3 Kasım 2007
BAŞBAKAN Cumhurbaşkanı’nı aradı: "Abdullah Bey, bizim durduğumuz yeri biliyorsunuz?..."
"Makam başında..."
"Hayır, kararlılık noktasında duruyoruz..."
"Hakikaten öyledir..."
"Yani kararlılık noktasından hareket ederek vardığımız yer işte bu noktadır... Bu noktadan itibaren bize gidip Sayın Başkan Bush’tan izin alacağımızı kimse söyleyemez..."
"İftira..."
Başbakan:
"Şimdi izin başka, müsaade başka... Kararlılıkla adım atarım ben... Bunun için kimseden izin-mizin alma noktasında değiliz....Hah, müsaade derseniz o nokta başka..."
"Ediyor iki nokta..."
"Tabiii... Bakınız ordunun başkomutanı kim?..."
"Ben..."
"Eeee... Şimdi aynı zamanda başkomutan olarak siz deseniz ki ’Ordular ileri marş’, gitmezler mi?..."
Bir sessizlikten sonra Cumhurbaşkanı:
"Giderler..."
"Tabii ki..."
Cumhurbaşkanı heyecanlanarak ve sesini yükselterek:
"Biz netice itibarıyla sağa dön deriz, sola dön deriz, marş marş ileri deriz..."
"Hah, işte bu... Hani bir söz vardır; innaküm el tazyik mıtıl dünya, küm selametel minel fasfata... Yani diyor ki..."
"Doğrusu bu hakikattir..."
Başbakan:
"İşte bu... Şimdi izin başka, müsaade başka... Kuzey Irak’a yapılacak müdahale meselesinde Bayan Rays geldi, diyor ki üçlü yapalım... Bizim kararlılıkla koyacağımız nokta ortada..."
"Bu gibi görüşlere hayır demek lazım doğrusu..."
"Bunu söyleyeceğiz, kararlılıkla üçlü olmaz diyoruz... Biz de iktidar olarak gözlerimizi kapatıp yetkimizi elimize alıp tek başımıza yaparız..."
"Başkan Bush’a meseleyi götürerek tabii ki..."
Başbakan:
"O başka..."
"Stratejik ortaklık gereği bir nevi müsaade gerekiyor ki, yapılan budur..."
"Tabiii... Müsaade isteriz... Ama kimseden izin alacak değiliz..."
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2007
ŞİMDİ bir koşu ABD... Bakalım "Başkan Bush" ne der?
Öbürü de (Devlet Bahçeli) "Sen gitme, o gelsin" diyor.
"Başkan Bush" bakacak ki Tayyip Erdoğan uçaktan inmedi, durduğu yerde zıplayarak "Aman bu ne zor bir şey... Tayyip Bey gelmedi, bavulumu getirin..." diyecek.
Ve Atatürk Havalimanı’nda bir de bakacağız ki gurbetçilerin arasında Başkan Bush’un kafası... Birbirine yakın gözleri fırıl fırıl dönüyor ve nöbetçi polise, "O gelmeyince, ben geldim" diye derdini anlatıyor.
*
Söyler misiniz:
PKK’nın arkasında ABD’nin olduğunu, teröristlerin elinde ABD silahlarının bulunduğunu, terör yataklarını temizlememizi ABD’nin engellediğini söyleyen kim?
Tayyip Erdoğan...
"Bakalım Başkan Bush ne diyor?" diye diye ve çare aramak üzere ABD’ye koşan kim?
Yine o...
Büyük devlet adamlığı başka oluyor.
*
Yazgıya bakın; bana "Çek git" demişti, kendisi ülkesinin güvenliği için bir başka ülkeye sığınıyor.
Devlet Bahçeli de "Sen gitme, o gelsin" diyor.
Gelir mi, gelir.
Bakar uçaktan Tayyip Erdoğan inmedi... "Koşun, bavulum..." diyerek uçağa atladığı gibi burada ve girişteki polise anlatma:
"Baktım gelmedi....."
(.......)
Bir gece önce Hükümet Sözcüsü Çiçek’in, "Kuzey Irak’a ilişkin alınan kararları açıklayamam" demesine karşın, dün sabah Başbakan, "Alınan karar yok" dedi, duymadınız mı?
Demek "Alınmamış kararları açıklamamak" gibi bir iş yaptı Hükümet Sözcüsü, ki bu da devlet yönetiminde bir ilk.
*
Ne yapacaksınız, bunların devlet adamlığı bu kadar.
Ekonomiyi IMF’nin, yasal düzenlemeleri AB’nin, dış politikayı ABD’nin yürüttüğü bir süreçte, ilk kez IMF’siz, AB’siz, ABD’siz bir şey yapmaları gerekti.
Yapamıyorlar.
Ve Başbakan, ABD’ye koşuyor.
