Bekir Coşkun

Benim cumhurbaşkanım olsaydı...

13 Kasım 2007
BEN böyle "devlet adamı" görmedim. Sen kalk git kaldığı otele, Kral’ın dibine otur. Öbürü de öte yanında...

Kral ortada.

İki gündür bekliyorum:

9 uçak, iki bin bavul, üç yüz gardırop ve altın tahtı ile gelen (iyi ki petrol kuyularını getirmedi) Kral’ın oteline giden ve sağına-soluna oturan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Başbakanı size "gurur" mu verdi, yoksa "hüzün" mü?

O zaman ben "Benim cumhurbaşkanım olamaz" dediğimde niye kızdınız?

*

"Benim cumhurbaşkanım" olsaydı; Anıtkabir’i ziyareti reddeden, bu ülkeyi kuran insana saygı göstermeyi kabul etmeyen bir Kral’a "Devlet Şeref madalyası" vermezdi.

Hem de 10 Kasım günü...

Mustafa Kemal; son yüzyılda, İslam áleminin Batı emperyalizmine karşı tek onurlu ve şanlı zaferini kazanmış komutandır.

Kral ise; Körfez savaşları boyunca, kendi topraklarını korumak için kutsal mekanların savunmasını dahi elinde bira kutusu olan Amerikalı askerlere bırakmış birisidir.

"Benim cumhurbaşkanım" olsaydı....

Kimin koltuğunda oturduğunu bilir, en şerefli savaşın kahramanına saygı göstermeyen, kutsal toprakları ABD deniz piyadelerine bekleten bir Kral’ın oteline koşmazdı.

Kral, görüşme salonuna Atatürk’ün resimlerinin asılmasını da kabul etmedi, kendi fotoğrafını astırmış, onun altına oturdular.

10 Kasım nedeniyle tüm bayraklar yarıya indirilirken, Suudi Arabistan bayrağının yarıya indirilmesini de reddetti Kral.

Ama bizim "devlet adamları" doğru otele.

Biri sağında, biri solunda.

Ortada Kral...

Tepelerinde de, kendisi yetmiyormuş gibi fotoğrafı.

Ben ise televizyonda şeriat bayrağının altındaki öpücükleri sayıyorum; işte sırayla ve hasretle yumuluyorlar... Sağ yanak bir, sol yanak iki, sağ yanak bir kez daha, etti üç...

*

Ne yapacaksınız?

Abdullah Gül "Benim Cumhurbaşkanım" olsaydı böyle yapmazdı.

Ben böyle "başbakan" ya da böyle "cumhurbaşkanı" istemem.

Benim de; en yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları "reddetme" hakkım vardır.

Böyle yapmazdı "Benim Cumhurbaşkanım" olsaydı.
Yazının Devamını Oku

Top ve balta sesleri...

11 Kasım 2007
DÜN devlet kadrolarının göstermelik "anma törenleri" sürerken, doğa sevdalısı Atatürk’ün mekánlarının arasından geçtim. Orman Çiftliği, Söğütözü, Gizli Bahçe çayırları...

Tümü çalınmış.

Her gelen bir parçasını yürütmüş hatıraların.

Beton binalarla dolu oralar.

Uzaktan ise top sesleri geliyordu; Anıtkabir’e ziyarete gitmeyi reddeden Suudi Arabistan Kralı’na "devlet şeref madalyası" veriyorlardı Çankaya’da.

Canım sıkıldı, canım...

*

Atatürk
’ün gözbebeği, İstanbul’un kalan tek nefes alınacak yeri "Sevda Tepesi"ni de Kral’a sattılar.

Şimdi Kral’ın o cennet tepenin tümünü betonlaştırması için "yasa" çıkartacaklar.

Top sesleri ne çok şey anlatıyor.

İhanetin ayak sesleri gibi:

Güm, güm, güm...

*

Söğütözü’
ndeki meşe ağacı ile devrim yasalarının akıbeti arasında hiç fark yok.

Her ikisi de baltalandı.

Kesilip atıldılar.

Devlet şeref madalyası; "Türkiye’nin bekası, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü için üstün feragat, fedakárlık, başarı gösterenlere" verilir.

Kral; şeriat düzenini kaldırıp, laik ve çağdaş cumhuriyet rejimini kurduğu için Atatürk’ü ziyaret etmek istemiyor ve yerli yandaşları ona Çankaya’da "Devlet şeref madalyası" veriyorlar.

Top sesleri ile balta sesleri birbirine karışıyor.

Güm, güm...

Güm, güm...

