Bekir Coşkun

Suçsuzluk suçu...

15 Mart 2007
BENCE suçu "suç" olmaktan çıkarmaya çalışıyorlar.<br><br>Nasıl ki cezaevinde suçluların arasına düşmüş ve suç işlememiş birisi yadırganır, kınanır, hatta suç işlemediği için kızılırsa, işte öyle... Bir suçlular koğuşuna dönüşen Türkiye’de suç işlememişlerin siyasette, bürokraside, hatta özel sektörde şansları azdır.

Bir tahmine göre AKP’nin yüksek oy almasının bir nedeni de, seçim öncesi muhalefetin, "Başbakan ormana kaçak ev yaptı" kampanyasıydı. Ki bunu duyan kentlerdeki gecekonducular, "Oh... Başbakan da bizden..." diyerek ona oy verdiler.

Nitekim Başbakan da şöyle demişti:

"Ben de sizdenim..."

İşte bu kadar.

*

Bir cezaevi koğuşudur burası.

Cezaevinin koğuşunda suç işlememişe sorar suçlular:

"Ne suç işledin kardeş?.."

"Hiç..."

"Öldürme, vurma, hırsızlık, dolandırıcılık, ırza geçme, kapkaç?.."

"Hiçbiri..."


Suçlular o zaman kızarlar:

"Ulan, araba teybi de mi çalmaz insan..."

*

Bence suçların önlenememesindeki en büyük zorluk, Türkiye’nin bir suçlular koğuşuna dönmüş olmasıdır.

Başbakan ve bakanları hakkındaki dosyalar "dokunulmazlıkları" nedeniyle işte orada duruyor.

Bir AKP Genel Başkan Yardımcısı, "suçların önlenmesi" ile ilgili konuşuyordu önceki gece televizyonda, ertesi sabah Milliyet’te, onun sahip olduğu şirkete "sahte bitki sağlık sertifikası düzenlemekten suç duyurusu" yapıldığı haberi vardı.

Baykal’ın açıkladığına göre de, örtülü ödeneğin başına getirilen kişi "sahte resmi belge düzenlemekten" iki yıla mahkûm bir kişi...

(Bunlar sadece son iki günün bilançosudur.)

*

Bence Türkiye’nin, içinden çıkamadığı suç bataklığında debelenmesinin nedenidir bu.

Buna "suçun tabana yayılması" da diyebiliriz.

Söyler misiniz; gücü olanların işledikleri suçların suç sayılmadığı bir ülkede, sokaklar nasıl temiz kalabilir?..

Bir büyük cezaevi koğuşuna benzer burası.

Suçsuzluk suçtur sanki.
Yazının Devamını Oku

Mahkeme kapısının önündeyiz...

14 Mart 2007
SUÇLULARIN azgın naraları ile masumların acı çığlıkları birbirine karışıyor.<br><br>Eşkıyaya terk edilmiş bir kasaba gibi Türkiye. Ulus olarak sığınabileceğimiz hukukun, o tek yüce mahkemenin kapısının önündeyiz.

(......)

"Hukuku geri istemek önce hukukçuların işidir" yazım üzerine Yargıtay Birinci Başkanvekili Osman Şirin aradı.

Öncelikle "İsyan" yazımın haklı olduğunu, hukukçuların asla tepkisiz kalmamaları gerektiğini söyledi.

Duyarlı yargıcın sesinde hüzün hissettim.

Bana "hukukun avuca alınmak istendiğini", ama hukukun kimsenin avucuna girmeyeceğini anlattı.

Suçluların iyice azıtıp, bir kadın hakimi bile mahkeme koridorunda dövmeleri karşısında (benim yazımda ileri sürdüğümün tersine) sessiz kalmadıklarını belirtip, o gün yaptıkları açıklamayı bana gönderdi.

Açıklama; hukukun nasıl olup da yok edildiğini anlatan çok önemli bir belge.

Yargının ulusal bütçeden aldığı payın yüzde birlerin bile üzerine çıkartılmayışından, yasaların baş döndürücü hızla değiştirilmesinin (özellikle ceza yasalarında) yarattığı çıkmazlara kadar...