Bir büyük ulusun bağımsızlığının, onurunun, gururunun üzerine basa basa...
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2007
ARTIK uçuşan cümlelere güvenmediğim için, kelimeler anlamsızlaştığı için, ben de hecelerde arıyorum yanıtları. İşte; reception...
Latince’dir.
Biz onu "Resepsiyon" yapsak da, yazılışı "Reception"dur.
İlk iki hecesini alırsanız:
Recep...
Recep Tayyip Erdoğan döneminde, bu ayakta içki içilen yer, cumhuriyet rejiminin elden gidip-gitmediğinin ölçütü olmuştur.
Bu nedenle "Reception" sözcüğünü duyar duymaz, bendeniz çok dikkat ederim.
Diyelim ki şu içindeki "ti" hecesi...
Bir yandan Atatürk’ün resminin önündeki laiklik karşıtlığının simgesi türbanlara bakıyorum... Bir yandan erkeklerin içki içtikleri bir mecliste dolanan türbanlı hanımlara...
Hangisi "ti"ye alınıyor?..
Atatürk mü?..
Din mi?..
*
Ya da; o Atatürkçü-cumhuriyetçi ve çağdaşlıktan yana olan (!) kimi aydınların, laikliğin simgesi Çankaya’daki tesettürlü-türbanlı "reception"dan davetiye alınca uçarak gitmeleri...
İki büklüm eğilip bağlılıklarını bildirmeleri nasıl bir "ti"ye almaktır hepimizi?
Bir de "deception" vardır ki, bunu "Reception" ile karıştırmamalısınız.
Deception; aldatma, kandırmaca...
Ki konumuzla ilgisi yoktur.
*
Yine de biz Türklerin, üstün "duruma göre değişme" yeteneğini burada takdir etmemiz gerekir.
Bir anda nasıl değişti her şey.
Nasıl uyum sağladı herkes; karşı olduğu ve inanmadığı yerlere...
Bir yanda bakıyorsunuz; türbanlı-tesettürlü ama alkollü "reception"lar... Öte yanda Çankaya’daki türbanın-tesettürün önünde saygı ile eğilip bağlılıklarını bildiren Atatürkçüler...
Deception değil, reception bu...
Pop-star yarışmalarındaki gibi not vermeniz gerekirse; bu "Recep" ile başlayan, "ti"ler ile yol alan sıralamanın son hecesini kullanabilirsiniz dostlar:
"...on"
On numarayız, on...
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2007
BİR okurum not atarak sordu:<br><br>"Meydanlarda niye türbanlı yok..." Ben de baktım; yoklar...
Çünkü onlar meydanlardaki tepkili-coşkulu kalabalıktan hoşnut değiller, ondandır.
Televizyonlarda olsun, gazetelerde olsun, Fethullahçı-ikinci cumhuriyetçi koalisyon "Devlet öyle duygusal hareket edip de acele etmez" gibi safsatalarla üzerini örtmeye kalksalar da, türbanlılar gelmese de, meydanların dili vardır.
İnsanlar kırılan gururlarını haykırıyorlar.
Kişiliksiz-sinik-bağımlı dış politikalara canı sıkılıyordur elbette insanların.
Bu bu yüzden meydanlardaki kalabalıklar AKP ve yandaşlarını rahatsız ediyordur.
Ve meydanlarda onlar yoklar.
*
Terörün bu hale gelmesinin sorumlusudur iktidar.
Kimse 5-6 yıl öncesine kadar tükenip-bitmiş PKK’nın niye toparlanıp güçlendiğini sormuyor.
Kimse Başbakan’ın o bölgeye gidip "alt kimlik-üst kimlik" çağrıları yaptığını... Kimse terör örgütünü övmenin suç olmaktan çıkartıldığını hatırlamıyor.
Ele geçirilmiş PKK’lıların, "eve dönüş yasası" adı altında cezaevlerinden bu dönemde salındığını, şimdi askere silah sıkanların çoğunun içerden çıkanlar olduğunu da kimse sorgulamıyor.
Değil sınır ötesi takip, askerlerin kendi topraklarımızda dahi, bir ilin sınırından öbür ilin sınırına geçerken izin almaları şartını bu iktidarın getirdiğini de kimse ağzına almıyor.
Dahası:
Laik cumhuriyete sahip çıkan askerleri köşeye sindirmek için (Şemdinli iddianamesi gibi) kurulan tuzakları... Diyelim ki o tuzaklar tutsaydı, şimdi umutla izlediğimiz Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın dahi belki askeri cezaevinde olabileceğini kimse hatırlamak istemiyor.
*
Terörün bu hale gelmesinin sorumlusudur bunlar.
Bu nedenle meydanlardaki kalabalıklardan rahatsızlar.
İşlerine gelmiyordur.
