Bekir Coşkun

Kuşlar ve burgulu kuleler...

24 Mart 2007
İSTANBUL’un açık bir alanı daha açık artırmaya çıkartılıp da Arap prensine satılınca medyadan sevinç çığlıkları yükseldi. Gazeteler, televizyonlar, radyolar, dergiler...

Sanki iyi bir şey oldu.

Peki siz İstanbul’un trafik sıkışıklığından yakınmayan bir tek gazete, televizyon, dergi, radyo duydunuz mu?

(.......)

"Sebep-sonuç" ilişkisini elbette en iyi insanlar kurarlar.

Elektrik fişine parmağımızı soktuğumuzda bizi elektriğin çarpacağını biliriz.

Sonra kuşlar gelir.

Asla çişlerini yuvalarına yapmazlar.

Yaptıkları zaman yuvada kendilerine yer kalmayacağını ve orada yaşayamayacaklarını bilirler.

*

İnsanoğlu kimi zaman kuş kadar olamaz.

Ben İstanbul’un yaşanmaz bir hal aldığını yazınca, o kuş köşesinden bana olmadık hakaretler sıraladı.

Demek ki o kirlilik içinde yaşamaktan mutlu.

Ve rahatsız olmuyor.

Nitekim tüm medya "Dubaili Arap prensten İstanbul’a burgulu kule" diye sevinçten havalara uçuyor.

Benim aklım almıyor.

Yeryüzünün en güzel kentine, dünyanın en ünlü siluetini taşıyan şehrine Dubai burgulu kulesini monte etmek nasıl olabilir?

Nasıl kıyılır İstanbul’a?..

Bunu kim yapar?..

Nasıl izin verilir?..

*

"Sebep-sonuç" ilişkisini en iyi kurmak insana özgüdür.

İstanbul bu kadar aracı taşıyamıyorsa ve trafik artık yürümüyorsa, insanlar işlerine gidemiyorlarsa, gece yarılarına kadar evlerine dönemiyorlarsa, bu bir sonuçtur.

Sebep ise; yerleşim yoğunluğu.

Hem kargaşanın ortasına yeni kuleler dikmek, hem trafik sorunundan yakınmak ne?

Akıl yokluğu...

İnsanoğlu "sebep-sonuç" ilintisini en iyi bildiği için girişteki portmantoya işemez.

Sonra kuşlar gelir.
Yazının Devamını Oku

Öbür çocuklara ağlamak düşer...

23 Mart 2007
ÇOCUKLAR işsizler.<br><br>Okul biteli çok oldu. Uğruna sabahlara kadar ders çalıştıkları ve sonunda gözyaşları içinde aldıkları diplomalar, sanki birer "hüzün belgesi" gibi çekmecelerde duruyor.

Zaman zaman karşılaşıyoruz.

Zoraki gülücükler var yüzlerinde.

Konuşmaya başlayınca gözleri doluyor.

"Ne iş olsa yaparız" diyorlar.

Ben onların "iş" soruları yüzünden akşam sofralarından erken kalktıklarını, son lokmalarını bir kuytuda yuttuklarını, girdikleri çıkmaz içinde çırpınıp gizli gizli ağladıklarını bilirim.

*

İşte tam bu sırada haberi geldi:

"Başbakan’ın oğlu gemi aldı..."

Kamyonet alacak değil.

2 milyon 350 bin dolara (bu açıklanan rakamdır), bir yaşıtı ile gemi alabilir Başbakan’ın oğlu.

Bizler de sorabiliriz:

"Nereden kazandı bu parayı Başbakan’ın oğlu?.."

Tanıdığımızdan bu yana devamlı devletten maaş alan, parası olmadığı için ormana gecekondu yapan babası vermişse...

Nereden?..

*

Ama bizler sormadan Başbakan sorabiliyor:

"İş takibi mi yapsalardı?.."

Hah işte, öbür çocuklar onu da yapamazlar.

Peki, başka iş yok mu?..

Ya armatör olacak, ya da iş takibi yapacak, öyle mi?..

