3 Nisan 2007
EMİNİM; Çankaya’da "ev taşıma" işi başlamıştır. Bavullar, paketler, kutular...
"Unutmayalım, terlikler büyük kutunun içinde" tembihleri... Kutuların üzerine keçe kalemle "Dikkat... Kırılacak eşya..." yazıları...
(Ki önce o kutular düşürülüp kırılacaktır.)
Arada bir hüzünlü sözler:
"Hatırladın mı bu çaydanlık altını? Çok kar yağdığı sene Ulus’tan almıştık..."
*
13 gün sonra yeni cumhurbaşkanı belirlenecek.
Ahmet Necdet Sezer, iki-üç hafta içinde artık Türkiye’nin Cumhurbaşkanı değil.
AKP’liler ve AKP’ye şirin gözükmek isteyen yalaka takımları, onu hiçbir zaman sevmediler.
Çünkü Sezer onlara göre değildi.
Onlar; kırmızı ışıkta duran, filesini alıp pazara giden, oğlunun düğününde harcanan elektriğin parasını dahi ödeyen, yeni evine gidecek eşyayı kendi otomobiliyle taşıtan, divana yatıp ayakları havada gazetecilerle görüşmeyen....
Çocuklarına şirket-mirket kurdurtmayan...
Hukuktan ve laiklikten asla ödün vermeyen...
Zengin düğünlerinde, cumaları cami avlularında, kirli ihale kulislerinde gözükmeyen bu "adam"ı sevmediler, sevemediler.
Etekleri zil çalıyordur şimdi.
Kurtuluyorlar "adam gibi adam"dan.
*
Taşınma hazırlıkları tamam.
Teli tamir edilmiş şemsiye, yeni evdeki kapının arkasına asılmak üzere yolcu...
İçinde çengelli iğnelerin ve gömlek-pijama düğmelerinin olduğu eski kavanoz büyük kutuda...
İlaç çantası en son gideceklerden...
(.......)
Ama en çok "devlet adamlığı" Çankaya’yı terk ediyor.
İlkeler, kurallar taşınıyorlar.
Prensipler paketlendi.
Hukukun üstünlüğü, laikliğin vazgeçilmezliği, cumhuriyetin ödünsüzlüğü, devrim yasalarının dokunulmazlığı, çıkıyorlar yola...
60 yıldır hasret kaldığımız ve "adam gibi adam" ile Çankaya’ya gelen ne varsa yolcudur.
Taşınma hazırlıkları tamam...
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2007
GÖRÜYORSUNUZ; Acar villalarını bir türlü yıkamıyorlar. Uyum villalarını yıkmak tam 27 yıl sürdü. Çünkü kimse ormandan-ağaçtan yana değil.
Ormanı yok etmeyi kaşla-göz arasında beceren bürokratlar olsun, belediyeciler olsun, devlet görevlileri olsun, sıra ormanı korumaya gelince ayak sürüyorlar.
Çünkü ağacın dili yok.
Dilekçe yazamaz.
Oy kullanamaz.
Rüşvet veremez.
*
Onun yaşamasını sürdürmesine izin vermek, savunmak, korumak ancak "iyi insanlara" kalır.
Ki bu zor bir olasılıktır.
İşte; gazetelerde birçok köşe yazarı, kaçak villaların "yıkılmaması" için yazı yazmaya başladılar.
O Boğaz’ı gören orman kesilirken ve dünyanın en güzel manzarası yok edilirken "yapmayın-etmeyin" diyen bir köşe yazarı oldu mu?
Ne gezer?..
*
Ormanın ağacını savunmak "iyi insanlara" kalır ama bu ülkenin insanları çoğunlukla bunu yapamazlar.
Çünkü:
Onlar aslında ormanın ağaçları ile aynı kaderi paylaşırlar.
Çoğunluk, tıpkı ağaçlar gibi dilsiz-sessizdir... Zenginlerin ve güçlülerin çıkarı varsa, onların yaşamları da aynı eller tarafından baltalanmıştır.