Açıklamanın son bölümü şöyle:

"....Alışılmışın dışında bu serzeniş yöntemini seçişimizin, bu güne dek sergilenen alışılmış anlatım biçimleriyle sonuca varamamak, kendini anlatamamak, farklı, etkili ve yeterli yeni açılımlar yaratamamaktan doğduğunu, artık Yargı Erki’nin alışılanın dışına çıkmaktan başka çaresi kalmadığının iyi okunmasında zaruret bulunduğunu, altını çizerek Kamu’nun takdir ve değerlendirmesine sunuyoruz...."

*

Evet "alışılmış anlatımlar" sonuç vermiyor ve bizler sebep ne olursa olsun "hukuksuz" yaşayamayız.

Suçsuz-masum insanların; kentlerini, sokaklarını, hatta evlerini eşkıyaya terk ederek kaçacak hiçbir yerleri yok.

Hele hele kimi devlet adamları, kimi siyasetçiler, kimi bürokratlar, kimi yerel yöneticiler, kimi güvenlik görevlileri de eşkıyalaşmışsa...

Kime sığınabiliriz?..

"Hukuku geri alın" diye yüce kimliklerine, dürüstlüklerine ve şereflerine güvendiğimiz yargıçlarımızdan, savcılarımızdan başka kimimiz var?..

İşte bizler, mahkemenin kapısındayız irili-ufaklı.

Bir ulus çığlık çığlığa "hukuku" görmek istiyor.

Açın kapıyı...
Yazının Devamını Oku

Basan...

13 Mart 2007
BÖYLE diyorlar:<br><br>"Hasan almaz, basan alır..." Kim alırmış satışa çıkartılan milletin malını?..

Ahmet, Mehmet, Ali, Veli, Osman, Ömer, Mahmut, Nuri, Tayyar, Kamil, Hüseyin, Hasan alacak değil...

"Basan" alıyor.

Ben "Basan"ı televizyonda görüyorum:

"Beyefendi siz kimsiniz?.."

"Basan..."

*

"Basan
bey" ihalelerde parayı bastırıp, diyelim ki İstanbul’un göbeğinde tüm kentlilerin olan açık alanı aldı mı, bizim medyadan sevinç çığlıkları yükseliyor.

"Basan aldı..."

Peki Hasan?..

Hasan’ın durumu bildiğiniz gibi değil:

Eğer o İstanbul’a gelecek olsa, Başbakan’a göre bunun için "vize" alması gerekiyor. Bir de Hasan, İstanbul’a gelmeye kalktı mı, yine Başbakan’a göre ona sormalı:

"Paran var mı?.."

Eeee... Hasan’ın parası yok...

"Basan"ın parası var.

"Basan", parayı basıp Türkiye’nin en özenle saklanması gereken tüm ulusal varlıklarını, yeri, göğü, toprağı, suyu alabiliyor.

Ama Hasan’ın İstanbul’a gelmesi dahi sakıncalı.

*

Ne yapacaksınız?..

Devir "Basan"ın devridir.

Kapitalizmin babalarından Adam Smith’in "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" felsefesinin Türkiye versiyonudur bu:

"Hasan almaz, basan alır..."

Ki ben onunla karşılaştığımda, iki avucumu birbirine yapıştırıp, ellerimi de iki dizimin arasına sıkı sıkı yerleştirdikten sonra, boynumu hafif yatırarak ve kibarca sorarım:

"Kimsiniz?.."

"Basan..."

O zaman kulaklarımın ucu kıvrılır.

Türkiye kalkınıp büyük ülke olacaksa, hepimiz bilmeliyiz ki bu "Basan" sayesinde olacaktır.

Böyle bir şeydir "Basan".

Ne yapacaksın Hasan?..
Yazının Devamını Oku

Ve dünya isyan etti...

11 Mart 2007
KÜRESEL sorunların iki sorumlusu var:<br><br>- Prezervatif kullanmayan erkekler...<br><br>- Ve doğurgan kadınlar... Bir gün gelip de yerküre alarm verdiğinde, paniğe kapılanlar akıl almaz çözümler önermeye başladılar.

Hiçbirisi gerçekçi değil.

