Irak’ta seçim oldu. Ne olup ne bitiyor, günlerdir bizim basında tek yazı okumadım. Sebepleri malum. Ama (Irak seçim) sonuçları, yakın geleceğimiz bakımından da ülkemizi yakından ilgilendiriyor. Kürdistan’da ortaya çıkan 'güçler dengesi' özellikle.
Türkiye ile Kürdistan Bölge Yönetimi arasında inşa edilmiş bulunan ve Mesut Barzani’nin 30 Mart seçimleri öncesinde yanına Şivan Perver’i de alarak Diyarbakır’da Tayyip Erdoğan’a konuk olduğu ziyaret ile iyice pekişmiş bulunan 'sıkı ittifak ilişkisi', esas olarak, Mesut ve Neçirvan Barzani yönetimindeki KDP ile kurulan zemin üzerinde yükseliyor.
Mayası Kürt petrolü ve doğalgazı olan bu ilişki, bir tür AKP-KDP ilişkisine de dönüşmüş görüntüsü veriyor. AKP yönetimindeki Türkiye, Rojava (yani 'Batı', yani Suriye Kürdistanı) sınırlarında hendek kazmaya başladığında, Irak Kürdistanı ile Rojava arasında da KDP’nin kararı olduğu iddia edilen bir uygulamayla hendek kazılmaya başlanıyor.
AKP-KDP bağlantısının, Türkiye’de PKK-HDP-BDP hattını, Suriye’de ise PYD’yi ve PYD’nin ağır bastığı bir tür Abdullah Öcalan’ın 'demokratik özerklik' projesinin yürürlüğe konduğu 'üç kantonlu Kürt yönetimi'ni marjinalize etmek hesabı güttüğü de bir sır değil. (Hasan Cemal, T24’te 18 Nisan’da 'Rojava’daki devrim heyecanıyla Erdoğan ve Barzani’ye hendek tepkisi iç içe' başlığı ile başlayan ve 'Rojava Yazıları' genel başlığı altında, sonuncusu 27 Nisan’da yayımlanan, yerinden tam 10 yazı yazdı. Kürt sorununda ne noktada olduğumuzu Türkiye-Irak-Suriye boyutuyla 'üç buutlu' izlemek isteyenler için sahadan eşsiz bir malzeme sundu.)
En son 19 Mayıs günü Erbil ve birkaç Kürdistan şehrinde yapılan geniş çaplı ve PKK müttefiki kuruluş ve kurumları hedef alan tutuklama dalgası da Türkiye’deki 'KCK operasyonları'nın 'ikiz kardeşi' gibi algılanıyor ve kimi iddialara göre, Erbil’deki yönetimin Ankara ile 'eşgüdümü'nün bir sonucu.
Irak seçim sonuçlarının, birçok nedenle, doğru değerlendirilmesi gerekiyor; zira seçimler umulmadık biçimde Celal Talabani’nin örgütü Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin güçlenmesine, Barzani’nin KDP’sinin ise 'görece' gerilemesine işaret etti. KYB, 21 Eylül 2013’teki Kürdistan parlamento seçimlerinde Gorran’a (Değişim) terk ettiği 'Kürdistan ikinciliği'ni Irak seçimleriyle geri aldı.
Daha önceki Irak seçimlerinin aksine, KDP ile KYB, 'Kürdistan İttifakı' adı altında birleşik bir listeyle değil, ayrı ayrı girdikleri için Irak seçim sonuçları aynı zamanda 'Kürtlerarası yeni dengeler' bakımından da fikir veriyor.
Bunlar, “Tek Millet, Tek Devlet, Tek Bayrak” nutuklarından çok daha etkilidir.
Örneğin, 1999 Depremi’nin, 28 Şubat döneminin yaraladığı toplumu, o günlerde de “kimlik çatışması” şeklinde yaşanmakta olan ve bugünün zalim iktidar sahiplerinin “mağdur” konumunda bulunduğu “Kulturkampf”ın tüm hararetine rağmen, çarpıcı bir “iç dayanışma” ile biraraya getirmiş olması hafızalarda canlılığını koruyor.