Bir de bakarsınız ki; banka önlerinde mi olur, hastane koridorunda mı, mahkeme kapısında mı, cami avlusunda mı, bir fırının önünde mi?.. Yaşamına vurulmuş baltaların acısını çekiyor insan...
Tıpkı ormanın ağacı gibi...
Ormanın ağaçları ile toplumun bireylerinin paylaştıkları ortak kader çizgisidir bu.
*
Bu böyle gider.
Ağaçların dili-sesi olmayacağına göre ve onlara sahip çıkması gereken bu toplumun bireyleri ağaç kaldıkça...
Güçlü vurguncular, baltalarıyla hem ormanın ağacına, hem ağaçlaşmış insanlara yanaşacaklardır.
Bir ona, bir ona...
O ormanların ağaçları ile bu vatanın insanlarının ortak yazgısıdır bu, değişmedi, değişmiyor...
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2007
BİRİSİ "Suçlu kalk" dese, ayağa fırlarım...<br><br>Bir yerde birisi "Bunlar suçlu..." diyecek olsa, gözlerimi yere diker, boynumu bükerim... Bir yerde birileri "Bu suçu kim işledi?.." dese, ellerimi dizlerimin arasında sıkıştırıp yanımdakilerin kulağına "Ben yapmadım..." diye fısıldarım.
Niçin?..
Niçin bana hep ben suçluymuşum gibi geliyor.
*
Önceki gece TGRT’de Emin Çölaşan ile Melih Gökçek’in tartışmalarını izlerken, içimdeki bu sorunun yanıtını buldum:
Çünkü biz suçluyuz...
İşte; halkın trilyonlarını harcayan, hakkında birçok iddia ortaya atılan bir belediye başkanı, şimdiye kadar onlarca büyük hırsızlığı-vurgunu-rezilliği ortaya çıkarmış bir gazeteciyi karşısına almış, sorguluyor...
Bir suçlu gibi...
Normalde gazeteciler, elinde kamu varlıklarını ve parasını tutan yöneticileri sorgulamazlar mı?
Bu tersine...
Ve bir kısım insanlar, belediye ihalelerini, denetim yapılamayan belediye şirketlerinin harcamalarını, akıl almaz para çarkını değil, o gazetecinin maaşından ve telif haklarından olan birikimini merak ediyorlar.
*
Dürüstlüğünden zerre kadar kuşku duymadığım Emin Çölaşan, gerekli yanıtları herkesin önünde verdi gerçi.
Ama, dünyanın başka bir uygar ülkesinde böyle gazetecileri baş tacı yaparlar, aydınlar onu el üzerinde tutarlar, başbakanlar onları uçaklarına almak için çaba harcarlar, kendi kurumları o gazetecilerden gurur duyarlar.
Memleketimde öyle değil...
Yine olmadık suçlamalar, yine iftiralar, yine belden aşağı vuruşlar, yine kimsenin aklına gelmeyen karalamalar altında çaresiz yoluna devam etmek ister gazeteci.
Arkasında sadece okurlarının duası...
*
Çünkü; gazetecinin bu kirli düzene uymama suçu vardır boynunda.
Bu kokuşmuşluk içinde yerini alamamak suçundan, ne yaparsa yapsın, nasıl çırpınırsa çırpınsın, kurtulamaz.
Suçlanır...
Asıl hesap vermesi gerekenlerin karşısında, bakarsınız hesap vermek zorunda kalır.
Bu dönemin yüz karasıdır bu...
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2007
BEN her zaman, her yerde söylerim; Başbakan Tayyip Erdoğan bir büyük devlet adamıdır. Böyle büyük Türk büyükleri vardır.
İşte;
İki işaret parmağını havaya dikti, teki bozulmuş araba cam sileceği gibi, birisini sabit tutup öbürünü sağa-sola salladı ve şöyle dedi:
"Biz laik bir devletiz ifadesi yanlıştır, eksiktir... Biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz..."
