Bekir Coşkun

Sansür şart...

25 Ekim 2007
ÇÜNKÜ bu olup-bitenleri, yandaşları "cumhurun" duymaması gerekiyor.<br><br>Diyelim ki; kararlılıkla bir başka ülke sınırlarına müdahale edecek olana herkes koşup "etme-eyleme" demez mi?

Bu kendisi herkese koşuyor...

Bence ilk iki gün bekledi, baktı gelen-giden yok...

Baktı; ABD olsun, İngiltere olsun, AB ülkeleri olsun, Irak yönetimi olsun koşup gelerek "etme-eyleme" demediler...

Kendisi bindi uçağa...

Yazının Devamını Oku

Sormayın, ne haldeyiz!..

24 Ekim 2007
ARTIK anlamalısınız:<br><br>Erdoğan ABD’den izinsiz adım atamaz. Yani millet olarak sırtınıza alıp bir koşu götürüp bıraksanız, sizden önce kaçıp gelir.

İzin yoksa kıpırdamak da yok.

İşte bu toplantılar-görüşmeler, sağa-sola koşuşturmalar "Daha ne duruyorsunuz?" diyenlere karşı, maksat durmamak.

İki kez MGK’ya, dört kez kabineye, beş kez TBMM’ye koşmaya ilave olarak Çankaya’nın etrafında üç kez tur atıp "Cumhurbaşkanı ile görüşme" yaptıktan sonra...

İçerde koşacak yer kalmayınca; İngiltere bugün...

ABD yarın...

Ama PKK yığınaklarının olduğu Kuzey Irak’a bir milim olsun adım atmak istemiyor Başbakan.

Toplumun baskısı karşısında bir gün sınır geçilirse, orada tavşanlardan başka kimse bulunamayacak. Çünkü PKK’lıların tüymesi için yeterli zaman ve olanak tanınmış oldu bile.

*

Biliyorsunuz geçenlerde Başbakan Amerikalılara "PKK’nın tankı var" demişti.

Biz askerlere sorduk.

Tank gören yok...

Ekmek torbasının bile insana ağır geldiği o sarp arazide, deliklere saklanmak durumunda olan eşkıyanın tankının olması ve bunu sadece Başbakan’ın görmesi enteresandı.

Otuz PKK’lıyı tankı sırtlamış dereden geçirmek isterken görürseniz onlardır...

Bu; Başbakan’ın olaya ne denli hákim olduğunu gösterir.

Ne kadar ciddi...

Ne kadar bilgili...

Belki de diplomatlarımız "PKK’nın tankı var" gafını düzeltmişlerdir:

"Başbakanımız postal’a tank der..."

*

Densizlik buraya kadardı.

Gözüm gazetedeki şehit askerlerin resimlerine takılıyor, hepsi çocuk, burnumun direğinde sızı var. Biraz önce yine gençler geçtiler, ellerinde bayraklarla, peşlerinde ağlayan kadınlar.

Bizler hangi pazarlarda satıldığımızı bilmiyoruz.

Çocuklarımızın kanı kimlere malzeme oluyor, sokaklardaki bu çığlıklar hangi hesapların bedeli?...

Bilmiyoruz, bilmiyoruz...
Yazının Devamını Oku

Neyimize ne oldu?..

23 Ekim 2007
İKİSİ aynı gün yaşandı:<br><br>Referandum ve PKK terörü. Bu ikisi aslında birbirini tamamlar.

(.......)

Sandık başında yapılan bir yoklamaya göre, referandumda "evet" oyu kullananların yüzde 60’ı "Neye evet oyu verdiklerini bilmediklerini" söylediler.

"Niye evet verdiniz?.."

"Bize ver dediler, verdik bakalım... Herkes verdi çünkü... Herkes verince biz de dedik ki verelim..."

*


Çoğunluğu böyle toplumun, iktidarı da işte böyle olur:

İradesiz, bağımlı...

Bakın; Talabani ile Barzani gibi iki aşiret bozuntusu ile onların beslediği PKK çapulcuları karşısında koskoca Türkiye Cumhuriyeti aciz-çaresiz.

Devlet adamları üç gündür durdukları yerde zıplıyorlar.

Durmadan toplantı yapıyorlar, Atatürk cumhuriyeti kurarken bu kadar toplantı yapmamıştı.

Arada bir birbirlerine koşuyorlar, sonra herkes kendi yerine geçiyor, sonra yine koşuyorlar toplantıya.

Toplumun bireyleri ise televizyonlarında Türkiye’nin düşürüldüğü bu durumu izliyor, sonra gidip bu iktidara destek için "evet" diyor.

Öyle mi?..