Birinci haftasına giren Soma maden faciası, 1999 Deprem felaketinden daha farklı bir görüntü veriyor maalesef. Toplumda uyandırdığı derin acı kadar, birikmiş müthiş bir öfkeyi de yansıtıyor. Aynı zamanda, ileride çok tehlikeli biçimde, tıpkı bir madendeki “grizu patlaması” gibi bir toplumsal patlamaya yol açabilecek müthiş bir öfkeyi de biriktiriyor.
Niçin böyle?
Çünkü, ülkenin başında toplumu ikiye bölmeyi “temel siyaseti” haline getirmiş olan, yani toplumu bile bile bölen birisi var. Soma maden faciasını da bu amacına uygun biçimde değerlendirmek istiyor. Bir hafta kadar kısa bir süre içinde “iktidar”, üç farklı “profil” çizdi.
Sırasıyla: 1) Olayı bir kaza olarak, hatta iktidarın başının tanımıyla ve 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyıl başlarından verdiği akla ziyan örneklerle bir “doğa olayı”, bir “fıtrat” konusu, bir “önlenemez kaza” olarak sunmak; 2) Mızrağın çuvala sığmayacağı anlaşılınca, “günah keçisi” tespit etmek ve tüm günahı “Soma Holding” adlı şirketin sorumlularına yıkmak –nitekim birkaç kişiyi tutuklattılar. 3) 301 kişinin ölümüyle yakından uzaktan ilgisi olmayan bir-iki köşe yazarını dile dolayıp, onların üzerinden Aydın Doğan’a taarruz başlatıp, “cambaza bak” oyununa başvurmak.
Bir hafta kadar kısa bir süre içinde böylesine üç farklı biçime bürünen iktidar pozisyonu aslında “tek” bir noktayı esas alıyor. “Tek” bir gerekçeye dayanıyor. “Tek” bir ihtiyacı ortaya koyuyor:
Soma’daki facianın sorumluluğunu “Tek Adam”dan uzak tutmak. “Tek Adam”ın Cumhurbaşkanı seçilerek “Tek Adam” hesaplarını pekiştirmesine Soma’nın zarar vermesini engellemek.
Böyle bir günde, Soma kömür ocaklarından gelen kara haber, yüreklerimizi dağlamışken, tek satır yazılamaz.
Öncelikle, en başta işçi sınıfımıza, tüm dünya işçilerine, tüm ezilenlere, tüm yerin altına itilmişlere başsağlığı dilemekten başka elimizden gelecek bir şey şu an için yok.
Ulusal yas anındayız.
Başımızı önümüze eğmek, susmak ve saygı duruşuna geçmek zamanı…
Kendi adını merkeze almak ve kendi adı üzerinden Türkiye’yi kutuplaştırmak, öyle anlaşılıyor ki Tayyip Erdoğan’ın istediği bir şey. Ve öyle anlaşılıyor ki onun 'oyun kurgusu' bu.
Ülkenin kutuplaşmasını istemiyorsunuz. 'Tek Adam' yönetimine kayacak bir Türkiye’nin tehlikeli mecralara kayacağından endişe duyuyorsunuz. O takdirde, 'anti-demokratik adımlar'a, 'otoriter-otokratik eğilimler'e, 'faşizan gidişat'a karşı koymak durumundasınız.
Tayyip Erdoğan’ın adını geçirmeden, bu nasıl yapılacak? Nasıl yapılabilir? Adını geçirdiğiniz her anda, onun 'oyun sahası'na girmiş, onun istediği oyunu oynamaya sürüklenmiş oluyorsunuz. Açmaz burada.
Bunu yaptığınızda, yani 'Tayyip Erdoğan oyun sahası'nın içine çekildiğinizde ise 'irtifa kaybetmemek' neredeyse imkânsız.
Tayyip Erdoğan’ın külhanbeyi ve kaba üslubu bir yana, özellikle Gezi’den bu yana yaptığı konuşmaların içeriğinde de Türkiye insanının düşünce ufkunu açan, genişleten bir şeyler bulabilmek mümkün değil.
Öte yandan, biat kültüründen gelen ve kendini 'Yeni Türkiye’nin yeni eliti' olarak sunmaya çalışan taraftar korosunun entelektüel biçareliği de ortada.
