22 Kasım 2007
O taş sokakta düşe kalka oynarken, kadınlar "yetim" için ceplerinde şeker taşırlardı.<br><br>Teyzeler, halalar, yengeler, ablalar, komşular... Hálá karşımda bir kadın gördüğümde, gözlerimi diker, "Cebinde şeker var mıdır?" diye kendi kendime sorarım.
Öz çocuklarından bile gizli, yetime uzanan, içinde şeker olan o mübarek avuçları unutamadım.
Bir kadın gördüğümde hálá gözüm ceplerine takılır...
Cebinde şeker var mı?..
*
Erkekler çoktan kayıplara karıştılar.
Dönekler döndüler, beceremeyenler pıstılar.
Türkiye tarikatların istilasına uğrarken, en güvendiğimiz erkekler (!) yok oldular.
Daha yakın zamanda "Atatürk Cumhuriyeti’ne tehdit" saydıklarının karşısında selama durdular.
Zengin erkekler, kasaları için...
Yoksul erkekler nohut torbası uğruna vazgeçtiler Mustafa Kemal’in çağdaşlık yolundan.
Sindiler, pıstılar...
*
Kadınlar direniyorlar.
Son zamanlarda grup grup, öbek öbek toplanıp, gözyaşlarını sile sile, burunlarını çeke çeke, çocukları için istedikleri "aydınlık yarınlardan" vazgeçmediklerini tekrarlıyorlar.
Birkaç gün önce Hürriyet’e geldiler.
Ben onlara "yalnız kaldığımızı" anlattım.
Onlar "Yalnız kalsak da Atatürk’e ihanet etmeyeceklerini" anlattılar, bir ağızdan.
Tıpkı benim gibi "en güvendikleri erkeklerin dönekliğinden, ikiyüzlülüklerinden" yakındılar.
Ve yanlarında bir tek erkek kalmasa dahi, çocuklarına o aydınlık ülkeyi istemekten vazgeçmeyeceklerini söylediler.
Bedenleri güçsüz...
Ama yürekleri büyük kadınlar...
*
Bu sefer ülkemiz için...
Aydınlık günler için...
Cumhuriyet çocukları adına, için için mırıldanarak baktım onlara:
"Cebinizde şeker var mı?.."
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2007
DEVLETİN tepelerine atananlarda aranan ilk iki şart:<br><br>- İmam-hatipli olacak...<br><br>- Hanımı türban takacak... Eskiden "liyakat", "uygun eğitim", "temiz bir sicil" gibi gereksiz şartlar da aranırdı.
Artık bunlar istenmiyor.
İstenen:
Bir; imam mı?..
İki; hanımı türbanlı mı?..
*
Devletin tepeden tırnağa tüm kadrolarının böyle oluştuğundan emin olabilirsiniz.
İşte; TRT Genel Müdürü...
İktidar; "imam-hatip mezunu" ve "hanımı türbanlı" TRT Genel Müdürü adayı için tam dört sene ısrar etti, o koltuğu boş bıraktı, bekledi ve sonunda amacına ulaştı.
TRT’nin yeni Genel Müdürü; İbrahim Şahin.
Sezer, İbrahim Şahin’i iki kez veto etmişti. Gerekçelerini elbette tahmin edebilirsiniz, ama o artık TRT’nin Genel Müdürü’dür.
Zavallı TRT...
Zaten TRT’nin "Türkiye"si gitmiş, "TRT" olmaktan çıkmış, geriye Recep Tayyip’in "RT"si kalmıştı.
Alt kadrolarına zaten nurcuların, Fethullah Gülen’cilerin, ikinci cumhuriyetçilerin doldurulduğu "RT", tepesine bir hanımı türbanlı ve imam-hatiplinin oturmasıyla tamamlandı.
*
Devletin üst kadrolarında "eşi türbanlı" olmayan hemen hemen kimse kalmadı.
Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Anayasa Mahkemesi Başkanı, Merkez Bankası Başkanı, yüze yakın müsteşar ve yardımcıları, üç yüz genel müdür ve yardımcıları...
Böyle oldu Türkiye; bir Arap ülkesi gibi...
"Dinci" olmayanların asla devlet yönetiminde görev alamadıkları, alsalar dahi (askerler, ya da YÖK gibi) düşman gibi görüldükleri bir memleket...
"Cumhuriyet kadrolarının" elinden çıkmış, "tarikat kadrolarının" eline geçmiş bir ülke...
Atatürk’ün aydınlık yolunda yürümeyi becerememiş, imamların peşine takılmış bir millet...
Yazık sana ey vatan...
Yazık...
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2007
DÜŞÜNEBİLİYOR musunuz; topraklarımızdan geçen bir borudan, bir Yunanlı ailenin mutfağına yakıt gidecek. O mutfakta bir anne, çocuğunun mamasını ısıtacak.