Peki öbür çocukların değil gemi, kendi kazandıkları aylıklarıyla ayaklarına bir çift ayakkabı alma hakları var mı?..

Annelerine bir demet kır papatyası alıp "ilk kazancım anne..." deme hakları?..

Babalarına bir çift terlik... Ki kapının hemen arkasında sarılıp mutluluktan ağlaşsınlar baba-çocuk...

O annelerin, o babaların mutlu olma hakkı olamaz mı?..

Ama çocuklar işsiz.

Son yıllarda yabancı sermayenin gelip götürdüğü servet, daha çok büyüyen holdingler, toplumun sömürülmesine dayalı tüketim ekonomisi, zenginleşen yandaşlar...

Tüm bu bataklığın doğal sonucudur dostlar.

Öbür çocuklara ağlamak düşer.
Yazının Devamını Oku

Nevruz ya da Nevroz...

22 Mart 2007
BİR taraf "Nevruz", öbür taraf "Nevroz" diyor.<br><br>Fark "u" ile "o" kadar mı?.. Benim için fark etmez, ben pelteğim.

Devlet, aydınlar, medya, irili ufaklı bizler "Nevruz"u bayram yapmak, barış ve sevgiye dönüştürmek için çırpındık.

Genelkurmay afiş bastırdı, Başbakan yumurta tokuşturdu, uyuyan adam Atilla Koç dahi havadayken uyuma tehlikesini göze alıp ateşin üzerinden atladı.

Ama kimi Kürt göstericilere baktık dün; illa bir katili, bu ülkeyi kana bulamış, on binlerce yuvayı söndürmüş bir eli kanlı eşkıyayı başlarına taç yapmak istiyorlar.

Ellerinde onun fotoğrafları, dillerinde onun adı.

Apo’nun mesajlarını okudular meydanlarda.

Bu haksızlık.

*

Dünyanın en büyük Kürt kentidir İstanbul.

İstanbul’un, Ankara’nın en görkemli binalarının sahibidir Kürt kökenli işadamları.

Her zaman kabinelerin dörtte biri Kürt bakanlardan oluştu.

Bir tek gün olsun başaran ve yürüyen işadamlarına, akademisyenlere, devlet memurlarına, politikacılara, aydınlara, sanatçılara "Kürt müsün?" diye sorulmadı...

Üniversiteler, siyaset, devlet kadroları, ekranlar onlarla doludur.

Daha ne istersiniz?

*

Bu haksızlık...


Bence istediği kendi kimliği değil, Apo denilen katili başına taç yapmak istiyor.

İstediği kültürü de değil... İstediği bölünmek, parçalanmak, kavga ve kan...

Derdi; bölgenin geri kalmışlığı ya da derdi ekonomik zorluklar da değil... Çünkü asırlardır bölgeyi sömüren ağalık, tarikat, şıhlık düzenine kızmıyor... Ona bölgenin tek demokrasisini sunmuş Atatürk’e ve onun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne kızıyor.

*

Aynı zamanda akılsız...


Diyelim ki daha dün; Avrupa’nın elli ırkını bir araya getiren AB’nin ellinci yılının nasıl olup da kutlandığını... Ama aynı gün; Irak’ta mezheplerin birbirlerinin boğazlarını niye kestiklerini göremiyor...

Hálá bölünme, kin, nefret, savaş ve kan istiyor...

Hálá Apo’yu başına taç yapıyor.

Ve ahmak...
Yazının Devamını Oku

Huzurlu bir memleket...

21 Mart 2007
SABAH sabah evde Başbakan’ın "grup konuşmasını" dinledim, bütün haber kanalları bu konuşmaları her zaman naklen-canlı veriyorlar. Ben hiç kaçırmam.

"Başladı-başlıyor" derken, başladı.

AKP’liler daha Başbakan ağzını açmadan onu uzun uzun ayakta "Yani ne kadar da güzel konuşacak" diyerek alkışladılar.

Zaten çok güzel konuştu.

İnsan dinleyince "Doğrusu huzur, güven, mutluluk dolu bir memleket" diyor.

