Bekir Coşkun

Beklemek...

21 Nisan 2007
OLSUN...<br><br>Ben randevu yerimiz bu köşede sizi yine de beklerim. Endişeli bir sevdalı gibi.

Terk edilme korkusu içindeki sevgilinin "gelecek-gelmeyecek" evhamı içinde, burnumu arada bir civciv gibi uzatıp yollara bakarım.

Elimde kelimelerden bir buket, içinde harflerden çiçekler, evhamdan çizgi çizgi gözlerim.

Bıkmadan beklerim...

*

Dün meslek hayatımda bir ilki yaşadım. Arkadaşlarımıza göre ise Türk medyasında ilk bu:

Önce kimi tanıdıklar telefon açıp, "Vatan Gazetesi’ne geçmişsin, ilk yazını okuduk, hayırlı olsun" dediler.

Onlara öyle bir şey olmadığını özenle anlattım:

"Geçsem, geçtiğimden haberim olurdu. Bir defa geçtiysem burada olmamam lazımdı. Burda olduğuma göre demek ki geçmedim..."

Vatan Gazetesi’ni açıp baktım; evet benim yazım, üzerinde fotoğrafım, köşem olduğu gibi orada.

Meğer yürekli okurum M. Sururi Tomruk, geçenlerde yayınlanan "İstemem..." başlıklı yazımı "ilan" olarak Vatan Gazetesi’ne vermiş, olduğu gibi bir köşe yazısını...

Telefonla da bizim Leyla’ya, "O yazıyı daha çok insan okusun istedim, parasıyla ilan olarak verdim" diye not bırakmış.

Elbette gurur duydum.

Çünkü medyada böyle bir şeyin ilki-milki olmak bir yana, bir okurun yazarına sahip çıkmasının ne kadar önemli olduğunu, okur ile yazarların aslında birbirini tamamladıklarını, okurları yanlarında olmadığında yazarların bir hiç sayılacağını düşündüm.

Sonra...

Sonra; bir vefalı okurum, öbür gazetelerin okurlarına da ulaşsın diye (kim bilir ne kadar para vererek) yazımı ilan olarak yayınlatırken... Bizim medyaya kızan kimi okurlarımın bana attıkları "elveda" notlarını okudum bir bir.

*

Olsun...


Ben bu köşede beklerim.

Elimde özenle topladığım sözcüklerden buketim.

Terk edilmiş sevgililerin evhamı içinde, yüreğimde "ya gelmezse" korkusu...

Bu olanlara canım sıkılır.

Yüreğimde endişelerim, endişelerim...
Yazının Devamını Oku

’Hepimiz katiliz...’

20 Nisan 2007
BU bir zor yazıdır.<br><br>Malatya cinayeti ne ilk, ne son. O zaman arkası kesilmeyen cinayetlere bakarak birisinin sorması gerekir: "Yoksa katil biz miyiz?.."

(.....)

Okul günlerimizden aklımızda kalan bir tek Türk büyüğünün barış ve sevgi üzerine sözcüğü yok.

Ama çatal uçlu kılıçlar var.

Kelleden yapılan kaleler.

En ağır gürzü bilirim ben.

Tekrar bakın; Osmanlı’nın devlet düzeni, istikrarı ve sürekliliği neye bağlıydı; padişah kardeşlerinin saray mahzenlerinde ellerinin bağlanıp kafalarının kesilmesine...

Böbürlenerek anlatıldı bizlere ve bizler böbürlenerek tekrarladık birbirimize.

*

Tarih bir yana, doğduğumuzda "kan akıttıkları" gibi, ilk diploma alındığında da "bir kan akıtmak" kültürümüz var bizim.

Ehliyet alana "Kan akıt, hiç olmazsa bir horoz..." dediler mi, demediler mi?..

Her zaman arabaya Osman bindi, horoz canından oldu.

İyi ahlak demek olan inanca gelince; en büyük ibadet ise evin bahçesindeki kuzuyu yatırıp kesmekti. Bizler yıllardır, "Can almak dindarlığın şartı ise insan ile kuzu kesmenin arasında ince bir çizgi vardır" desek de demesek de...