Dünyaya bir kez gelindiğinin bilincinde olan modern insanlara nasıl, "Araba kullanmayın", "Fazla yıkanmayın", "Buzdolabı, çamaşır makinesi almayın" denilebilir? Her insanın, dünyanın nimetlerinden sonuna kadar yararlanmak istemesi kadar doğal ne olabilir?

Bilim adamları, "Tıraş olurken musluğu devamlı açık tutmayın" gibi komik öneriler sunuyorlar.

Dünyanın alarm verişi tıraş suyundan mıdır?..

*

Küresel kirliliğin yüzde 94’ü insan elinden.

Ve insan; 350 gramın üzerinde bedensel ağırlığı olup da sayısı artan tek canlıdır.

Tüm canlıların sayısı azalıyor; turnalardan, maymunlardan, sincaplardan geyiklere, fillere, balinalara kadar...

Sadece insan sayısı artıyor.

İnsanoğlu aklı ve teknolojisi ile dünyayı hızla istila ediyor. Ormanları kesiyor, gölleri kurutuyor, yakıyor, yıkıyor, bozuyor, kirletiyor.

Dünya artık dar geliyor insanlara...

*

Ama özellikle nüfusun aşırı arttığı gelişmemiş ülkelerde bilim adamları, bunu dile "yeterince" getirmekten çekiniyorlar. Çünkü bu ülkelerde gerçek iktidarı elinde tutan dinler, nüfus planlamasına karşılar. Onlara öbür dinleri ezmek için asker gerekiyor.

Bilim adamları da "tıraş suyu" diyorlar.

Bugün mart ayının on biri, henüz damla yağmur yok...

Dünyanın yarısından çoğu suyunu çekti. Önümüzdeki 60 senede, yani evdeki çocuklarımızın ömrü içinde, 2.5 milyar insan su sorunundan ölecek.

Bu bir felaket.

*

Doğada; tarla fareleri, tavşanlar, geyikler, tilkiler, daha binlerce hayvan türü dahi, beslenme olanaklarına göre, içgüdüyle nüfus planlaması yaparken, ahmak insanoğlu insan buna yanaşmıyor.

Bence hálá gerçeği göremeyen insan, doğanın vereceği büyük cezaya hazır olmalı.

Felaket bu...

Dünya isyan ediyor...
Yazının Devamını Oku

Hayat kadını...

10 Mart 2007
BEN İstanbul’u, eskiden genç, güzel, alımlı olan bir "hayat kadınına" benzetirim.<br><br>Şimdi yine de çekici... Ama tenindeki kozmetik, koynuna giren áşıklarının bıraktıkları derin tükenişi silmeye yetmiyor.

Baldırında; kum, kömür, taş ocakları olan serseri hovardaların bıçak yerleri var.

Boğazının iki yanında, paralı müteahhitlerin teninde açtıkları derin diş izleri öyle duruyor.

O boğazındaki iki boncuklu gerdanlığı gösteriyor:

"Birisini NATO müteahhidi Süleyman Bey taktı... Şunu da ondan sonra koynuma giren borsacı Turgut Bey..."

Kimi zaman mutlu gözüküyor, Sarayburnu’ndaki gece álemlerini anlatıyor, gazelhanların kendisi için okudukları gazelleri anımsıyor. Şairlerin kendisi için yazdıkları şiirleri, bestecilerin uğruna yaptıkları unutulmaz bestelerini mırıldanıyor.

Ama uzun sürmüyor mutluluğu, bir anda hüzünlenip dalıyor:

"Eskiden neyim vardı biliyor musun?.."

"Neyin?.."

"Ahşap konaklarım, yalılarım... Bahçelerim, koruluklarım... Seni seviyorum deyip koynuma giren sattı-savdı hepsini..."


Artık kötü bir parfümü var.

Koylardan gelen keskin bir losyon...

Burnunda kocaman bir sivilce çıkmış "Gökkafes" diyorlar.

Sonra yine mutlanıyor, yeni zamparalarını sayıyor:

"Ofer, Dubaili Araplar, ecnebiler... Kimi zaman yerli-yabancı yatırım isteyenler birlikte geliyorlar, bilirsiniz grup şeyi yani..."

