1 Aralık 2007
"BASKI" var da adını koyamadılar: Sokakta; mahalle baskısı...
Meclis’te; sandalye baskısı...
Patronlara; ihale baskısı...
Yoksullara; iaşe baskısı...
Ramazan çadırı ile; iftariye baskısı...
Esnafa; irsaliye baskısı...
Emekçiye; yevmiye baskısı...
YÖK’e; ilmiye baskısı...
Mayolu afişlere; entariye baskısı...
Akşamcılara; nevale baskısı...
*
Başbakan, sinirlenip de (asabiye baskısı), başka memlekete gitmemi istediğinden bu yana (nakliye baskısı), malum dinci gazeteler hakaret sütunlarını bize ayırıyorlar.
O gazetelerin hedef gösterdiklerinin başına iki şey gelir:
- Ya kovulurlar...
(Tahliye baskısı)
- Ya vurulurlar...
(Kabriye baskısı)
Son olarak sinirlerini bozan yazım; tarikatların denetimindeki kimi mahallelerde cuma günü işyerlerinin kapatılmaya zorlanması (yale baskısı) meselesi...
Yok mu böyle bir şey?
Hadi diyelim ki ben uydurdum.
Pekiiii... Bülent Arınç, tüm Türkiye’nin gözü önünde "Cuma günleri Meclis’in tatil edilmesini" istedi mi, istemedi mi?..
Arınç’ın bu işe ağırlığını koyması (kantariye baskısı) herhangi bir anlama gelmiyor mu?
Bu dahi bir niyetin-amacın ifadesi değil midir?
*
Kim ne derse desin, Türkiye artık paramparça...
Mahalleler, sokaklar ayrı...
Okullar ayrı, veliler ayrı, öğrenciler-öğretmenler ayrı...
Mağazalar ayrı, marketler ayrı, fabrikalar ayrı, esnaf ayrı, sermaye ayrı...
Tezgáhlarda; yumurtalar, sucuklar, yoğurtlar, tavuklar dahi "helal gıda" diye ayrı ayrı...
Biz ayrı...
Ve "karşı devrim"e arkadaşlar "baskı" diyorlar, sadece adını seçemediler.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2007
MEDYA "Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Çankaya’da Atatürk sofrası kurdu" diyor. Çok benziyor çünkü Atatürk’ün sofrasına(!)
Bir defa öğle vakti oturmuşlar sofraya.
Biraz olsun benzesin diye iki kişinin önüne konulmuş birer kadeh beyaz şarap...
Cumhurbaşkanı "haram"dan korunmakta ve su içmekte...
"Abdullah Gül, Çankaya’da Atatürk’ün fikir sofrasını kurdu" haberini okuyunca benim dahi aklıma bir fikir geliyor.
İşte Gül’ü Atatürk’e benzetmeye kalkan medyamıza öneriyorum.
Abdullah Gül’ün adı şöyle olsun:
Atagül...
*
Söyler misiniz; Atatürk’ün sofraları ile Abdullah Gül’ün sofrası hiç birbirine benziyor mu?
Yani benzeyen en ufak bir yeri var mı?
Toplumu aptal yerine koymanın bu kadarı da fazla.
Diyelim ki hadi "Atatürk’ün fikir sofrasının öğle vakti olanı" saydık bunu. Ama için için uygulanan sofu tavırları niye ucundan-köşesinden evirip çeviriyorsunuz?
Fikir sofrası mı?..
Zikir sofrası mı?..
Atatürk’le alay etmek midir yoksa?..
Ya da onu sevenlerle dalga geçmek midir bu?..
Gazetelerin birinci sayfalarında, televizyonlar ana haberlerinde müjde veriyorlar sanki:
"Cumhurbaşkanı Gül, Çankaya’da Atatürk sofrası kurdu..."
Öğle vakti?...
Ama aynı gün patlayan; Maliye Bakanı Unakıtan’ın oğlunun Tekel’e eski makine satanlardan 30 bin dolar aldığı haberi medyada yoktu, bir-iki gazetede tek sütun dışında...
*
Böyle medya olmaz...
Türkiye eğer bölünmeye sürüklenen dış politikasıyla, devleti ele geçiren dinci kadrolarıyla, yurdu kaplayan 5 bine yakın tarikat okuluyla, giderek AB’den uzaklaşan fotoğrafıyla, yok olan hukuku ve asla işlemeyen demokrasisiyle gırtlağına kadar battıysa...