Oysa bizler her zaman, kasabaların üzerinden alçak uçuşla geçen savaş uçaklarımızın, o Yunanlı ailenin başına bomba atabileceğinin gururunu yaşadık.
*
Değişmeliyiz...
Ben yine barış kapılarını açabilecek, bildiğim tek maymuncuğu sokuşturuyorum deliğe:
Diyelim ki birisine "ne olduğunu" sorduğunuzda, o sıralar:
- Türk, Yunanlı, Kürt, İtalyan, Rus...
- Müslüman, Alevi, Katolik, Yahudi...
- Erkek, kadın...
- Fenerbahçeli, Galatasaraylı, Beşiktaşlı...
- Ankaralı, Tokatlı, İzmirli, Ağrılı...
- Sağcı, solcu...
Ona "Ama önce nesin?" denildiğinde, "Önce Müslümanım" ya da "Önce Yahudiyim" yanıtı, dinler arası çatışmanın başlama narasıdır.
"Önce Türküm, önce Kürtüm, önce Yunanlıyım" denildiğinde, bu ırk çatışmasının başladığı yerdir.
"Önce Fenerbahçeliyim, önce Galatasaraylıyım" denildiği an, tribünlerde kavga çıkar.
Oysa hepimizin farksızca "olabileceğimiz" bir yer vardır:
"Önce insan..."
*
Evrensel huzurun sağlanması; insanlığın bu iki kelimelik buluşma yerinde toplanmasına bağlıdır.
Şimdi söyleyin:
Mamasının ısıtılmasını sağladığınız çocuğun evine bomba düşmesini ister misiniz?
O savaş uçakları korkutsun mu bebeği?..
İnsanlık o buluşma yerinde toplandığında; suyun öbür tarafında olsun, bu tarafında olsun, babası öldürülmüş çocukların gözyaşları arasında fark var mıdır?
O doğalgaz borusu benim için işte bu anlama geliyor.
"Önce insan" duygusunu pekiştirecek bir hat.
Bütün çocukların bizim olduğunu, bütün çocukların mama istediğini, vanası bizde olan bir borudan, uzaktaki çocuğun mamasının ısıtıldığını unutmadan tekrarlamalı:
"Önce insan..."
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2007
KÜÇÜK Cooker’i evden atıyorlar. İcra memurları kapıya dayandı.
"Annesi" Gülseren Uğurlu, çöktüğü koltukta, kendisini hayata bağlayan, yaşam sevinci veren dokuz yıllık arkadaşı için ağladı.
Cooker, öbür koltukta...
Upuzun, lüle lüle kulakları, iri kahverengi gözleri, ufacık bedeni ile öyle hareketsiz bakıyor. Arada bir kafasını sağa-sola yatırarak anlamaya çalışıyor konuşulanları.
Ama bu hukuku(!) anlaması olanaksız.
(.......)
İcra memurları kapının eşiğinde ayakta duruyorlar ve gerekirse Cooker’e de el koyacaklarını söylüyorlar. Hayatı boyunca güçsüz ve dilsiz canlılara yardım etmiş Gülseren Hanım, karşısında duran gücün merhametsizliği karşısında eziliyor:
"Ona ne yapacaksınız?.."
"Uyutulur..."
*
"Uyutulur..."
Bu "öldürülür" demek.
Ya evden atılacak ya da "uyutulacak" Cooker.
Bu mahkeme kararı...
Olayı izleyip Ankara ilavesinde haberleştiren arkadaşlarımız, muhabir Deniz Biliroğlu ile fotomuhabiri Oğuz Demir, icra memurlarının pazartesi gününe kadar (yarın) süre verdiklerini söylediler.
Pazartesi, ya küçük Cooker evden atılacak, ya uyutulacak.
*
Oysa 5199 sayılı Hayvan Hakları Yasası; hayvanların sahipleri tarafından asla terk edilemeyeceğini, sokağa atılamayacağını, sokaktaki evcil hayvanların ise korumaya alınacağını emrediyor.
Yargıçlar bu yasayı yok sayıyorlar.
Hukukun varlıklı ve güçlüler lehine işlediği bir ülkede bu çok da tuhaf değil.
Bu sebeplerden ben Türk hukukuna asla güvenmem.
Önemsiz gibi gözüken bu olay, aslında bize "hukukumuzu" anlatır.
Bakın yakın tarihe; şairlerini, yazarlarını, aydınlarını, fidan gibi gençlerini, hatta devlet adamlarını "atmış" ya da "uyutmuş" bir hukuktur bu hukuk.
Yineliyorum:
Bir ülkenin kültürünü, vicdanını, uygarlığını, hukukunu tanımak için; doğayla ve öbür canlılarla ilişkisine bakın...
Görürsünüz...