*

Bu baltalanan ülkenin insanları olarak bizleri ise bilirsiniz:

Sevda Tepesi olsun, Orman Çiftliği olsun, Söğütözü’nün meşeleri olsun... Tümü yok edilirken bir "suç ortaklığı" içinde sustu herkes, ses seda çıkmadı.

Artık huzur veren bir ağaç gölgesi yok oralarda.

Tıpkı Mustafa Kemal’in devrim yasaları, çağdaşlık projeleri gibi... Artık Cumhuriyet’in huzur veren gölgesi de, güven veren gövdesi de, tutunacak dalları da yok.

Uzaktan top ve balta sesleri geliyor...

Güm, güm...
Yazının Devamını Oku

Soru...

10 Kasım 2007
BAŞBAKAN’a soru şu:<br><br>"Damadınızın, Kuzey Irak’ta yapılmakta olan Kürdistan Yurtseverler Birliği Karargáhı ile ilgisi var mı?.." Böyle sorular sormak aslında sakıncalıdır.

Başbakan yine sinirlenebilir çünkü.

Ama bu soru Türkiye’nin Kuzey Irak politikasının perde arkasını aydınlatması bakımından önemlidir ve yanıt bekler:

"Damat, Kuzey Irak’ta ne yapıyor?.."

*

CHP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Özyürek’
in TBMM gündemine getirdiği soru önergesi hasır altında kalmasın.

Önergeye göre:

Başbakan’ın damadı Berat Albayrak’ın, 29 yaşında bir büyük şirketler grubunun genel müdürü olduğu...

Bu şirketin; Samsun-Ceyhan boru hattını ihalesiz aldığı...

Daha birçok büyük işe el atmışken; şirketin ayrıca bir elinin de Kuzey Irak’a uzandığı...

Kuzey Irak’ta 350 dönüm üzerine Kürdistan Yurtseverler Birliği Karargáhı’nı da bu şirketin yaptığı...

Doğru mudur?..

*

Başbakan
bu sorunun yanıtı vermek zorunda.

Bir oğlunun mezun olur olmaz Washington’da işe başlaması, öbürünün "gemicik" alması, damadının da 29 yaşında bir büyük şirketler grubunun "genel müdürü" olması, Erdoğan açısından gurur verici olmalı.

Ancak insan merak ediyor:

Kuzey Irak’a operasyon beklentileriyle bir millet sokaklara dökülürken, damadın içinde bulunduğu şirketler grubunun orada "karargáh" inşa ettiği doğru olabilir mi?

Doğruysa doğru.

Yanlışsa yanlış.

*

Doğruysa olacağı şudur:

Seviniriz...

Dünyalar bizim olur...

AKP’nin oyları yüzde 50’ye çıkar, sonra da yüzde 70’e...

"Türkiye seninle gurur duyuyor" diye zıplarız...

Kuzey Irak’a operasyon-moperasyon derken, sokaklara dökülen insanların acılarını ekranlara getiren televizyonlara niye "sansür" getirilmek istendiğini aklımızdan bile geçirmeyiz.

Havalara uçarız da uçarız...
Yazının Devamını Oku

Ailem...

9 Kasım 2007
OKURLARIM benim ailem gibidir.<br><br>Ben onları bilirim, onlar da sadece köşemi-yazılarımı değil, evimizi bilirler... Kemanımı, bahçemizi, kumru kuşunun ne zaman geldiğini, yağmur saçaklarını, kedi Paspas’ı, kirpilerimizi... Çarşıda-pazarda karşılaştığımızda birbirimizin boynuna sarılırız, sanki bir ailenin fertleri gibi konuşuruz.

Kimi zaman karşılıklı gözlerimiz dolar.

Biz birlikte ağlarız.

*

"Meydanlarda niye türbanlılar yok?"
başlıklı yazımdan sonra birçok yazar "kör müsün?" diye (özellikle dinci medyadakiler) beni yerden yere vurdular.

Oysa ben açıkça siyasi simge türbanı kastetmiştim.

Hiçbirimizin saygısızlık edemeyeceği başörtülü hanımları değil.

Ünlü yazar Haşmet Babaoğlu da Vatan’daki köşesinde benim yazımı okurken "şehit analarını bile görmediğimi ve yazımı okurken utandığını" yazmıştı.

(Bakınız; gazetevatan.com-Şimdi hiç olmadı Bekir Coşkun-01.11.2007)

Oysa her fırsatta sokaklara dökülen türbanlı mangaların, her cuma günü cami avlularında ortalığı ayağa kaldıran tarikat cemaatlerinin AKP iktidarında suspus kesildiklerini hepimiz biliriz.

Anladığım kadarıyla okurlarım, Haşmet Babaoğlu’na "okuduğunu anlamadığını" hatırlatıp onu topa tuttular.