Sık sık patlayan alkışlar altında genelde şöyle der büyük devlet adamı:

"Dört yılda nereden nereye geldik, bu da böyle biline..."

Ekonomi...

İşsizlik...

Yolsuzluk...

Dış itibar...

Yaşlılar, çocuklar, kadınlar...

Çanakkale şehitleri, manevi birlik ve beraberlik...

Tümü tamam...

Büyük devlet adamı konuştukça "Huzur ve güven işte bu..." diyor insan.

*

Ve huzur ile güven yüklü olarak gazeteye doğru kapıdan çıkarken, muhterem karım kapı aralığından tembihler:

"Kapkaççı çarpmasın diye, yine çantayı altına alıp üzerine oturma, içinde gözlüğün var...

".......!"

"Soranlara adını söyleme.
.. Öyle unutacağın ’Muhammed Hutbettin Kıblecioğlu’ gibi upuzun isimler de bulma kendine... Sonra yine soran olursa unutacaksın adını..."

".......!"

"Arabana birisi çarptı mı, bırakıp kaçacaksın biliyorsun..."

".......!"

"Yazını da dikkatli yaz.
.. Öyle her şeye karışma sen... İyi şeyler de oluyor de..."

".......!"

"Eve dönerken de biliyorsun kapıya üç defa vurup biraz bekleyip üç defa daha vuracaksın, sonra iki.
.. Yine ’hırsızlar kapıyı öğrenmesin’ diye pencereden girmeye kalkma..."

".......!"

*

İşte böyle güven ve huzur dolu memleketim.

Ben her sabah oturup Başbakan’ı dinlerim.
Yazının Devamını Oku

Koltuklar...

20 Mart 2007
YİNE "koltuk muharebelerinden" birisinin tam ortasındayız. Üç koltuk kapışması söz konusu:

- Çankaya koltuğu.

- Başbakanlık koltuğu.

- TBMM Başkanlığı koltuğu.

Laik cumhuriyet yanlıları, Atatürk’ün koltuğuna Tayyip Erdoğan’ı oturtmak istemezken, Tayyip Erdoğan, yerine Başbakanlıktaki koltuğa oturacak AKP’lileri vuruşturmakta.

İşte tam bu sırada TMMM Başkanı Arınç’ın 23 Nisan’da riyaset koltuğuna, 23 Nisan çocuğu olarak kimi oturtacağı medyada yer aldı:

21 yaşında bir imam hatipliyi...

Biliyorsunuz geçen sene de askerlik yaşında bir imam hatipliyi oturtmuştu "çocuk" niyetine.

*

Buna şükretmelisiniz.

Çünkü, sarık ve cüppesiyle Nakşibendi şeyhini de "çocuk" diye oturtabilirdi oraya.

Sizler, "Bu nasıl çocuk, gööö...beğinin kılı ağarmış" deseniz de demeseniz de...

Bu koltuk vuruşmasıdır aslında.

Nitekim 21 yaşındaki çocuk da, "Ben çocuk değilim, eşek kadar adamım" demiyor, tıpkı onu "çocuk" diye TBMM’ye götüren Milli Eğitim camiası gibi.

Koltuk muharebelerinde taraf çok.

*

Düşünün:

Çocuk Bayramı ve TBMM Başkanı, koltuğuna 21 yaşında kazık kadar bir imam hatipliyi oturtuyorsa...

Ne demek bu?..

Laiklik ilkesini savunanlara okkalı bir yanıt...

Ya da; kafalarındaki ve hedeflerindeki "imamlar devleti" arzusunun görsel ifadesi...

Toparlarsak; ulusal egemenliği temsil eden en anlamlı koltuğa, 21 yaşında bir imam hatipliyi oturtarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm koltuklarına kimlerin oturması gerektiğinin ve kafalarındaki asıl niyetin en açık seçik ifadesi...

*

Böyledir bu memleketin yüce koltukları.