*

Hepimiz biliyoruz ki Malatya’da üç kişinin domuz bağı ile bağlanıp boğazlarının kesilmesi ne ilk, ne son...

Çünkü bu toplumun çocukları kılıç boyları öğretilen okullarda, bahçesinde ibadet diye kuzuların kesildiği evlerde, devletin atisi için kardeş kellesinin kesilmesinin gururla anlatıldığı kahvehanelerde-meclislerde büyüdüler.

"Önce insan" olmayı öğreten olmadı.

Bu cinayetler ne ilk, ne de son.

"Hepimiz Ermeni’yiz" gibi "önce insan" olmanın yüceliğini haykıranlara dahi "dinsiz, vatan haini" damgasının vurdular.

Aptal ve ahmak beyni ile bu toplumsal öğretilerin gereğini yapan üç-beş çapulcuya kızmak bir yana... Artık "Hepimiz mi katiliz?" sorusunu sormadan ve yanıtlarını bulmadan bu cinayetler durmaz...

Durmayacak...
Yazının Devamını Oku

Değişken...

19 Nisan 2007
BENCE Tayyip Erdoğan yine biraz değişti. Bu seferki "değişim" ay itibarıyla alırsak, martın ortalarında başladı sayılır.

Bu değişim, cumhurbaşkanı olmaya endekslidir.

Ki biz buna kısaca "cumhurbaşkanlığı değişimi" diyebiliriz.

Başbakan’ın değişimleri, genelde bir yukarı koltuğa atlamalarının hemen öncesine denk gelir:

"Belediye başkanlığı değişimi", "parti başkanlığı değişimi", "Başbakanlık değişimi" gibi.

Bu:

"Cumhurbaşkanlığı değişimi."

Önceki günkü konuşmasına baktığınızda, bu "değişimi" açıkça görebilirsiniz:

"Ülkemiz, cumhuriyetimizin kurucusu aziz Mustafa Kemal Atatürk’ün buyurduğu muasır medeniyet seviyesine en yakın noktada bulunmaktadır....."

*

1994 Mayıs ayında "Atatürk’e saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok" dediği göz önüne alınırsa, bu "ülkemizin bulunduğu" noktayı değilse bile Tayyip Erdoğan’ın bulunduğu noktayı göstermesi bakımından az şey midir?

Pekiiii...

Daha geçtiğimiz 14 Nisan günü Anıtkabir’e gidenlere "Milyon falanmış... Bu milyon da çok basite indi ha..." diye kızması neyi gösteriyor?

Bu "değişimlerin" ne kadar değişik olduğunu.

*

"Değişim"
elbette insanın kafasıyla ilgilidir.

Ben bizim kuaförperver Gülay Hanım’ın saçları dışında bu kadar çok değişen kafa görmedim.

"Başbakan değişti" tartışmalarının birisi bitmeden öbürü başlıyor ve arkadaşlarımız koşup geliyorlar:

"Başbakan değişti..."

Her zaman ben "Sahiii?.." diye fırlarım.

"Değişti-değişmedi" tartışmaları tam hız keserken, bu sefer yeni haber gelir:

"Başbakan yine değişti..."

*

İşte; yeni cumhurbaşkanı belirlenirken, toplumu yönlendirmek için kullanılan yeni "değişim" oyunu bu:

Aldatıcı...

Yapmacık...

Sahte...
Yazının Devamını Oku

Şeytan çok üzgündü...

18 Nisan 2007
BAŞBAKAN’ın cumhurbaşkanlığı turları sürüyor.<br>br>Yedi kez garpten şarka doğru, yedi kez şarktan garba doğru tur attıktan sonra, Çankaya’ya tavaf vecibesi için üç adım öne... Sıra şeytan taşlamaya geldiğinde ise taşı sallıyor;

"Çırpındıkça batıyorlar, çırpındıkça batıyorlar... Daha da batacaklar... Beni sen seçecek değilsin, ben de seçecek değilim... Kim seçecek?.. Parlamento..."

Şeytanın
kafası, şeytan olalı ilk kez karışıyor.

