcılardan biriyim. Türkiye’den katılan az sayıdan birisiyim. Mustafa Koç, Ümit Taftalı, CHP’nin yakın döneme kadar genel başkan yardımcılarından biri olan Umut Oran, Paris’ten gelip katılan, yakın dönemde Paris’te Legion d’Honneur ödülüyle onurlandırılan tanınmış sosyoloğumuz Prof. Nilüfer Göle, bu yılın Nobel Barış Ödülü’nü, merkezi Lahey’de bulunan Kimyasal Silahların Önlenmesi Örgütü adına almış olan Büyükelçi Ahmet Üzümcü’nün dışında bir de Türk olarak ben bulunuyorum.
Günlerdir sosyal medyada isimlerimiz Bilderberg’e ilişkin yaygın komplo teorileri ile ilgili olarak dolaşıyor. Durumdan haberdarım. İsimlerimizin elde edilmesinde esrarlı bir yan yok; çünkü internete giren herkes www.bilderbergmeetings.org sitesine girdiği takdirde katılımcıların kimler olduğunu ve bu yılki Bilderberg toplantısının konularının ne olduğunu kolaylıkla öğrenebilir.
Sosyal medyada sanki esrar perdesini kaldırıyormuş havasıyla benimki de dahil, çeşitli isimler hakkında spekülasyon yapanlar, yukarıdaki internet sitesinden isimlerimizi öğrendiler.
Bilderberg, benzeri birçok toplantıda olduğu gibi, toplantıların içeriğini yani kimin, neler söylediğini kamu önünde paylaşmıyor. Bir de Soğuk Savaş yıllarından gelen “imajı” ve komplo teorilerini her yılda olan meraktan ötürü, her yerde tepkilere neden oluyor.
Nitekim, Kopenhag’da toplantının yapıldığı Marriott Oteli’nin karşısında da protestocular, üç gündür toplanmış vaziyetteler. Sayıları, Bilderberg toplantısına katılanların (140 kişi) sayısından daha az. Otelin camlarından görülebilen kocaman bir pankart, herkes gibi, benim de gözüme çarptı. Şöyle yazıyordu: “Bilderberg=A secret government in a democracy. No thanks!”
Yani, “Bilderberg=Bir demokraside gizli hükümet. Hayır, teşekkürler!” Buradaki, “teşekkürler” sözcüğü “Hayır, almayayım” anlamına geliyor tabii ki.
Geçen yıl bugün Gezi patlak vermemişti. Sonuncusunun adı Berkin Elvan olan ve birçoğu çocuk yaşta ve tümü de Alevi olan insanlar hayatını kaybetmemişlerdi.
Soma’da 301 işçinin kaybının sarsıntısı devam ediyor. Dahası her geçen gün ortaya çıkan yeni bilgiler sayesinde, 301 kişinin affedilmez ihmaller ve hatalar yüzünden öldüğü öğreniliyor.
Bu arada, 'Başbakan Müşaviri'nin gaddar tekmelerine hedef olarak o unutulmaz fotoğrafa konu olan kişinin adı sanı belli oldu. Bir 'provokatör' değil, Somalı bir 'maden işçisi' olduğu ortaya çıktı.
Gezi’nin yıldönümüne birkaç gün kaldı. Soma öfkesi dağılmamış haldeyken iktidar, yeni gösterilerden dehşetli korkuyor. Bu da biliniyor.
Peki, İstanbul’da dün Uğur Kurt isimli vatandaşımız başından niçin kurşunlandı?
Bu, bir 'provokasyon' mu, yoksa AKP iktidarının Gezi’den bu yana sık sık sergilediği 'zalim' tavrın devamı mı?
İstanbul’da dün, Beyoğlu Okmeydanı’nda 'Liseli Dev Genç' pankartı ile eylem yapan ve 'Soma' ve 'Berkin Elvan' için sloganlar atan göstericilerle polis arasında olaylar çıkıyor. Gösterilerin düzenlendiği bölgede bulunan 'cemevi'ndeki cenaze törenine katılan bir kişi, başından vuruluyor.