Muzip muzip gülüyor:

"Acarlar’ı ahlak zabıtası bastı, duymuşsunuzdur... Bir de imamlar gelmeye başladılar... Okuyup-üfleyip istediklerini yapıyorlar... Dikilmiş kule projesini eline alan yanaşıyor... Yeter ki açık bir yerimi bulsunlar, diken dikene..."

*

Ben o kadını otuz sene önce tanımış, herkes gibi sevmiş ve áşık olmuştum güzelliğine.

Benim gibiler sadece uzaktan bakıp onun hüzünlü şarkılarını söylediler.

Ama zengin zamparalar, şehvet salyalarını sile sile bütün güzelliğini aldılar elinden.

Teneke bigudileri, pudraları, kırmızı ruju, kalın fondöteni, akmış rimeli, kötü makyajı, sırasını bekleyen áşıklarıyla orada duruyor.

O İstanbul...
Yazının Devamını Oku

İsyan -2-

9 Mart 2007
KİMİ zaman dönüp eski yazılarıma bakarım ve "ahmak" olduğuma karar veririm. İşte geçen aydan bir yazı:

"Bir isyan bekliyorum..."

Hukukun tükendiğini, hukuksuzluğun devleti devlet olmaktan çıkarttığını, hukukçuların, hukuku geri almak üzere neredeyse "isyan etmeleri" gerektiğini yazmışım, boşu boşuna...

Hukukçular isyan etmediler.

Birkaç gün sonra Küçükçekmece’de bir suçlu, mahkeme koridorunda yakaladığı kadın hákimi dövdü, burnunu kırdı.

Kendi kendime "Suçlular isyan ettiler" dedim.

*

Hukuksuz ülke ise suç bataklığında hálá debelenip duruyor.

Hukuksuzluk bir kábus gibi.

Suçlular giderek sokaklara, kentlere hákim olmaya başladılar, masum insanlar korku ve dehşet içindeler.

Her gün gazeteler; yollarda-parklarda kadınlara tecavüz edenlerin, evlere girerek insanları bıçaklayıp soyanların, annesine-babasına yapılan saldırılarda dili tutulan çocukların haberleriyle dolu.

Yüzlerce büyük vurguncu, hırsız, yağmacı, akıl almaz biçimde "zamanaşımı" denilen bir gariplik nedeniyle aklanıp paklanıyor, aramıza karışıp suç işlemeye devam ediyorlar.

Hukuk olmadığı için taşı-toprağı çalınıyor Türkiye’nin.

Bu ülkede namuslu-dürüst olmak çoktandır adeta "aptallık" sayılmaya başlandı.

Her büyük suçun arkasından bir "hukuk skandalı" çıkıyor karşımıza, şaşkınız.

Suçlular hep kazanıyorlar.

Masumlar ise güvenebilecekleri tek güç hukuktan yoksun, kimsesiz ve yalnızlar.

Hukuk yok, yok...

*

İşte ben "aptalca" beklentiler içinde hukukçuların "isyan" etmesini bekledim demek ki...

Ama, tüm bunların ilk muhatabı "hukuk adamlarının" sesi-sedası asla çıkmadı, çıkmıyor.

Yargıçlar, savcılar, barolar sessizler.

Hukuksuzluğun artık bir rejim sorunu haline geldiğinin farkında değil hukuk adamları.

Bizler bekliyoruz.

Boşu boşuna...
Yazının Devamını Oku

Kadınlara yalanlar...

8 Mart 2007
KADINLAR, erkeklerin yalanlarına asla kanmazlar. İster "Askerde yüzbaşıya dedim ki..." diye başlayan uzak bir yalan olsun, ister "Elimi hiç bırakma..." gibi yakın bir yalan...

Kadınların kanmış gibi gözükmeleri, onların annelik güdülerindeki "Bırak, mutlu olsun" hoşgörüsündendir.

Aldatılan kadınların yalanlara inanmış gibi gözükmeleri ise kendi yüce -dürüst sevdalarına leke kondurmak istememeleri yüzündendir.

Yoksa...

Yoksa kadınlar yalanlara asla kanmazlar.

*

Ama günlerden bugün, kadınlara en büyük ve kolektif yalanın söylendiği gündür:

"Kadın Hakları Günü..."