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2007
ÇEMBERLİTAŞ anıtının altında olduğu söylenen hazinenin, şu anda onbinlerce Türk’ün aklına takıldığından eminim. Medyada "Çemberlitaş’ın altındaki mermer blokun içinde Hz. İsa’nın hazinesi var" haberi gazetelerde ve televizyonlarda yer alınca, büyük ilgi gördü.
Hazine işte oradaydı...
Ve dün gece yine onbinlerce vatandaşımızın, "Çemberlitaş’ın altına delik açıp hazineyi alma" hayali kurduğundan eminim.
Anıtı restore eden şirketin sahibi, SKY Türk’te "Çok değerli dinsel eşyalar ve hazineyi oradan almak imkánsız. Çünkü dev blok mermerlerden yapılmış bir küçük odacıkta, üzerinde ise dev anıt var" gibi açıklamalar yaptı.
Olsun...
Uzaktan bir gizli delik açılarak anıtın altına kadar gidilir. Sonra yukarıya doğru bir ikinci delikle hazineye varılır.
Trafik polisinin durduğu yere denk gelmez ve polis deliğe düşmezse, işte hazine oradadır.
Yine dün gece kaç bin kişinin hayalinde, "belediye kanalizasyon işçisi" kılığına girip Çemberlitaş’ın dibinde kazma salladığını, hazineyi alıp götürdüğünü tahmin edebiliyorum.
Anadolu’da koca toprak yığınlarından yapılmış yüzlerce höyükten bir tekinin dahi dibi sağlam değil. Her hazine haberi alan bir delik açmıştır oralara.
Devlet koridorlarında oturan odacılar daldıklarında, kahvehanelerde tek başına oturmuş, gözlerini karşı boş sandalyeye dikmiş bir kişi gördüğümde, "hazine bulma hayali" kurduklarını bilirim.
Vaktim varsa sorarım da:
"Buldun mu?..."
".......!"
*
Oysa hazine uzakta bir yerde değildir.
Çok yakındır bize.
Bir an için kendi ellerine baksa insan... Gözlerini açıp kapatsa... Bir türkü mırıldansa diliyle...
Ciğerlerini doldura doldura nefes alsa...
Yüreğini dinlese; umutları, özlemleri, sevdaları...
Kafatasının içine özenle konulmuş, Çemberlitaş’ın altına delik açma fikrini üreten o beyni ile en değerli hazinenin aslında kendisi olduğunu düşünse...
Ve avantacılık, beleşçilik, yağmacılık, cinlik, kurnazlık yüzünden yoksullaştığını bilse...
Bulacak hazineyi ama...
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2007
PEKİİİİ...<br><br>Türkiye Kuzey Irak’taki o karakolu nasıl vurdu?.. Biliyorsunuz; uçaklarımızın sınırı geçmediği açıklandı. Top atışının yapılmadığı da bildirildi.
Zaten orada karakol da yoktu.
O zaman medyada yer alan "İlk nokta atışı... İstihbarat paylaşımı sonucu ilk atışta bir karakol başarıyla vuruldu..." haberleri neydi?
Bence beklemekten bizim medya da sıkıldı.
Nitekim bir gazeteci arkadaşımız işte tam bu sırada kendini "Tümgeneral Yılmaz" olarak tanıtarak, birlik komutanlarını tek tek telefona çağırıp "Operasyon başladı mı?" diye sordu.
Bu iyi bir girişimdi.
Ancak meslektaşımız "Tümgeneral Yılmaz"ın kadrini bilmediler.
Editörü onu kovdu.
*
Ankara’da kendini "Dışişleri Bakanı Ali" gibi tanıtan birisi de TBMM Bütçe Komisyonu’nda "ABD ile istihbarat paylaşımı bugün itibariyle başladı, şu anda tezkere yürürlüğe girdi" gibi laflar edince, dinleyenler "Demek ki operasyon başladı" dediler.
Ve herkes koştu...
İşte karakolun vurulması o zaman oldu.
Medyamız "Operasyon başladığına göre top atılmıştır. Top atıldığına göre karakol vurulmuştur. Karakol vurulduğuna göre ilk nokta atışı başarıyla gerçekleşmiştir" görüşünden hareket etti.
Oysa "Tümgeneral Yılmaz" kovulmasaydı, birlik komutanlarına telefon açıp soracaktı:
"Ben Tümgeneral Yılmaz... Operasyon başladı, top atıldı da, karakol başarıyla vuruldu mu?..."
Sağlıklı yanıt alınacaktı:
"Hayır komutanım, hiç de öyle bir şey olmadı..."
Bu kadar.
Ama "Tümgeneral Yılmaz" kovulduğu için bunca bağımlı dış politikaya rağmen Dışişleri Bakanı kovulmadığı için... Yapılmamış bir operasyonun, patlamamış topunun vurduğu, olmayan bir karakolu izlediniz.