Hiçbir zaman layıkını bulamamış, hiçbir zaman doldurulmamış, hiçbir zaman üzerinde ülkesini-halkını sevenlerin ağırlığını hissetmemiş, hiçbir zaman art niyetlerin ve ihanetlerin acı ağırlığından kurtulamamış koltuklar...

Ve hiçbir zaman Türkiye’nin olmamış...
Yazının Devamını Oku

Bir dostun gidişi...

18 Mart 2007
DEVLETİN lojmanlarında kedi-köpek besleyen binlerce aileye, yıllardır "ya onu at, ya çık" denildi. Memurların parası azdır, çoğu lojmandan çıkmak yerine ağlaya ağlaya evin çocuğu gibi gördükleri hayvanlarını sokaklara attılar. Çünkü yönetmelikler, lojmanlarda kedi-köpek beslenmesini yasaklıyordu.

Ama artık yasak değil.

Aşağıdaki hazin öykü, bu yasağa kaldıran adamın öyküsüdür.

*

Deniz Sayın
’ın bir gün bir köpeği oldu, adı Postal.

Postal sokak köpeğiydi ve annesini öldürdüklerinde o avuç kadardı, Deniz çöplükte onu bir karton kutuyu yerken bulmuştu.

Bir süre sonra Postal, lojmandaki dairenin bebeğiydi artık. Minderi ve su tası oradaydı.

Akşamları kapının arkasına sinip Deniz’in yolunu bekliyor, o gelince deliye dönüyordu.

Ama kötü insanlar hiçbir zaman geç kalmazlar. Lojmanın kapısını çalıp Postal’ı oradan atmasını istediler.

Zor günler başlamıştı.

Evde bu konu konuşulduğunda Postal sanki anlıyor ve her zaman bir koltuğun arkasına saklanıyordu.

*

Deniz Sayın, "Devlet bir yandan hayvanları koruma yasası çıkartırken, bir yandan kendi lojmanlarından nasıl onları sokağa atar"
diyerek Danıştay’a dava açtı.

Bir hukuk mücadelesine girişmişti Deniz Sayın, bir yandan da Postal’ı alıp gideceği kirası ucuz bir evin peşine...

Geçen hafta başı Danıştay’dan hiç ummadığı bir haber aldı:

Yüce mahkemenin merhametli ve yürekli yargıçları, "Lojmanlarda kedi-köpek beslenmesine ilişkin yönetmeliği" durdurmuşlardı.

O sevinçle evden fırladı Deniz Sayın.

Ama kim bilir hangi duygular içinde yolu geçerken bir aracın altında kalıp can verdi.

*

Postal,
o gün ve sonraki günler kapının arkasında onu bekledi.

Hálá bekliyor...

O iyi insan ise; hem biz hayvan dostlarına, hem lojmanlardaki kedilere-köpeklere, hem onları çok seven ve onlar her sokağa atıldığında ağlayan çocuklara çok büyük bir armağan bırakarak bu Mart ayının 14’ünde çekip gitti.

Onu asla unutmayacağız.

Postal’ın yiğit dostu Deniz’i...
Yazının Devamını Oku

Urfa küncüsü...

17 Mart 2007
BİZLER, o dar taş sokakta oynayan çocuklar, bir avuç küncü (susam) gibiydik. Yazgının eli, bizi bir boz tarlaya savurdu.

Kimimiz yeşermeden yem olduk kuşlara.

Kimimiz çok şanssızdık, topraksız kayalıklara düştük, filizlenip kök salmadan yandık.

Kimimizi öldürdü güneşsizlik.

Kimimiz uzaklara sürüklendik yel aldı, daha geçen gün gazetede vardı:

"Alaska’da bir Urfalı..."

Kimimiz postallar altında ezilip hayallerimizden ve sevdalarımızdan çok çok erken ayrıldık.

Bizim kuşağımız da tıpkı öbür kuşaklar gibi, bir avuç küncüydü, bir boz tarlaya savrulduk.

*

Benim şansım vardı.

Bir yağmur tanesine denk geldim.

Gövdesiz, gölgesiz, cılız, sadece bir mevsimlik bir küncü otu gibi olsam da, Urfa küncüsüyüm ben.