Türkiye’nin ekonomi ve dış politikada bunca iddiasına ve 12 yıllık AKP iktidarına rağmen, 'İslam düşüncesi' namına uluslararası alanda öne çıkan hiçbir isim olmadı.
Marc Pierini, Türkiye’yi iyi tanır. Türkiye’deki birçok insan da Marc Pierini’yi. Marc Pierini, Avrupa Birliği’nin (AB) 2006-2011 yılları arasında Türkiye Temsilcisi idi. Yani, ilişkilerin durduğu ancak AKP iktidarının 'vesayet rejimi'ne karşı mücadele verdiği ve kendi 'vesayet rejimi'ni kurmaya 2011 sonrasında henüz kalkışmadığı bir dönemde.
Marc Pierini, bir süredir Amerikan Carnegie Vakfı’nın Avrupa bölümünde Brüksel’de Türkiye üzerine çalışıyor. Yakın geçmişte 'Türkiye Nereye Gidiyor?' adlı kitabı yayımlanmıştı. Carnegie için kaleme aldığı ve dün yayımlanan 'Recep Tayyip Erdoğan: Turkey’s President-in-Waiting?' (Recep Tayyip Erdoğan: Türkiye’nin Beklemedeki Cumhurbaşkanı mı?' başlıklı kısa değerlendirmesi dikkat çekici. Hem, Batı’nın bugünkü Türkiye’ye bakışını yansıttığı için hem de Batı’ya bugünkü Türkiye hakkında yol gösterici bir rol üstlenme gibi açığa vurulmamış özelliğinden ötürü.
İşin derinine kafa yormaya meraklı olmayan, hayatı ve kendi çıkarlarını Tayyip Erdoğan’ın galibiyeti üzerinden okuma eğilimlerinde olan 'yandaş ahali' için Pierini’nin değerlendirmelerinde memnuniyet verici yanlar mevcut. Zira, Tayyip Erdoğan’ın günbegün cumhurbaşkanlığına yaklaştığı görüşünü savunuyor.
"Batı’da kaygılananlar kaygılanmaya devam edecekler ama bu beyhudedir. Yargısal yeni bir gelişme olmadıkça ve kendisi aksine karar vermedikçe, Erdoğan’ın bu yaz yapılacak seçimi kazanması garanti görünüyor" diye yazıyor.
Değerlendirmesinde değindiği bazı noktalar ise Batı’dakilerden ziyade Türkiye’nin önünü açık görmek isteyen Türkiye’deki birçok insanı kaygılandıracak nitelikte. Örneğin şu satırlar:
"Batı’nın bugünün Türkiyesi'yle ilgili sorunu oldukça basit: AKP’nin Mayıs 2013’ten beri seçtiği yol, bir liberal demokrasinin kriterleriyle artık uyumlu değil. Sadece kutuplaşma Türk toplumunu daha fazla bölmekle kalmadı, hukukun üstünlüğü önemli ölçüde geriledi.Son günlerde gelen haberler, heyhat, bu trendi doğruluyor. Ve böyle bir trend ne kolaylıkla geri çevrilebilir ne de (ülke için) itibar hızla yeniden restore edilebilir. Hükümet, Türkiye’nin kaybolan prestijinin bir bölümünü telafi etmek amacıyla kozmetik önlemler alabilir ve dış politika girişimlerinde bulunabilir. Ama son dönemin olaylarının kalıcı sonucu, mali çevrelerde Türkiye’nin yaralı bereli imajı ve Türkiye’nin uzun süredir katılmak istediği liberal demokrasiler kulübü ile daha da genişlemiş bir uçurumdur."Uzun süredir yazdığımız, anlatmak istediğimiz, Marc Pierini’nin şu birkaç satırına sığdırılmış olan halden ibarettir. Daha doğrusu, bu tür satırların bir Türkiye değerlendirmesi olarak yazılmasının önüne geçilmesine çalışıyorduk. Olmadı.