Ve Haşmet Babaoğlu, dünkü köşesinin tümünü benim okurlarımın e-mail’lerine ayırmıştı.

Birincisi:

Haşmet Babaoğlu’nun bu alçakgönüllülüğü ve (kimi okurlarsa okusunlar) okurlarımıza gösterdiği saygı, onun benim gibi "utanılacak" bir yazar olmadığını gösterdi, ona teşekkür ederim.

*

İkincisi:

O okurlar bizim ailemizdir.

Titiz bir baba gibi hesap sorar, endişeli-evhamlı bir anne gibi dua ederler bizim için.

Kimi zaman evin çocuğu gibi sızlanıp şikáyet ederler her şeyden.

Onlar bizim parçamızdır.

Bir terminalde, bir markette, bir çarşının ortasında karşılaştığımızda birbirimizin boynuna sarılırız.

Onlar bizim yüreğimizdir; sevmeyi de, korkmamayı da onlar beklediler bizden...

Onlar olmadan olmaz...

Yapamayız...
Yazının Devamını Oku

Paket beklemek...

8 Kasım 2007
BEN biliyorum; şimdi Pentagon’da siyah gözlüklü CIA şefleri oturmuş, kesekáğıdı içindeki salamlı sandviçlerini yerken, Kuzey Irak’ta neler neler yapacaklarını bizim medyadan öğreniyorlardır.

BEN biliyorum; şimdi Pentagon’da siyah gözlüklü CIA şefleri oturmuş, kesekáğıdı içindeki salamlı sandviçlerini yerken, Kuzey Irak’ta neler neler yapacaklarını bizim medyadan öğreniyorlardır.

İşte gazetede manşet:

"Akıllı Predator uçakları vuracak..."

Resimlerle izahları da var, bir uçak, uçağın kanadının altını gösteren ok işareti:

"Gizli füze bölümü..."

Ben ise dikkatle uçağın kanadının altına bakıyorum, füze gözükmediğine göre gizli bölüme bakmaktayım.

Pekiiii...

PKK elebaşılarının yerini nasıl öğrenecek <B>akıllı Predator?</B>

Yazının Devamını Oku

Pozitif duygular içinde...

7 Kasım 2007
"İSTANBUL’da Boğaziçi’ndeyim;<br><br>Bir fakir Orhan Veli; Veli’nin oğlu;

Tarifsiz kederler içindeyim."


(.......)

Duydunuz; Recep Tayyip Erdoğan da ABD’ye giderken uçağın kapısında söyledi:

"Pozitif duygular içindeyim..."

Recep Veli.
..

*

Belki de "pozitif duygu içinde" olduğunu Oval Ofis’te Bush’a da açıklamış olabilir:

"Sayın Bush, bilin bakalım ben neyin içindeyim?.."

"....?"

"Pozitif duygular içindeyim..."

Bush
ise pozitif değilse bile dekoratif duygular içinde bildiğiniz gibi dedi ki:

"Pi Ki ki ortak düşmanımızdır..."

"Pi"
sini bilemem ama doğrusu tam da gülünecek yerdir burası:

"Ki ki..."

*

İşin özeti şudur:

ABD’nin istihbaratı ile, ABD’nin göstereceği hedeflere, ABD’ye haber vererek bomba atmak kaydıyla, ABD’den izin aldılar...

O kadar...

Pekiiii... "Pi Ki Ki"nin ABD silahları ile donatıldığı ve ABD’nin bilgisi ile orada olduğunu bilmiyor mu Türkiye...

Biliyor...

Ya da:

ABD, terör örgütünü bu denli izleyebiliyorsa, bugüne kadar niye bilgi vermedi de; Pi Ki ki yüzlerce kişi ile dağlarda dolanıp durdu, sağa-sola saldırdı, onlarca askerimizi öldürdü?..

*

Ama bakın; medyada "zafer" çığlıkları var.

Ne diyeceksiniz?

"Urumelihisarı’na oturmuşum;

Oturmuş da bir türkü tutturmuşum;

İstanbul’un mermer taşları;

Başıma da konuyor martı kuşları;

Gözlerimden boşanıyor hicran yaşları;

Edalı’m,

Senin yüzünden bu halim..."
Yazının Devamını Oku

Kırık gururlar...

6 Kasım 2007
HER şey yerli yerinde duruyor; borsa çökmedi, dolar-euro aynı, yabancı sıcak para kaçmadı. Ekonomi tıkırında.

İşler yolunda.

Kasalar ve cüzdanlardan eksilen bir şey yok.

Sadece bir şey eksildi yüreklerimizden:

Gurur...

*

Olsun...