Ve "neye -evet- dediklerini" bilmeden.

*

İşte böyle bir toplum; başına örülen çorabın asla farkına varamaz.

ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden çizme planlarını, bu planın ABD resmi internet sitelerindeki yeni sınırlarını, Türkiye’nin parçalanmakta olduğunu göremez.

Yeni Kürt devletine kendi vatandaşlarından daha ucuz elektrik verildiğini... Kürt parlamento binasının dahi Türk firmalarınca inşa edildiğini... Buna rağmen Kürt yönetimin neden Türkiye’yi adam yerine koymadığını sorgulayamaz.

Beyaz Saray sözcülerinin MGK’dan daha önemli sayıldığını... Gençler sokaklara dökülürken "Sayın Rice aradı" sözünün daha etkili olduğunu... TBMM’nin tezkeresi ortadayken Başbakan’ın İngiltere ve ABD’ye koştuğunu anlayamaz.

"Ver dediler verdik" der.

Pazar günü televizyonunda Türkiye’nin düştüğü durumu izler, kalkıp sandığa gider, iktidara yine "evet" der, sonra neyimize ne olduğunu düşünür...

Neye "evet" dediğini soran olursa gevşer:

"Ver dediler verdik..."
Yazının Devamını Oku

Kaz Dağları Kaz Dağları...

21 Ekim 2007
BU sefer de Kaz Dağları’nda suçüstü yakalandı o üçlü: Siyasetçi, bürokrat, avantacı işadamı...

Siz kalkın altında altın var diye yeryüzünün ikinci oksijen deposu, Almanların "yeryüzündeki cennet" diye adlandırdıkları, Homeros’un İlyada’sının tahtı Kaz Dağları’nın çamlarını kesin, kayalarını patlatın, içini oyun.

Bu kadar mı olur acımasızlık?

*

Enerji Bakanı, Kaz Dağları’nı savunanları, dış güçlere alet olmakla ve "ajanlıkla" suçladı.

Oysa aynı saatlerde müsteşar yardımcıları dahil otuz bürokratını, "rüşvetle müteahhitlere çıkar sağlamaktan" polis evlerinden topluyordu.

İnsan dönüp kendi haline bakar.

*

Listeye baktım; Kaz Dağları’nı altında altın var diye oyan şirketlerden birisi tanıdık:

Başbakan bana "çek git" dediğinde, o şirketin gazetesinde Fethullahçı yazarlar bana "Evet, defol git" diye yazılar yazmışlardı.

Şimdi anlıyorum...

Kaz Dağları’nın altındaki altınları almak için elbette sesi çıkmayan, sahipsiz bir Türkiye lazım onlara.

*

Gelen haberlere göre; sonunda Çanakkale ve Balıkesir’in çevrecileri ayaklandılar. Bu cennet ülkeyi ağacıyla, suyuyla, kuşuyla, dağıyla seven iyi insanlar yollara düştüler.

Hepimizin yüreği onlarla birliktedir.

Kimi çevreci örgütler Ankara’dan, İstanbul’dan, İzmir’den yola koyulup o iyi insanlara yardıma gitmeye hazırlanıyorlar.

Bakanların, bürokratların, valilerin, izin belgelerinin altında imzası olan profesörlerin, para uğruna Kaz Dağları gibi bir "yeryüzü cennetinin" altını kazan holdinglerin yakasına yapışmalı ellerimiz.

*

Günahtır...

Hiçbir el; Kaz Dağları’na kazma vuran, balta sallayan el kadar kirli, yurt düşmanı ve günahkár olamaz...

O kirli ve günahkár eller; çalmadık-yağmalanmadık orman, koy, yeşil alan, göl, sulak, yayla, ova bırakmadı, bilirsiniz.

Sıra Kaz Dağları’na geldi, öyle mi?..

İzin vermemeliyiz.

Sınır boylarında bir kayalık dağ için canını veren gençlerimizin hatırı için...

Çocuklarımız için...
Yazının Devamını Oku

Eferandum...

20 Ekim 2007
YARIN Türkiye’miz, yeryüzünün en komik hukuk ve siyaset olayına sahne olacak: Referandum...

Biliyorsunuz Başbakan seçim öncesi Abdullah Gül’ü, "11’inci cumhurbaşkanı" seçtiremeyeceğini anladığı gün efelenerek buna karar vermişti.

Bu yüzden bunun asıl adı şöyledir:

Eferandum...

Eferandum enteresan bir girişimdi. Çünkü arkadaşlar hukuktan, yasadan, devlet yönetiminden çok iyi anladıkları için, bir "11’inci Cumhurbaşkanı" varken, bir tane daha "11’inci Cumhurbaşkanı" seçmeye kalktılar.