O toprak, o hava, o tarla...

Ama en çok da şimdi dar taş sokaklarda oynayan o minik küncü taneleri benimdir.

Elbette yarım asır öncenin dahi Urfa’sını yerinde bulamadığımda... Bir büyük medeniyetin yerini ortaçağ görüntülerinin aldığını gördüğümde... Su geldikçe kültürün kuruduğunun, ışık geldikçe yaşamın karardığının farkına vardığımda...

Söylenirim, canım sıkılır.

Yobazlar kızsa da, kızmasa da...

*

Alınan Urfalılar benim geceleri başımı yastığıma koyduğumda, Sumeydanı’ndaki o dar taş sokakta, kızların tıkır tıkır takunya sesleri arasında, telden arabamı hálá sürdüğümü nereden bilecekler.

Kimi zaman yaklaşan bir çıngırak sesi gelir, tel arabamı kapıp kaçarım çöpçü katırının önünden.

Kimi zaman saklanırım, korktuğum Deli Emine’den.

Kimi zaman köşedeki fırıncının densiz çırağıyla kavga ederim, ben peltek, o şaşı.

Kimi zaman dondurmacının, kimi zaman pamuklu helva satıcısının sesini duyarım.

Kimi zaman bir de bakarım ki özlemişim taşını-toprağını, ıslanır gözüm.

Ne yapabilirim?

Ben Urfa küncüsüyüm.
Yazının Devamını Oku

Mayın tarlasında yürümek...

16 Mart 2007
BUGÜN itibarıyla tam bir ay kaldı, kimin cumhurbaşkanlığı için adaylığını koyup koymayacağına.<br><br>AKP’liler "Tayyip Bey koyarsa, başka kimse koyamaz" diyorlar. Ama kendini psikolojik olarak hazırlamış, biyolojik olarak kırıtmaya başlamış, stratejik olarak aport konumunu almış çok kişi var.

Kulislerde konuşuyorlar:

"Beyefendi koyacak mısınız?..."

"Valla koymanın bir usulü var.
.. Koy derlerse koyarız ama koy demeleri lazım... Kimse koy demeden koyarsan olmaz... Sayın Genel Başkan koyacaksa, bir biz koyduk mu yanlış olur..."

"İkili koyma yani..."

"Evet, bizim parti disiplinimiz gereği önce koyma hakkı Genel Başkan’ın.
.. Koydu koydu, koymadı koyacağı o söyler... Koy der koyarız, koyma der koymayız..."

Böyle gidiyor şimdilik.

*

Hem CHP, hem AKP karşıtları, hem cumhuriyeti koruma ve kollama görevini hissedenler ise büyük bir hata içindeler:

Tayyip Erdoğan’ın adaylığına kilitlediler sorunu.

Sanki Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmazsa, laik cumhuriyet kurtulacakmış gibi.

Oysa Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması Türkiye’nin içine düştüğü tuzağı en net ve açık gösteren fotoğraf olacaktır. Bir gölgesini oraya oturtması ise müthiş bir kamuflaj...

Diyelim ki son anda yerine bir gölgesini yukarı gönderip "İstikrar için aşağıda kalarak fedakarlık ediyorum" derse...

Medyadan "Bravo" sesleri yükselirse...

Ve bu halk da hemen arkasından gelen seçimlerde "Aferin Erdoğan’a" deyip oyları basarsa yiğidine?..

Ne yaparsınız?..

*

Bence AKP’nin tek başına belirleyeceği aday kim olursa olsun, ülkesini seven herkes karşı çıkmalı.

Çünkü yürütme ve yasamanın AKP’de olduğu, yargının darmadağın edildiği istilada, son demokratik kale Çankaya da arkadaşların eline geçerse...

Yanmıştır gülüm keten helva...

Altı aya kalmaz, tek partinin egemen olduğu "Ilımlı İslam Devleti"dir buralar...

Mayın tarlasında yürüyor Türkiye bu günlerde.

Bastı basacak...

Patladı patlayacak...
Yazının Devamını Oku