Parlamento kim?..

Ayrıca nasıl oluyor ki; bundan beş yıl önce aldığı yüzde 34 oyla beş yıl başbakan olduktan sonra, şimdi o beş yıl önceki oyla artı yedi yıl cumhurbaşkanı olacak?

*

Muhtemelen şeytan "Buralar bana göre değil..." deyip tam tüyerken, TBMM Başkanı Bülent Arınç’tan şu müthiş "şeytan çatlatan" açıklama geliyor:

"Millet dindar cumhurbaşkanı istiyor..."

Ve şeytan oturup dizlerine vurarak ağlıyor.

Söyleniyor burnunu çeke çeke:

"Ben de kendimi şeytan zannederdim... Buralarda şeytanlık vazifesi yapmam mümkün değil... Nedir bu başıma gelenler?.."

"Dindar"
lık her işlerine yaradı bu arkadaşların.

Parti kurdular, oy topladılar, iktidara geldiler, hükümetler oluşturdular, Türkiye’nin altından girip üstünden çıktılar.

Tümü "dindarlık" sıfatı altında.

Ama bir gün dindarlığın "cumhurbaşkanı seçmeye de yarayacağını" duysaydık asla inanmazdık.

Çünkü bizler laik bir ülkemiz var sanıyorduk.

İşte o zaman haber geliyor:

"Şeytan kafasını taşlara vuruyor..."

*

Eğer bu ülkedeki yaşam standardı; Rus steplerindeki, Arap adalarındaki, bir zamanlar Osmanlı’nın vilayetleri Balkan ülkelerindeki, yirmi yıl önce böcek yiyerek beslenen Uzakdoğu memleketlerindeki yaşam standartlarının daha altındaysa bir nedeni vardır.

Açlığın, sefilliğin, hırsızlığın ve yağmacılığın bataklığında debeleniyorsa koca Türkiye, sebepsiz değil bu...

Bol şeytanlıkların ve o şeytanlıklara kananların ülkesi eğer bu haldeyse...

Bu sefilliğin bir sebebi vardır da ondan.

Ve burnunu çeke çeke gitti şeytan...
Yazının Devamını Oku

Sen gidersen...

17 Nisan 2007
SİZLER hiçbir zaman okuduğunuz gazetenin içinde neler olup-bittiğini tamı tamına bilemezsiniz. Okuduğunuz bir tek sütunluk haberi yazan muhabirin dahi ne kadar koşuşturduğunu, ne kadar ter döktüğünü, ne kadar duygu dalgalarıyla boğuştuğunu bilemezsiniz. 

Bir fotoğraf, bir yazı, bir röportaj...

Kimi zaman içeride kıyametler kopar.

Bilgisayarların tuşlarına damlayan gözyaşlarından tutun, yumruklanan masalara, ya da birbirine karışan sevinç çığlıklarına kadar.

Bizler ağzımızı-gözümüzü silip "kızılcık şerbeti" içmişçesine çıkarız sizlerin karşısına.

*

Dün genç bir okurumun, kimi haksız suçlamaların etkisinde kalıp ya da öylesine Hürriyet’e kızıp gönderdiği "hoşçakalın" mesajını okuyunca düşündüm:

İyi ama nereye?..

Bizi bırakıp nereye?..

Hürriyet’i savunmak istemem.

Uğruna sabahlara kadar yatağımda dahi kıvrandığım, sık sık "kovulma rüyaları" gördüğüm, her yazıdan önce "iyi yazı olacak" diye sevindiğim, her yazıdan sonra "kötü yazı oldu" diye üzüldüğüm, beni milyonlarca can dostum ile tanıştıran gazete hakkında konuşmak, herkesten önce benim hakkım değil midir?..

Tarihçiler tarihi yazarken Hürriyet’e bakacaklar.

Çünkü Hürriyet; rahat-umursamaz-hoşgörülü gözükse de kaşlarını çattığında, tarihe iz bırakacak demektir.

Misal; birkaç gün önceki mitingi anlatan, tarihe belge olacak en iyi fotoğraf, sürmanşette boydan boya Hürriyet’te yayınlandı.