Seçilseydi...

10 ile 11 arasında başka rakam olmadığı için, Abdullah Gül 10.5’uncu cumhurbaşkanı olacaktı.

Ne yaptılar?

Eferandum oylanmaya başladıktan sonra içini değiştirdiler.

Böylece eferandum bittiğinde, seçmenin bir kısmı "11’inci Cumhurbaşkanı" için, bir kısmı "12’inci Cumhurbaşkanı" için oy kullanmış olacak.

Yüksek Seçim Kurulu ise eferanduma "devam" kararı aldığı gibi, dün de 7.5 YTL olan sandığa gitmeme cezasını 17 YTL’ye çıkarttı. Akşam da 19 YTL olarak düzeltti.

Dünya gülüyor bize.

*

Saygın hukuk adamı Prof. Ahmet Mumcu dün Melih Aşık’ın köşesinde şöyle diyordu:

"Hukuk, en yüksek yargıçlarca katledildi (....) Naçiz bir hukukçu olarak utanç içindeyim..."

Olsun...

Eferandum yapılıyor.

CHP sandığa gitmeme kararında, MHP gidip "hayır" oyu verme çağrısı yaptı taraftarına.

AKP ile DTP el ele "evet" istiyorlar.

*

Elbette aziz halkımızın çoğunluğu, eminim neye oy verdiğini bilmeden gidip "evet" diyecektir.

Tıpkı nereye sürüklendiğinin, kendi çocuklarının dünyasını nasıl kararttığının, başına nelerin geldiğinin, uygar dünyadan nasıl koptuğunun hálá farkında olmadığı gibi.

Ben ise...

Tüm çağdaş ülkelerde bir "demokratik hak" olarak kabul edilen "sandığa gitmeme" hakkımı kullanacağım.

Oy vermeyeceğim.

Eferandumda ben yokum.

Ya siz?..
Yazının Devamını Oku

Fotoğraf...

19 Ekim 2007
DÜN hemen hemen tüm gazetelerin birinci sayfalarında bir fotoğraf yayınlandı:<br><br>Çankaya’dan bir protokol fotoğrafı. Suriye Cumhurbaşkanı Esad ve modern giyimli eşi ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile eşi...

Nasıl bir görüntü olduğunu tahmin ettiğiniz fotoğrafların altlarında genelde şöyle yazılıydı:

"First Lady ilk kez protokolde!..

*

İçinize sindi mi?..

Ben burada kimsenin eşine, başına, özel yaşamına karışmak için yazmıyorum bu yazıyı.

O "devlet protokolü fotoğrafına" giren kimse, artık kendisi değildir.

O "Türkiye"dir...

O fotoğrafa giren ve "Türkiye" imajını etkileyen kim olursa olsun bize ilgilenme hakkı verir.

Söyleyin...

Sindi mi içinize?..

*

Başı örtülü ve hacı Atiye Ablam’ın alınıp, eliyle başörtüsünü düzeltirken sitemli sitemli "Bekiiirrr..." dediğini duyuyorum.

Sen alınma ablam...

Seninle hiçbir ilgisi yok.

Bu "Türkiye" ile ilgilidir.

Bizim aydınlık bir yolumuz vardı.

Umutlarımız tomurcuk tomurcuktu.

Heveslerimiz yığın yığındı.

Bizim çocuklarımız şarkılar söyleye söyleye ders zilleri çaldığında koştular.

Büyüdüklerinde bu ülkenin mutluluğu için bakın; dağlarda ölüyorlar birer birer.

Anaların ağlayışı, dulların çığlığı bu güzel ülkenin "medeni dünyada var olması" için değil midir?..

Batılı, çağdaş bir ülkemiz olsun... Gümrük kapılarında eller bizi itip kakmasınlar... "Türkiye" denilince kimsenin aklına ortaçağ gelmesin... Anlımıza vurulan o "geri kalmış ülke" damgası silinip gitsin diye.

Bu ortaçağ fotoğrafı mıydı varılan yer?

Bu mudur Türkiye’nin fotoğrafı?

Sindi mi içinize?

Söyleyin...
Yazının Devamını Oku

Bay yanlış...

18 Ekim 2007
ARTIK "Akif Deki" gibi sözcüler, Başbakan’ın yanlış-yunluşlarını düzeltmeye yetmiyor. Yanlışları düzeltmeye basın büroları, sözcüler, düzeltmenler az geliyor.

Bu sefer devletin ciddi kurumları da yanlışları düzeltmeye başladılar.

İşte TBMM, kaç gündür "İki tane 11’inci Cumhurbaşkanı seçmek" gibi bir yanlışı düzeltmeye çalışıyor.