İktidar, Türkiye’ye tamiri çok zor ve zaman alacak bir zararı, maalesef vermiştir. Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi halinde bu zarar giderilmeyecek, tersine daha da artacaktır. Nedenini, nasılını yine Marc Pierini’nin şu birkaç satırında yakalamak mümkündür:
Türkiye’deki her tartışmanın merkezinde Tayyip Erdoğan var. Önümüzde ağustos ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimi bile, Türkiye’nin bir 'sistem konusu' olarak değil, Tayyip Erdoğan, 'olsun mu-olmasın mı' odağında tartışılıyor.
Şöyle bir tuhaflık da mevcut: Bazı Tayyip Erdoğan karşıtları, 'aktif siyasetten uzaklaşması' için onun cumhurbaşkanı seçilmesini istiyorlar.
Tabii ki bu, yanlış bir görüş. Bunu arzu edenler, Turgut Özal örneğine işaret ederek bir yanılgıya düşüyorlar.
Öncelikle Turgut Özal, 'köşk’e çıktığı vakit siyasetten tasfiye olmadı. Tam tersine, 'köşk’e çıktıktan bir süre sonra 1990’da Körfez Krizi patlak verdiği vakit, 'en aktif siyasi karar verme merkezi' Çankaya Köşkü olmuştu. Türkiye’de tarihi bir dönüm noktası olan 'Kürt siyasetinde değişiklik' de Turgut Özal’ın, içinden geldiği kendi partisi ANAP dahil, tüm partilerin mukavemetine rağmen, 'Çankaya’dan kullandığı güç' ile mümkün olabilmiştir.
Özal, cumhurbaşkanlığı ile 'aktif siyasetten tasfiye' olmamıştır. Etkisi önceki dönemine oranla zayıflamıştır. Bunun sebebi ise 1991 genel seçimlerini muhaliflerinin kazanması ve DYP-SHP koalisyon hükümetinin kurulmasıdır.
Tayyip Erdoğan’ın Çankaya hesapları ile ilgili olarak, Turgut Özal ve Süleyman Demirel analojisi ne doğru ne de isabetlidir. Ayrıca, o dönem ile bu dönem çok farklıdır.
En önemli fark, bu kez, cumhurbaşkanının ilk kez halkoyu ile seçilecek olmasıdır. Bunun kendiliğinden sağlayacağı 'iktidar gücü kullanma meşruiyeti', bundan önceki cumhurbaşkanlarıyla kıyaslanmaz.
Türkiye, 'cumhuriyet’in kuruluşundan beri 'ruhunu arayan' bir ülke. İmparatorluktan 'ulus-devlet' yapısına geçişin; sadece 'Milli Mücadele'nin kazanılması ve Lozan Antlaşması temelinde 'genç cumhuriyet'in kurulması ile üstesinden gelinebilir bir sorun olmadığı ortaya çıktı.
Yeni devletin kurulmasına nezaret eden ve daha sonra Kemal Atatürk adıyla tarihe geçecek olan genç Osmanlı generalinin 'siyasi dehası' ve 'büyüklüğü' bile tek başına yeterli değildi.
Dahası, dünya, bir dünya savaşından diğerine yol alırken ülkenin uluslararası çalkantılar arasından 'tek parti' rejimi ve 'Milli Şef' altında geçerek sağlamış olduğu 'iç bütünlük'ün bile yetmeyeceği, ilerde anlaşıldı.
Türkiye, gerek (Soğuk Savaş sonrası) uluslararası alanda gerekse ve özellikle bölgesinde –Karadeniz-Ortadoğu aksında- tarihi ve yine çalkantılı bir geçiş ve yenilenme döneminden geçerken etrafına baktığı kadar kendi tarihinden de dersler alması gereken bir ülke.
Dönem, ister istemez, düşünmesini bilen ya da düşünmeye gayret eden zihinleri zorluyor. Bu bağlamda, Oya Baydar, T24’te üç uzun yazı yazdı. '2. Cumhuriyet’e doğru III: Hâlâ umut var mı? Nerede?' başlıklı sonuncusunda ilk ikisinde olduğu gibi önemli hususlara parmak basıyor.
AKP’nin sığlıkları ve onunla birlikte düzeysizlikleri ve saldırganlıkları her gün daha belirgin hale gelen propagandistlerinin (yani trol'lerinin) 'Yeni Türkiye' diye nokta koydukları, bugünkü durumu, o, doğru bir şekilde 'sancılı değişim dönemi' olarak değerlendiriyor; yani, 'virgül' olarak görüyor.