Ve o mitingi en iyi anlatan başlık...

Ya da diyelim ki:

Türk medyasında bizim yazılarımızı sayfalarına koyabilecek (bir-iki radikal, az tirajlı gazete dışında) gazete var mı?

*

Sen gidersen...


Ben her sabah karanlığında, caddelerden, bulvarlardan, sokaklardan süzülüp işyerlerinin, mekánların, evlerin kapılarını tıkırdatarak... Yüreklerimizdeki acıları, endişeleri, sevinçleri kimlerle paylaşırım?..

Bildiğim tek buluşma adresi burası...

"Hoşçakal" notunda takılı kaldı gözüm.

İyi ama...

Bizi bırakıp nereye?..
Yazının Devamını Oku

Güzel günler göreceğiz çocuklar...

15 Nisan 2007
BİRBİRİMİZİ hiç görmemiştik, birbirimizin sesini hiç duymamıştık, birbirimizin yüzünü de bilmiyorduk. Dün bir meydanda karşılaştık.

Birbirimizin boynuna sarıldık.

Birbirimize "çocukları", "işleri", "evdekileri", "sağlığı", "yolculuğu" sorduk.

Bir şarkı dinledik beraber:

"Güzel günler göreceğiz çocuklar..."

Buğulandı gözlerimiz.

Beraber ağladık...

*

Gazeteciliğimin ilk yılları, siyasilerin meydanlarında koşuşturmakla geçti.

Ben meydanları bilirim.

Ama bu meydan, görmediğim bir meydandı.

Siz hiç dört katı kadar kalabalığın dışarıda kaldığı bir meydan gördünüz mü?

Ara sokaklardan ve uzaktaki caddelerden sadece marşların sesini dinleyip bayrak salladı onbinlerce insan.

Üstelik sağcı, solcu, muhafazakár, milliyetçi, o partiden, bu partiden insanlar.

500 bin mi, 1 milyon mu rakamları bir yana... Böylesine duygu yüklü, böylesine kenetlenmiş, böylesine içten, böylesine yürekten, böylesine kararlı bir meydan görmedim.

(Atatürk’ün çocuklarını küçümseyip "Bunlar kalabalık toplayamazlar" diyenlerin, televizyonlara bakarkenki yüzlerini çok görmek isterdim.)

Dün o meydanda, laik cumhuriyeti karşı devrimcilerin elinden geri almanın ilk adımı atıldı.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin, genel seçimlerin çok daha ötesinde bir mesajı vardı meydanın:

Bu millet; Atatürk devrimlerinin, gericilerin ayakları altında paspas yapılmasına izin vermeyecek.

Türkiye’yi ele geçirmiş ortaçağ özentileri farkında olsalar da, olmasalar da...

*


Dün ilk kez aydınlığın yüzü güldü.

Çocukları bekleyen o uygarlık-çağdaşlık yolumuza konulan karanlık kapıya baktım, ilk kez aralıktı.

O meydandan ayrılıp gazetedeki odama doğru yola koyulurken, dilimde o meydandan kalan şarkı vardı:

"Güzel günler göreceğiz çocuklar..."
Yazının Devamını Oku

Bir darbecinin günlüğü...

14 Nisan 2007
BENİM "darbe çığırtkanlığı" yaptığımı öne sürenler, Genelkurmay Başkanı’nın ne söyleyeceğini öğrenmek üzere herkesten önce koştular Genelkurmay’a... Ben gitmedim.

"Ses... Ses..." başlıklı yazımı birinci sayfasından gösterip "Darbe çığırtkanlığı" ilan eden ve "skandal yazı" başlığını koyan Yeni Şafak’ın ise birinci sayfasında kocaman vardı:

"Genelkurmay Başkanı dedi ki..."

Nitekim Yeni Şafak’ın yayını üzerine, iktidara yakın örgütler, hakkımda "Suç duyurusunda" bulundular; darbe kışkırtıcılığından.

Mahkemede "darbeci" olmadığımı nasıl anlatacağım bilemiyorum.