Bir tane "11’inci Cumhurbaşkanı" vardı.

Bir tane daha "11’inci Cumhurbaşkanı" seçmeye kalktılar.

Edecekti iki tane "11’inci cumhurbaşkanı"...

TBMM günlerdir bunu düzeltmekte.

Ama düzelmiyor.

Çünkü binlerce seçmen "11’inci Cumhurbaşkanı" için oy kullandı gümrük kapılarında.

Bir referandum yasası oylanırken, oylamanın ortasında içinin değiştirilip düzeltilmesi yeryüzünde asla görülmüş şey değil.

Bu sefer bir diğer ciddi kurum, Yüksek Seçim Kurulu biraz düzeltecek dediler.

Dün YSK "Böyle kalsın" dedi.

Demek ki o da düzeltemedi.

*

Artık kişiler, sözcüler, bürolar Bay Yanlış’ın yanlışlarını düzeltmeye yetmiyor.

Devlet kurumları el attılar.

Bakın; "alt kimlik-üst kimlik" gibi, "Sayın Apo" gibi, "Türkiye vatandaşlığı" gibi sayısız yanlışı düzeltmek de Türk Silahlı Kuvvetleri’ne düşüyor.

Özelleştirmedeki yanlışlarını Yargıtay, atamalardaki yanlışlarını Danıştay, Anayasa’ya aykırı yasaların yanlışlığını Anayasa Mahkemesi düzeltiyor.

Yetmiyor...

Bu sefer dünyanın başka yerlerindeki yabancı kurumlar düzeltmeye geliyorlar:

IMF, cari açıktaki yanlışlıklarını; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, türbandaki yanlışlıklarını...

AB; ılımlı İslam’a kayma yanlışlarını düzeltme peşinde.

*

İki tane "11’inci Cumhurbaşkanı" seçmek...

Kimin aklına gelebilirdi.

Çift "11’inci Cumhurbaşkanı" gibi bir yanlış kimsenin aklına gelmediği gibi, nasıl düzeltileceği de kimsenin aklına gelmiyor.

Şimdi düzeldi mi, düzelmedi mi, bilemeyiz.

Devenin boynu eğri...

Düzeldiyse düzeldi...
Yazının Devamını Oku

Dış politikanın içi...

17 Ekim 2007
BEN hiç böyle "dış politika" görmemiştim.<br><br>Diyelim ki Ermeni meselesi yüzünden Amerika’ya kızan Türkiye büyükelçisini geri çekti. Ama davul-zurna ile Başbakan gidiyor...

(Belki kamuoyu "gitme" kampanyası başlatabilir. Ancak ben bilirim; kimse arkadaşı tutamaz.)

(........)

Kuzey Irak’a girmek için "tezkere"yi TBMM’ye sevk eden iktidarın en çok verdiği mesaj ne:

"Tezkere gireceğiz anlamına gelmez..."

Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek daha tezkereyi açıklarken "İnşallah kullanmayız" dedi.

Öbürleri pekiştirdiler:

"Tezkere gireceğiz demek değil..."

"Gireceğiz diye bir şey yok..."

"Girmesek de olur..."

Yazımın tam burasında Başbakan’ın dün Meclis grubunda yaptığı konuşma geldi Anadolu Ajansı’ndan, yine aynı şey:

"Meclis’ten tezkerenin geçmesi hemen bir operasyon yapılacağı anlamına gelmez..."

O
zaman demek ki bu tezkere "girmemek" için lazım.

*

Herhalde anlıyorsunuzdur:

PKK terörüne karşı bir şey yapmak istiyorlar istemesine, ama yapamıyorlar.

Onlar da yapıyormuş gibi yapmayı deniyorlar.

O zaman işte böyle oluyor.

(........)

Hepimiz biliyoruz ki "BOP" ve onun vazgeçilmez parçası "Ilımlı İslam" ABD’nin bir projesidir ve bu arkadaşlar bu projenin gönüllü ilk uygulayıcılarıdır.

Kısacası bu iktidarın dayanağıdır ABD.

Ve iktidarını ABD’ye borçlu olup da ABD’ye dayanarak ayakta duranlar, asla ABD’nin istemi dışında davranamazlar.

Bu yüzden; "operasyon yapmak için tezkere" kısmı, çocuklarının tabutuna sarılıp ağlayan toplumu biraz olsun avutmak için... "Bu operasyon yapacağız anlamına gelmez" kısmı ise ABD içindir...

İşte tüm olanların en kısa anlatımıdır:

Yapıyormuş gibi yapmak...

İzledikleriniz ise dış politikanın içidir.

Ne yapacaksınız...
Yazının Devamını Oku