Bunda en büyük günahkárdır medya...
Abdullah Gül, Çankaya’da Atatürk sofrası kurmuşmuş...
Medya öbür kurulanları görmeyecek kadar mı yumdu gözlerini?..
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2007
DOĞRUSUNU isterseniz haberi okuyunca, "İşte, Türklere en yararlı buluş" dedim: "Kırmızı ışıkta kendi duran otomobil..."
Bu iyi bir şey.
Japon Toyota firmasının buluşu bu. Sürücüsü kırmızı ışıkta durmayacak olsa bile otomobil kendisi duruyor.
Belki bir aşama sonrası; sürücüsünün uykusu geldiğinde kendi kendine otelin önüne giden otomobil de yapılabilir.
Arkasından yaşamın diğer alanları:
"Düğünde patlamayan tabanca..."
"Çöp bidonuna kendi giden çöp..."
"Kokmuş ayak girince yürümeyen ayakkabı..."
"Kendi kendine dolan cüzdan..."
*
BM Kalkınma Programı’nın (UNDP) 2007-2008 "insan gelişme raporu" açıklandı.
Türkiye 117 ülke arasında 84’üncü.
Kazakistan ile Ermenistan’ın gerisinde.
Radikal’in yayınladığı araştırmada 1.5 milyar nüfuslu, açlık ve yoksulluk içindeki Çin’in durumu daha iyi ve birkaç yıldan bu yana Türkiye’yi geride bıraktı.
*
Nasıl olur?..
Türkiye nasıl olur da "insani gelişimde" Küba gibi ambargo altında yaşayan bir ülkenin, kıyıda köşede kalmış birçok memleketin, Kazakistan ve dünkü Ermenistan’ın gerisinde kalır?
Japonlar, Türkiye için "kendi kafasına göre yazı yazan yazar" icat etmediklerinden ve halkımız iktidarın kafasına göre yazılan yazılar okuduğundan bu soru hep yanıtsız kalıyor.
Neden Türkiye, Kazakistan ile Ermenistan’ın gerisinde?..
Niçin gelişmiyorsun be kuzum?..
Sebep ne?..
Okumazsın...
Görmezsin...
Düşünmezsin...
Dürüst, namuslu, çağdaş, adam gibi adamlara "kendi kendine giden oy" henüz Japonlar tarafından bulunmamış olsa bile, kendi kendine işlemeyen demokrasi adına...
Nedir bu körlük, sağırlık, algısızlık?..
Beklemeli miyiz Japonları, ki bulsunlar:
"Kendi kendine çalışan kafa"yı...
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2007
CUMHURBAŞKANI’nın TED Koleji’nde okuyan 16 yaşındaki oğlu, internette kurduğu "Adresime gelsin" pazarlama şirketinden sonra, kutuda mısır işinde de gözüktü. Ortaklarıyla Daily Fresh marka haşlanmış taze mısırın satışını yapıyorlar. Ankara’da Armada, Cepa gibi büyük mağazaların girişinde gördüğünüz kutu içinde taze mis mısırlar odur işte.
Onlar asla sıradan mısırlar değildir.
Ben o mısırları gördüğümde, her zaman saygı ile eğilirim.
Daha yaklaşırken ceketimi iliklerim.
Tam mısırcının önüne geldiğimde, iki elimi yanlara yapıştırır, arkadan birisi bana bir şey verecekmiş gibi avuçlarımı arkaya doğru açar, üst tarafım mısırdan yana hafif eğilirken, kalçalarım kışa doğru, saygıyla bükülürüm.
Ve tam taze mısırın önünde "hürmet pozisyonu" aldığımdan iyice emin olduktan sonra mırıldanırım:
"Saygılarrrr..."
Eş-dost "O cumhurbaşkanı değil ki, mısır..." deseler de içtenlikle yanıtlarım:
"Olsun... Cumhurbaşkanını temsil etmesi bakımından..."
*
Mısırlar Malezya’dan geliyor.
Büyük mağazalar girişlerinde hemen yer verdiler, kutu içinde alıp taze taze yiyorsunuz siyasi kimliği olan mısırları.
Ben sofrada dahi mısır görsem ayağa fırlarım.
Muhterem karım "Otur, ev sahibine ayıp oluyor" dese de, hürmeten elimi göbeğime bastırır, öne eğilir, mısırın "Rahatsız olmayın, oturun lütfen" demesini beklerim.