Sizi kandırdılar...
* * *
Gelmemiş bir demokrasinin, asla olmayan hukuk sistemi içinde, nohut torbasının milli irade yerine geçtiği, çağdışı kafalardan çağdaşlığın beklendiği memleket böyledir işte...
Kandırıla kandırıla gidersiniz...
Siz de artık "kandırılmamış gibi" yapacaksınız.
Ne yapalım?..
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2007
ANLADIĞIM kadarıyla bu operasyon işinde; hedefi ABD gösterecek, biz ateş edeceğiz. <br><br>Bir bakıma; ABD nişan alacak, tetiği Türkiye çekecek. Sonra bakacağız:
Değdi mi, değmedi mi?
Nitekim dünkü gazetelerin başlığıydı:
"İlk prova yapıldı..."
Ben hiç ani baskında "prova" yapıldığını duymamıştım.
Sanki Türk Sanat Müziği konseridir.
*
Elbette bu noktaya kolay gelinmedi.
Başbakan önceki günkü grubunda, kendi milletvekillerine "Sayın Bush’a dedim ki" diye açıkladı:
"Ne söylenmesi gerekiyorsa söyledim. ’Siz Teksaslıysanız, ben de Kasımpaşalıyım’ dedim..."
Tarihte böyle büyük sözler vardır:
"...ben de Kasımpaşalıyım..."
Biliyorsunuzdur; AKP milletvekilleri, ABD’ye haddini bildiren bu müthiş devlet adamlığı örneği karşısında hep birlikte ayağa kalkarak Başbakan’ı uzun uzun alkışladılar.
"Fırttt" diye bir ses dahi duyuldu aralardan.
Ağlayan oldu.
Diğerleri de ağladılar:
"Fırttt... Fırttt... Fırtttt..."
Koca Türkiye Cumhuriyeti’nin, uluslararası platformda güç aldığı ve öne sürdüğü kozuna bakın:
Başbakan’ın Kasımpaşalılığı...
*
Bu olağanüstü diplomatik tavır üzerine ABD boyun eğdi demek ki şu anlaşma sağlandı:
ABD nişan alacak, Türkiye tetiği çekecek.
Sonra bakılacak:
Değdi mi, değmedi mi?..
Medyaya göre şu anda "provalar" başladı.
Ben size söyleyeyim; PKK’lı da durup "provaları" seyredecek değil. Onlar da bunca duyumdan sonra "toz olma provası" yapmışlardır.
Nitekim yine medyamızın dünkü manşetlerinde yer alan haberlere göre; ABD’nin belirlediği noktalara atış başladı.
Geri telefon açıp sormak kalıyor:
"Değdi mi, değmedi mi?.."
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2007
BEN o genç askerlere "yaban güvercinleri" diyorum.<br><br>Dağlarda savaşan ve vurulanlar. Son yıllarda köylerden göç sonucu, çatılardaki güvercinler gibi kentlere yerleşseler de... Ya da Sultanahmet Meydanı’ndaki gibi kalabalığa karışsalar da saf ve ürkektir onlar.
Kimi zaman otobüs terminallerinde, tren garlarında kafile kafile gidişlerini görürüm.
Her seferinde o türkü dilime takılır:
"Yemen yolu çamurdandır
Karavana bakırdandır
Zenginimiz bedel öder
Askerimiz fakirdendir..."
*
Sivil kıyafetler giymiş askerleri sağdan-soldan toplayıp götüren inzibat subayına sormuştum:
"Sivil kıyafetler giydiklerine göre, asker olduklarını nasıl anlıyorsunuz?.."
Yanıtlamıştı:
"Biz anlamıyoruz, onlar bizi görünce hazırola geçiyorlar..."
"Yaban güvercinlerinin" cinlikten-kurnazlıktan uzak, tertemiz sadakat duygularını ancak böyle anlamıştım o gün.
*
Birkaç gündür artık "profesyonel askerliğe" geçileceği haberleri medyada var.
Nihayet akıl ve vicdan işe yaradı.
Ankara’daki bütün büyük politikalar onların varlıkları üzerinden yapılsa da... Onlar hepimiz için; asla bedeli ödenemeyecek bir gururun ta kendisi olsalar da...
"Profesyonel askerlik" haberine sevindim.
Genelkurmay’ın yıllardır süregelen terörle mücadelede almış olduğu en önemli karardır bu.
*
Bence de artık yeter.
"Yaban güvercinleri" vurula vurula görevlerini yaptılar. En iyi yaptıkları şeydi vurulmak.
İşte, tam yazının burasında sevgili Faruk Bildirici haber verdi:
"Biraz önce haber geldi, dört şehit var..."
"Yaban güvercinleri"dir...
Yazının Devamını Oku