*
Hiçbiri doğru değil.
Türkiye ne demokratik, ne laik, ne sosyal, ne de hukuk devletidir.
Demokratik değildir, çünkü:
Söyler misiniz; yüzde 30 küsur oy alana parlamentonun yüzde 60 küsurunu veren... Ve yüzde 30’a iktidarın yüzde 100’ünü teslim eden demokratik (!) ülke yeryüzünde başka var mı?
Laik değildir, çünkü:
İslam’ın sadece bir mezhebini tanıyan Diyanet İşleri Başkanlığı’na, ulusal bütçede tam on bir bakanlıktan daha çok para ayıran, başkentinin amblemi minare ve kubbe olan, iktidarı dincilere teslim etmiş bir ülke "laik" olabilir mi?
Sosyal devlet değildir, çünkü:
Verginin yüzde seksenini ödeyen kesimin, ulusal gelirden sadece yüzde yirmi pay aldığı... Zenginliği sadece 350 ailenin paylaştığı... 14 milyon ailenin yoksulluk sınırının altında yaşadığı ülke "sosyal devlet" sayılabilir mi?
Hukuk devleti de değildir, çünkü:
Elli yıldır ülkeyi soyan bir tek siyasetçinin hesap vermediği... Şu andaki Başbakan ve bakanların dosyalarının da "dokunulmazlık" raflarına kaldırıldığı... Suçluların değil, sadece güçsüz ve zavallı insanların mahkeme kapılarında süründürüldüğü... Hukuka-yargıya güvenen tek vatandaşın kalmadığı memleket nasıl "hukuk devleti" olur?..
*
Böyle bir devlettir burası...
Eğer Türkiye gerçekten "demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti" olsaydı, Tayyip Erdoğan asla orada oturan Başbakan olamayacaktı.
Ama o Başbakan...
Ve bizler şimdi onu Cumhurbaşkanı yapmayı düşünüyoruz.
Zaten o da "demokratik, laik, sosyal hukuk devleti" varmış gibi yaparak buna uygun olduğunu gösteriyor.
Haydi Türkiye...
Böyle köye, böyle imam...
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2007
BİZİM başımız bizimle derttedir.<br><br>Bizler "Bu kentler niçin yaşanmaz hale geldi?" diye sorduğumuzda, karşımıza; seçtiğimiz belediyeciler, mimarlarımız, mühendislerimiz, işadamlarımız, esnafımız, halkımız, yani biz çıkarız. Boyalı akan ırmağa baktığımızda, kurutulan göle gittiğimizde, yanan ormana koştuğumuzda, karşımızda bizi buluruz.
Yakındığımız televizyon dizilerini izleyerek besleyen, gerçek yapımcıyız biz.
Ya da futbolda; şikeleri biz bize yapar, biz bize mafyalaşır, sonra biz bizi satırla kovalarız.
Hırsızımız biziz:
Altmış yıldır Türkiye’yi soyanlara, yağmalayanlara iyi bakın; bizi göreceksiniz.
Şu günlerde aydınlığa-çağdaşlığa doğru giden o aydınlık yolu bırakıp, ortaçağ karanlığını tercih eden kim?..
Biz...
*
Bizim başımız bizimle derttedir.
Popstar yarışmacılarından birisinin amcasının oğlunu öldürdüğü ortaya çıkınca, Deniz Seki’nin "Bir katilin el üstünde tutulmasına dayanamam" diye tepki gösterdiğini, ancak halktan o yarışmacıya oy yağdığını gazeteler hepimize hatırlatıyorlardı dün.
Çünkü:
O yarışmacı önceki gece; polisle çatışmaya girmekten, polis arabasına kurşun sıkmaktan gözaltına alınmıştı...
Yani eşkıyamız biziz.
Çetecileri "kahraman" sayan da, eli kanlı suçluları "efsane" yapan da bizdik.
Biziz, bizim o kirimiz, o pasımız...