Dönüyorum Yeni Şafak’a:

"Paşa dedi ki..." konusunda yazılmış tam yedi makale okudum, beni "darbeci" ilan eden gazetede.

*

Pekiii...

Genelkurmay Başkanı’nın ne dediği anladı mı arkadaşlar?..

Hayır...

Hem benden çok kulak kabarttılar, hem ne dediğini anlamadılar.

Dedi ki Paşa:

"Cumhuriyetin temel değerlerine, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti idealine, devletin üniter yapısına bağlı, ama sözde değil özde bağlı bir cumhurbaşkanının seçileceğini umut ediyorum..."


Söyler misiniz; Cumhurbaşkanlığı için adı geçen ve bu tarife uymayan ilk kişi kimdir?..

Tayyip Erdoğan...

Ama herkesten önce Tayyip Erdoğan bu tarifi "Çok olumlu ve isabetli" buldu.

Tıpkı kendisine yaranmak için birçok yazarın-çizerin-yorumcunun, bu çok açık ve net tarifi, "Asker ne kadar da tarafsız" şeklinde yorumladıkları gibi.

Elinizi vicdanınıza koyunuz, size "tarafsız" gibi geldi mi?..

*

Bu yazdıklarım aslında "bir darbecinin günlüğü"dür.

Şimdi sabahları kalkıp boş odada "Ben darbeci değilim hákim bey..." diye başlayan savunma provalarımı yaparım.

Savunmamı unuttuğum yerde, üç adım sağa, üç adım sola zıplarım.

Her şeyi "sözde" olduğu için "özünü" yitirmiş bir toplumun yazarı olarak dizime vururum.

Yanarım...

Yanarım...
Yazının Devamını Oku

Bayraklarınızı alıp gelin...

13 Nisan 2007
DOĞRUSUNU isterseniz hüzünlü bir tablo:<br><br>Atatürk devrimlerini ayaklar altından kurtarmak için yarın meydanlara çıkacaklar sanki "suç" işliyorlar. Bir genç okurumun mesajı bilgisayarımın ekranında öyle duruyor:

"Patrondan gizli geleceğiz..."

O da bir şey mi?..

Bu ülkenin ünlü yazarları yarınki mitingden söz dahi etmiyorlar, edemiyorlar.

Birçok televizyon mitingi anmıyor bile.

Sanatçılar sustular.

Aydınların bir kısmı böyle bir mitinge karşı çıkıyor, kalanlar çoktan sindi.

Birçok demokratik kitle örgütü sessizleşti.

*

"Cumhuriyet Mitingi"ne katılmak korkulacak-çekinilecek bir şey olabilir mi?

"Patron" kızar mı dersiniz?

Tayyip Erdodoğan’ın "İş sirazesinden çıktı, bunlar kalabalık toplayamazlar" mesajını aldı da, Mustafa Kemal’in laik cumhuriyetine sahip çıkmak, ona sarılmak "suç" mu oldu?..

"Patron"un canı mı sıkılır?

Bu ülkenin tüm nimetlerini tepe tepe kullanmak, laf açılınca mangalda kül bırakmamak, ama sıra o ülkeyi ülke yapan değerlere sahip çıkmaya gelince tüymek...

Bu mudur vatan sevgisi?...

Yurtseverlik...

Böyle midir ağamın demokratlığı, cumhuriyetçiliği, Atatürkçülüğü, aydınlıkçılığı, yiğitliği, mertliği?...

*

Yarın (14 Nisan Cumartesi saat 11.00’de) Tandoğan Meydanı’nda toplanacak insanlar, Atatürk’e verdikleri "Emanetin cumhuriyete sahip çıkacağız" sözü için orada olacaklar.

Başları dik...

Alınları açık...

Bu kuşaklar bir bataklığın içinde çırpınsalar da, çocukların hatırı için...

Karanlığa karşı aydınlığı isteyenlerin mitingi olacak bu.

Laik cumhuriyetin yanında yer almayı ya da Atatürk’e sarılmayı "suç" değil "vatan sevdası" sayanlar orada olacaklar.

Yarın siz de gelin dostlar.

Küçük bayraklarınızı alıp gelin...
Yazının Devamını Oku