Çığlık çığlık dolan meydanlar, onlara iktidarlarının beceriksizliğini ve bir milletin kırılan gururunu hatırlatıyordur.
Bu yüzden...
Meydanlarda yoklar...
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2007
DÜN kırmızı-beyaza bürünmüş Türkiye’ye baktım, her şeye... Her şeye rağmen yine de güzelsin cumhuriyet.<br><br>Çocuklar oynaya oynaya geçtiler. Büyükler ağlaya ağlaya seyrettiler.
Okurum Cevdet Yüksel’in notunu alınca bir kez daha baktım onlara, yüzüm güldü; her şeye rağmen.
Şeref locasındakiler, cumhuriyet karşıtlığının simgesi tesettürlü-türbanlı kadınlarını evde bırakmış, erkek erkeğe öyle sıralanmış oturmuş olsalar da...
Biz onların laik cumhuriyetin aydınlık-çağdaş yüzünü sevmediklerini bilsek de...
Devletimizin; siyasetten bürokrasiye, bilimden sermayeye kadar, cumhuriyet karşıtları tarafından giderek kuşatıldığının farkında olsak da...
Güzelsin cumhuriyet...
Her şeye rağmen...
*
Cumhuriyetin kimliğindeki asla vazgeçilmez "bağımsızlık" öğesi, şu sıralar, kendini savunmak için dahi dış güçlerden "izin" beklese de...
Devleti yönetenler, esiri oldukları başka ülkelerin kapılarında dolanıp "biraz hareket etme kolaylığı" dilenseler de...
Gururu kırılan yurtseverler dizlerine vursalar da...
Bilinçli vatandaşlar ezik ve üzgün olsalar da...
Her şeye rağmen...
Güzelsin...
*
Ben hep kuruluşundaki ihtiyatı içeren o "ihanet edenler olacaktır" sözüne takılırım.
Evet, ihanet edenler var.
Buna "aydınların ihaneti" diyorlar.
En yüce mevkilerdekiler, en güvendiklerin, en emekle-özenle yetiştirdiklerin, seni koruyacağını umut edip en çok bel bağladıkların ihanet etseler de...
Hukuk dahi o ihanetlerin kurbanı olsa da...
Ve o insanlar...
Bir torba nohuta, beş kilo makarnaya, yarım ton kömüre satmış olsa da seni...
Dün baktım:
Kırmızı-beyaz renginle...
Dalga dalga...
Yine de güzelsin cumhuriyet.
Her şeye rağmen.
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2007
ANLADIĞIM kadarıyla; Güneydoğu’da askerlerimiz kayalık dağlar için can verirken, batıda kimi işadamları Kaz Dağları’nı yok ediyorlar. Öyle mi?..
Fidan gibi gençler yurdun bir ucunda bir evleklik kayalık için vuruşuyorlar ve ölüyorlar.
Ama öbür ucunda bir saygısız...
Para için yurdun en güzel dağını deliyor, oyuyor, ormanını kesiyor, kayalarını uçuruyor, altını üstüne getiriyor.
*
Bu yurdun en güzel ve görkemli yanıdır dağları.
Bu ulus dağlara "Selam verdim aldın mı Erciyes!" türküsünü söyleye söyleye, dağlarla selamlaşa selamlaşa geldi buralara.
"Çadırımı kurdum dağ eteğine" diye diye yerleşti, bebeklerini büyüttü dağ eteklerinde.
Başı derde girdiğinde dağlara sığındı.
Ovaya indiğinde asla unutmadı dağı:
"Dağlar dağımdır benim..."
Yüreği her yandığında bir dağı dert ortağı edindi analar:
"Yüce dağa sordum yavrumu..."
O dağlar parçamızdır.
Karları saklayıp koca yurdu susuz bırakmadığı için, insanlar derelerin başından türkülerle teşekkür yolladılar dağlara.
Ve dağlara özlem her zaman vardı:
"Ağrı Dağı’nın eteğinde uçan güvercin olsam..."
*
O dağlar bizimdir.
Ama aç gözlü saygısız durmuyor.
Bir yanda kuru dağlar için çocuklar gidip gelmezken, öte yanda o saygısız, bu ülkenin evrensel üne sahip en değerli dağlarının, Kaz Dağları’nın ağaçlarını kesiyor, ormanını açıyor, kayalarını patlatıyor, içini oyuyor, altını üstüne getiriyor.
Ne yazık ki görevi o dağları korumak olan, ama tüm yağmaların ve yok oluşların altında imzası bulunan bakanların, bürokratların, valilerin, profesörlerin yine bir gizemli(!) desteği ile.
Dağlar yurttur.
Yurt...
Ağaçları, suyu, dereleri, karı, kayaları, kuşları, sincaplarıyla bizimdir o dağlar.