*
Biz; hangi çirkefin, hangi soygunun, hangi hırsızlığın, hangi ahlaksızlığın, hangi eşkıyalığın üzerine gidersek...
Karşımıza biz çıkarız...
Bizim derdimiz bizimledir.
Bu yüzden biz bizi hiçbir zaman yenemediğimiz gibi, biz bizi hiçbir zaman durduramayız da...
Bizdir bizi yakan.
Ve bizim ahmaklıklarımıza, bizim akılsızlıklarımıza, bizim kirliliğimize, bizim ahlaksızlığımıza, bizim içinde debelendiğimiz bataklığa bizim canımız sıkılır.
Bizim başımız bizimle derttedir.
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2007
AB’nin "50’nci yaş günü" kutlamaları için, Tayyip Erdoğan’ı çağırmadılar.<br><br>Ben o gün Kızılay Meydanı’nda "AB’ye girişimizi" nasıl kutladığımızı hatırlıyorum. Havai fişekler, davullar, bayraklar altında televizyonların canlı yayın spikerleri, Brüksel uçağından inen Tayyip Erdoğan’ı "AB Fatihi... AB’ye adım atan büyük devlet adamı" diye sunuyorlardı bize.
Bizlerin "AB’nin neresine girdik?" sorusu ise, o coşku ve bayram havası içinde sadece birer cılız sesti.
Sonunda sustuk.
*
Ancak uzun süre gerçeğin üzerini yalan-dolanla örtüp "AB’ye girmişiz gibi" yapamazdık.
İşte gerçek:
İlişkiler zayıfladı, çabalar yavaşladı, görüşmeler tıkandı, umutlar azaldıkça azaldı.
AB’nin yaş gününde Türkiye’yi çağırmamaları ise en belirgin diplomatik tavırdır.
Türkiye orada yok...
*
Bu Tayyip Erdoğan’ın kabahati değil.
Sizler laiklik ilkesini bile içine sindiremeyen, ılımlı İslam’ı yönetim biçimi olarak gören, Atatürk devrimlerini tekmeleyen, kendi ailesinde dahi ortaçağı yaşayan bir tutucudan bizi AB’ye sokmasını beklediniz.
İşadamları, TÜSİAD, sermaye kesimi, sırf kendi çıkarları için bu gerçeği görmezlikten geldiler.
Medya, belki de tarihinin en büyük hatası içindedir, okurlarını ve izleyicilerini kandırdı.
Akademisyenler ve bürokratlar yalakalıklarından gerçeği dile getirmeyip sustular.
O günlerde televizyonlara çıkıp, koca çeneleri ile iki saat "AB’ye nasıl girdik" diye tartışan "yanakaları" saymıyorum bile.
*
Ve bu kesimler hálá kendi çıkarları için gerçeği örtmeye ve görmemeye çalışıyorlar.
Hálá Tayyip Erdoğan ve partisini "istikrar" sayıyorlar... Hálá yeryüzünün bu en güzel ülkesine ne kadar kötülük ettiklerinin farkında değiller.
Hálá Türkiye’nin değil bir AB ülkesine, giderek bir Arap ülkesine dönüştüğünü görmezlikten geliyorlar.
Gericilerle ileri gidilmez, gidilemez.
Nasıl anlatmalı nasıl?..
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2007
BİR kitap medyanın ilgisini çekti:<br><br>"P". Niçin?..
Çünkü yazarının penisinin boyu 32.5 santim mi ne diyorlar... Bu nedenle kitap, gazetelerin birinci sayfalarında yer alabildi, röportajlara, haberlere, tartışmalara konu olabildi.
Normalde yazarların kalemlerinin büyüklüğü önemli değil midir?..
Bunun penisi büyük!..
Ya da bir yazarın kaleminin gücü, etkisi, sivriliği...
Penis ile pencil nasıl oldu da birbirine karıştı doğrusu henüz anlamış değilim.
(.....)