Oya Baydar, 'sancılı değişim dönemi'ni şu satırlarla ifade ediyor:
“Gelişmesine en çok yatırım yapmış olanların tecrübelerinden yola çıkarak, demokrasinin nasıl işlediğini anlamaya çalıştık. Üzülerek belirtmeliyim ki, ifade özgürlüğünün en temel yanlarının kısıtlandığı gelişmelerle şiddetlenen iç çatışmalarla ve yolsuzluğa batmış siyasi partilerle yüklü parçalanmış bir toplum bulduk” diyor. (Laurie A Watkins, Turkey: The Middle Child of the Middle East).
Türkiye’deki temaslarının ardından, “Birçok farklı yöne çekilen ama uluslararası saygınlık ve nüfuz sahibi olmak için umutsuz bir ihtiyaç duyan, Türkiye, en bariz haliyle Ortadoğu’nun ortanca çocuğu” hükmüne varmış. Tayyip Erdoğan’ın “otoriterlik eğilimi”ni de ortanca çocukların ilgi çekmeye yönelik, kendilerine özgü psikolojik durumuyla kıyaslıyor ve bunu “Türkiye’nin sürekli ortanca çocuk sendromunun göstergesi” diye tanımlıyor.
Yukarıdaki kişiyi tanımadım. Ama “tanıdık biri”yle uzun uzun Türkiye konuştuk. İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt’in yolu birkaç gün önce bir geceliğine İstanbul’a düştü. Kendisiyle bir akşam yemeğinde biraraya gelen grubun içindeydim. Sağ yanımda Carl Bildt, sol yanımda doktorasını İsveç’te yapmış ve gayet akıcı bir İsveççe konuşan Şahin Alpay. Şahin Alpay...
Carl Bildt, bir ara, Türkiye’deki “demokratlar”ın Türkiye ile ilişkisinde AB’den ne umduğunu, ne beklediğini” sordu. Bu konuya girmeden önce, şu sırada İsveç’te bulunan Şahin Alpay’ın oradan yazdığı şu satırlara göz atalım:
“Peki, İsveç’ten bakınca Türkiye nasıl görünüyor? Bu soruya en taze cevap, ülkenin önde gelen gazetelerinden Dagens Nyheter’in 6 Nisan 2014 tarihli başyazısı. Yazı şöyle başlıyor: ‘Soru – Türkiye’nin İran, Eritre, Çin, Kuzey Kore, Pakistan ve Vietnam’la ortak yanı nedir? Cevap – Bu ülkelerin hepsi halklarını sosyal medyadan kısmen veya tamamen tecrit etme çabasında… Gerçek şu ki Türkiye, ifade özgürlüğünü ayaklar altına alan dünyanın en kötü diktatörlükleriyle yarışa girişmiş durumda.’
AKP hükümetinin Twitter’ı kapatması üzerine İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt, “Türkiye başbakanı Twitter’ı tehdit ederek sadece kendisine değil bütün bir millete zarar veriyor…’ (21.03.2014) demişti. DN başyazısı, bununla yetindiği için Bildt’e ağır eleştiri yöneltiyor: “Macaristan da Türkiye gibi yanlış yolda gidiyor. Macar Başbakanı Orban da aynı Erdoğan gibi hafif sıklet bir Putin. Türk başbakanı isterse yakında Putin gibi bütün gücü elinde toplayabilir. Çağdaş bir sultan gibi davranıyor ve Türkiye’nin sınırlarını aşan ihtirasları var. Putin’i en ağır sözlerle eleştiren bir dışişleri bakanı için durumun bu olduğunu görmek zor olmamalı...”
Şahin Alpay’ın yukarıdaki satırlarını okuyunca, Bildt’e doğru cevap iletmiş olduğumuz kanaatine vardım. Zira kendisine, İngilizce “Engage but do not appease” demiştim. Yani, “(Türkiye ile) Yakın ilişkide olun ama (iktidarın) sırtını sıvazlamayın.)