Gazetelerde, köşelerde, televizyonlarda, siyasilerin dillerinde, aydınların ağızlarında, egemen ve güçlü erkeklerin söylemlerinde bugün bütün gün "kadın haklarını" dinleyeceksiniz.

Söyler misiniz:

Hem kadınları ikinci sınıf insan sayan ortaçağ zihniyetini iktidarda tutmak, hem "kadın özgürlüğü" lafları etmek, büyük bir yalan değilse ne?

Türk kadınına, tüm dünya kadınlarından bir adım önde haklar veren Mustafa Kemal’den nefret edenlerin eteğine yapışmak, ama "kadın hakları" diye tutturmak...

Nasıl bir ikiyüzlülüktür?..

Kendileri birer İtalyan gibi giyinip kadını Ortaçağ tesettürüne mahkûm edenlerin iktidarına bayılmak...

Ama "kadın haklarından" söz etmek...

*

İktidardakilerin kendi kadınlarına bakın; yemek masalarında dahi yerleri olmayan, erkeğin gözüne bakması, el sıkması sakıncalı sayılan... Birer yasaklı gibi, sessiz, sinmiş, sanki yok gibiler.

Ama göreceksiniz, o erkekler bugün sıkılmadan "kadın haklarından" söz edeceklerdir.

Ve aydınlar, yazarlar, medya, sermayenin erkekleri, toplumun babayiğitleri bu büyük yalanın bir ucundan tutacaklardır.

Bugün kadınlara yalan söyleme günüdür.

Hep birlikte, bir ağızdan...

Kolektif ve büyük bir yalan.

Kadın buna inanmaz.

Dönüp erkeklerin yüzüne "yalan söylemeye utanmıyor musunuz?" diye tükürmemesi ise onun asil ve yüce kimliğindendir.

O kadar...
Yazının Devamını Oku

Yanaka...

7 Mart 2007
BU "yalaka" anlamına gelmiyor. Bu; son günlerde medya-siyaset literatürümüze, Mehmet Barlas’ın Başbakan’ın yanağını okşamasıyla giren yeni bir sözcük:

Yanaka...

Güzel Türkçemizdeki bir büyük boşluğu doldurması açısından önemli ve yeni bir tanım.

Cümle içinde kullanacak olursak:

"Çok yanaka adam..."

Ya da; "Yani bu kadar da yanakalık olmaz" gibi...

*

Bu aynı zamanda Türkiye’nin mutlu geleceği ile doğrudan ilgili bir tanımdır.

Niçin?..

Çünkü yanakalıklar yüzünden bu memleketin başına gelmeyen kalmadığı gibi, gelecek de bize umut vermiyor.

İşte Kenan Evren...

Düşünün; darbe yaptı kimsenin sesi çıkmadı da, "eyalet sistemi" deyince yerden yere vurdular Paşa’yı.

O zamanında demokrasiye ara verdi.

Yaptığı anayasaya kendi cumhurbaşkanlığını monte etti ve "hayır" anlamına gelen mavi rengi yasakladı.

Aydınlardan ses çıkmadı.

Yurdu imam hatiplerle donattı... Atatürk’ün kurumlarını kaldırdı... Mustafa Kemal’in cumhuriyeti emanet ettiği gençlere siyaseti yasakladı, sonuçları ortada...

Ulucanlar’da sabahlara kadar sağdan-soldan gençler asıldı...

"Tık" yoktu...

Ama; belki resim fırçasını kaybettiğinden... Belki yaptığı kuş tavşana benzediğinden, canı sıkılıp da "Netekim eyalet sistemi..." dediği anda kıyamet koptu.

Bu niçin?..

Çünkü o zaman gücü vardı, aydınlar yanaka pozisyonundaydılar.

Bugün gücü yok, azarlıyorlar.

*

Kısacası yanakalık, ulusal yazgıda önemli sonuçları görülen bir şey. Yanak okşamak (yanakalık) orada öyle kalmıyor.

Aydınlar tarafından yanağı okşanan devlet adamları iyi şeyler yaptıklarına inanıyorlar ve kırıp-döküyorlar.

Mehmet Barlas’ın şanssızlığı ise yanaka yaparken objektife yakalanmış olmasıdır sadece.

Yoksa yanaka çok.
Yazının Devamını Oku