Bu durumda yayınevine, ya da bizim medyanın huzuruna giden bir yazar, kitabını sunduğunda editör sormaz mı adama:
"Tamam da penisinizin boyu ne kadar?.."
O utanır:
"12.5..."
Editör:
"Olmadı işte... 12.5 boyla biz bu kitabı satamayız... Yani bununla yazılsa yazılsa yemek kitabı yazılır..."
Yazar bir umutla atılır:
"Ama benim de kafam büyük..."
Editör:
"Ben ne yapayım kafanı... Yani büyük kafa olunca işe yarıyor mu, yaramıyor... Şimdi gidip ’bunun kafası büyük’ diye birinci sayfaya koyarlar mı adamı?.. Ama penisiniz 32.5 cm oldu mu tamam işte... Hele hele bir de 40 küsur cm olsa..."
Yazar o zaman boynunu büker:
"Ben de başka kitap yazarım..."
"Adı ne?.."
"G..."
Editör sevinir:
"Hah... Gördün mü bak şimdi kafan çalıştı..."
*
Ne yapalım a dostlar?..
Memlekette bu kadar kitap basılır, yayınlanır, çoğu iyidir, önemlidir, okunması gerekir...
Ama medyada asla yer alamazlar.
Sadece "P" ilgi çekti.
Bu yozlaşan, çürüyen, giderek bataklığa dönüşen kültürün vardığı en uç nokta mıdır "P", yoksa dahası var mı?..
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2007
İNSANOĞLUNUN üstün zekásı, barbar ve merhametsiz kimliğini gizlemeyi becerdi. Bir günde yüz milyona yakın başka canlıyı yer insanlar.
Ama kesimhaneler, paketlemeler, marketler, vitrinler, ambalajlar sistemi içinde bunu öyle masum ve zarif hale getirmiştir ki, size insanoğlu barbar ve yamyam değilmiş gibi gözükür.
Bu tüketim işini doğrudan yapmaz.
Yapsaydı...
Bir de bakacaktınız ki, diyelim ki Meclis Başkanı bir tavuğu kovalıyor, yiyecek...
O sırada Tarım Bakanı ile Kültür Bakanı bir danayı yatırmışlar Akay Kavşağı’nda, sırtını yiyecekler.
Ama böyle olmaz.
Meclis Başkanı garsona kibarca "Bana tavuk sote" der, peçeteyi boynuna sokarken.
Öbürleri sodece "bonfile" isterler.
*
Ancak uygarlık, insanoğlunun barbarlığını ve yamyamlığını her zaman gizleyemez.
Habertürk’te izledim; Güneydoğu’da bir meydan. İle "Esnaf Kefalet Kooperatifleri bilmem ne başkanı" gelecek. Çevresinde insanların halka olduğu meydanın ortasında dört kişi, bir ineği kesmek için yatırmaya çalışıyor.
İnek korkmuş, gözleri yuvarlaklaşmış, yatmak istemiyor.
O dört kişiden ikisi ayaklarından çekerken, öbür ikisi omuz vererek ineği devirmek istiyorlar.
Birisinin dişlerinin arasında bir bıçak var.
Kamera meydandakileri gösteriyor, akıllarına kavurma gelmiş olmalı, salyaları akıyor.
O dört kişinin de salyaları akmakta.
İnek, arada bir insanlara bakıyor, belki de her zor durumda kaldığında yardım eden sahibi oralardadır...
Kamera bir anda meydanın bir kenarında oynamakta olan folklorcu kızları gösteriyor:
Hepsi oynuyorlar, ama dehşet içinde ağlaya ağlaya.
Ama dört adam, tıpkı yırtıcı hayvanlar gibi ineği yatırıp meydanın ortasında parçalıyor.
Davulcu ağzını şimdiden açmış.
Ağlayan sadece küçük folklorcu kızlar.
(.......)
Uygarlığın örtüsü, çoğu zaman insanoğlunun yamyamlığını, vahşetini, canavarlığını örtmeye yetmiyor.
Yazının Devamını Oku