Sizler taa başından beri cüzdanlarınız ve kasalarınız için, borsa-euro-dolar hatırına, yabancı sıcak para uğruna birçok değerimizi çöpe atmıştınız.

Türkiye’nin adının "ılımlı İslam devleti" olması sorun olmadı.

Ne devlet kurumlarının bir "Nakşibendi tarikatına" geçmesi... Ne de ülkenin tepeden tırnağa "siyasi İslam’a" teslim edilmesi canınızı sıkmadı.

Atatürk devrimleri olmadan da "olur" dediniz.

Laiklik, cumhuriyetçilik, çağdaşlık gibi değerlerden kolayca vazgeçebildiniz.

O zaman "gurur" olmadan da yapabilirsiniz.

O "gururu" size armağan eden tüm değerleri silip attığınıza göre, ne yapalım, gurursuz da olunur.

*

Bu yazı yazıldığı saatlerde Washington’da neler olacağı henüz belli değildi.

Sonuç ne olursa olsun:

Koca Türkiye, Afrika ülkeleri gibi ABD’nin elinde oyuncak olmuşsa...

Türk parlamenterler daha dün PKK’nın karşısında hazırola geçmiş, üzerinde Apo’nun posteri olan masada eşkıya ile anlaşma imzalıyorlarsa...

Başbakan; Beyaz Saray’
a koşmuş, üç paralık eşkıyaya karşı kendini savunmak için "Başkan Bush"tan izin istiyorsa...

"Gururun" lafı mı olur?

*

Ne yapalım?

O gururu size veren Atatürk’ten, laik cumhuriyetten, bağımsızlıktan, egemenlikten, çağdaşlık yolundan vazgeçtiğinizde... Borsa, dolar, euro, sıcak para, yabancı sermaye diye diye en değerli kavramları çöpe attığınızda...

Birçok şeyi kaybetmekte olduğunuzu anlamadınız.

Şimdi anlıyor musunuz bilemem:

Gurursuz nasıl yaşanır?..

Nasıl?..
Yazının Devamını Oku

Düdük sesi...

4 Kasım 2007
TAM 45 gün önce, bir hayvan hastanesinin (VTM) "yoğun bakım" ünitesi... Bir köşede, yere serilmiş battaniyenin üzerindeyim, dizimde Gorbi’nin başı. Biliyorum ki artık ayrılma vakti geldi, son saatler. Karşımda üç kafes var, ikisi boş, birisinde kocaman bir kurt köpeği, arada bir ağlıyor, sonra kulaklarını dikip bizi izliyor.

Serum askısı odanın ortasında, üzerlerinde yarım kalmış serum şişeleri sallanıyor, ortalık loş...

*

Bir anda Gorbi koşuyor, etrafta yemyeşil tarlalar var. O uzaklaşınca Andree, "O boynundaki düdüğü çal gelsin" diyor.

(O düdük ömrümde boynumda taşıdığım tek takıdır. Çalınca Gorbi gelsin diye 16 sene önce almıştım. Hálá boynumdadır, arada bir kimseye belli etmeden çıkartıp öperim.)

Andree tekrarlıyor:

"Düdüğü çal gelsin..."

"Çalınca gelmez ki..."

"Ne yapar?.."

"Gider..."

Bizden uzaklaşıp koştukça upuzun kulakları inip kalkıyor, ipek gibi saçak saçak tüyleri dalgalanıyor.

"Bir çal düdüğü bakalım" diyor karım.

"Tamam..." diyorum ve düdüğü öttürüyorum.

Gorbi daha da uzağa koşuyor.

Andree söyleniyor:

"Anlayamıyorum, düdüğü çalınca sen niye koşmaya başlıyorsun?.."

Olsun...

O düdük aradaki mesafeyi azaltmak içindi. Ha o koşup gelir, ha ben koşup giderim...

Birbirimizden uzaklaşmamak içinse düdük, ne fark eder?..

Tarlalar yemyeşil, yer yer kırmızı yabani menekşeler. Sıçradıkça Gorbi’nin başını görüyorum. Arada bir dönüp bakıyor, orada olduğumuzun güveni içinde, koşmaya devam ediyor.

Ne kadar mutlu.

Ve ben onu ne kadar çok seviyorum.

*

Bir kurt köpeğinin sesi geliyor, açıyorum gözlerimi.

O loş odadayız... Karşımda üç kafes var, ikisi boş. Serum askısında serum şişeleri yarım yarım duruyor.

Dizimde 17 yıllık arkadaşım Gorbi’nin başı.

Artık son saatler, uzaklaşıyor.

Düdük çalmak istiyorum...
Yazının Devamını Oku