Şimdi kepçelerle, dozerlerle, borularla, testerelerle, dinamitlerle saldırıp elimizden alıyorlar dağları...
Öyle mi?..
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2007
ABD’den sonra geçen gün de İngiltere ile imzalanan bu "stratejik ortaklık" nedir?..<br><br>Bunu anlamak açısından "stratejik" sözcüğüne yakından bakmamız gerekir. "Stratejik" sözü Fransızca’dır.
Bir defa bunun pencerelerdeki "stor" ile hiçbir ilgisi yoktur.
Ama "perdeleme", örtme", "kapama" gibi fiillerle yakın hale gelmesi, Fransızca’nın değil, siyasetçilerimizin kullandığı güzel Türkçemizin zenginliğindendir.
Cümle içinde kullanırsak:
"Stratejik ortağımız olarak Başkan Bush..." gibi.
*
"Stratejik" kelimesinin "S"si ile "te"sini çıkartırsanız geriye "trajik" kalır.
Bu "stratejik ortaklık" işinin özüdür.
Sen git Kore’de, Afganistan’da, Sudan’da, ABD için savaş... Soğuk savaş yıllarında onu Sovyetler Birliği’ne karşı can pahasına koru, anayurdunu ileri karakol yap...
Ama bir gün senin çocuklarını, o uğruna yırtındığın "stratejik ortağının" silahları ile vursunlar...
Ve "stratejik ortağın", katilleri korusun...
*
"Stratejik ortaklık"taki "stratejik" sözcüğünün içindeki "trajik" durumu görmüyorsanız mesele yok.
Yok eğer görüp de reddederseniz, geriye baş tarafı kalıyor:
"Str..."
Bence bu ilk üç harften oluşan "Str..." kısmı, bu saatten sonra "stratejik ortaklığın" bize en gerekli ve en lazım olan makbul kısmıdır:
"Str..."
Televizyon başında olsun, gazete sayfalarında olsun, "stratejik ortaklarımız"ı dinlerken, işin "trajik" kısmını görebilir de silip atarsanız...
İşte o zaman size "strateji"den geriye "Str..." demek kalır ki, bu iyi bir şeydir.
"Stratejik ortaklık" nedir, bunun neresi ortaklıktır, neresi stratejiktir, neresi trajiktir?..
Artık öğrenmelisiniz.
Tarihi boyunca yenilgileri bile onuruyla yaşamış bir ulusun, kendi ülkesi içindeki acınılacak tutsaklığı karşısında "stratejik ortaklık" kavramını bir gözden geçirmelisiniz.
"Trajik" kısmını atarsanız...
Size lazım olan tarafı kalır:
"Str..."
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2007
BİR gün bir kadın gelecek. Teni nasıl, saçları nasıl, gözleri nasıl, elleri nasıl, boyu nasıl, bilemem.
Ama yüreği büyük bir kadın gelecek.
*
Çoktandır erkeklerden umudumu kestim.
Türkiye giderek kuşatılırken, merkez sağda ve merkez solda birer lider aranırken, nedense bir gün bir kadının geleceğini, bu kiri-pası, bu gözyaşını ve kanı, bu umutsuzluğu ve hüsranı bir kadının silip süpüreceğini düşünüyorum.
Dönüp erkekler topluluğunun kıldan yapılı, ter kokan, merhametsiz, kindar, acımasız, yalan-yulan, ikiyüzlü, sahtekár yapısına bakıyorum.
Ve ben bir kadın bekliyorum.
Yüreği büyük bir kadın.
*
Dün gece bir yerde bana Atatürk’ün cumhuriyetine ihanet eden (hepimizin tanıdığı) aydınları anlattılar.
Buna "Aydınların ihaneti" diyorlar.
Yüksek yargıçlar, profesörler, bürokratlar, hatta askerler...
Tümü erkekti.
Tümü çıkarları için dillerinden düşürmedikleri Atatürk’ü dahi satmışlardı, üstelik Atatürk düşmanlarına.
Oysa "yıkıcılara" karşı cumhuriyete sahip çıkanların en etkili ve yürekli meydan toplantılarını kadınlar yapmışlardı, unuttunuz mu?
"Bölücülere" karşı da kadınlar en değerli varlıkları, zar-zor yetiştirdikleri çocuklarını veriyorlar, farkında mısınız?
Ya erkekler...
İşte ordalar.
Korkak, sinmiş, dönek...
Ve hatta "ihanet" içinde...
*
Nedense bekliyorum.
Bir gün bir kadın gelecek.
Teni nasıl, saçı nasıl, kaşı nasıl, gözü nasıl bilemem...
Ama başı dik, anlı ak, eli temiz... Merhameti, şefkati, yurt sevdası olan... Sesi gür, korkusuz, haykıran...
Yüreği büyük bir kadın.
Yazının Devamını Oku