Öyle otururum sofraya.
Arada bir karımın "Durup durup mısır tabağına selam verme" tekmelerini yiye yiye...
*
Böyle bir memlekettir burası.
Allah bilir ya sizin üniversite bitirmiş 30’una yaklaşmış çocuğunuz daha iş bulamamıştır.
O çocuklar geceleri sizden gizli gizli ağlarlar.
Ben bilirim, evdekilerin "iş bulamadı" bakışları altında, sofralarda yutulamayan lokmaları...
Maliye Bakanı’nın çocukları likit yumurtadan, Başbakan’ın oğlu gemicikten, Cumhurbaşkanı’nın oğlu kutuda mis mısırdan başlıyorlar da...
Ya sizin çocuklarınız?..
Böyledir gülüm...
Böyledir bu memleket...
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2007
DÜN bir bayan okurumdan ilginç bir e-posta aldım. Okurumun adını bende saklı tutarak ve kimi bölümlerini kısaltarak aktarıyorum:
"Ben bir şirkette çalışıyorum. Cuma günü kardeşimle öğlen tatilinde yemeğe çıktık. Biz çoğu zaman Ümraniye’ye gideriz. Yine öyle yaptık. Ümraniye’de ’cuma’ olması sebebiyle yine birçok işyeri kapalıydı.
Ender açık yerlerden (.....) mağazasına girdik. Mağazanın sahibi, kapalı bir bayanla münakaşa ediyordu.
İlk bakışta bunu anlayamadık.
Sonra (.....)nın sahibinin yüksek sesi dikkatimizi çekti.
Kapalı kadın, bugünün cuma olduğunu söylüyor, ısrarla mağazanın kapatılmasını istiyordu.
(......) sahibi ’Burasının İran olmadığını’ tekrarlıyordu.
Kapalı kadın sinirlenip gitti.
Ama (.....)nın sahibi bir önceki sefer o kadının erkekler ile geldiğini ve mağazayı yıkacaklarını söyleyip gittiklerini bize anlattı.
Çok korkmuştu..."
*
Okurumun notu böyle.
Başta İstanbul’un kimi semtleri olmak üzere birçok tutucu kentte cuma günleri işyerlerinin, çarşıların, mağazaların tarikatların baskısıyla kapatıldığını biliyoruz.
Kimi esnaf isteyerek...
Kimisi tehdit ile...
İşte tam bu sırada, yani dün eski TBMM Başkanı, AKP’nin en öndeki üç isminden birisi Bülent Arınç, Meclis’in "cuma günleri" tatil olmasını istedi, biliyorsunuz.
*
Devletin tepesindeki koltuklar el değiştirip de karşı devrim Türkiye’yi ele geçirdikten sonra işte böyle oldu.
Taban dalgası yükseldi...
Sertleşti...
Artık dinciler daha cesur, daha iddialı, daha sabırsız, daha yırtıcı, daha hırçınlar.
Bu yüzdendir; Bülent Arınç’ın "cuma tatili" istemesiyle, tutucu semtlerde yobazların açık işyerlerini, korku salarak ve tehditle kapatmaları birbirine denk geliyor.
Ve ortaçağa yolculuk sürüyor
Hadi Türkiye...
Ortaçağa doğru...
Yuvarlana yuvarlana...
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2007
AYILARI vurma kararı aldılar.<br><br>Kararı alan Çevre ve Orman Bakanlığı. Bir de Bozcaada’nın kınalı kekliklerini vuracaklar. Karar yine Çevre ve Orman Bakanlığı’nın.
Kimi açıkgöz firmalar yabancı avcıları getirip ülkemizdeki hayvanları büyük paralar karşılığında vurduruyorlar.
İzin veren; Çevre ve Orman Bakanlığı...
Çığlıkları duyan yok.
*
Çevre ve Orman Bakanlığı çevreyi ve ormanı korumak için kurulmamış mıdır?
Ama öyle değil işte... Bu bakanlığın izni olmadan ne bir dalın kesilmesi, ne bir taşın yerinden kaldırılması, ne bir kazmanın vurulması olası...
Bu bakanlık verdiği izinlerle, süregelen doğa yağmasının "yasal" olmasını sağlıyor.
Koruması gerekenleri, yok etmeye yarayan bir devlet kuruluşu...
- Belek ormanlarının kesilip golf sahası yapılması...
- Acarkent faciası...
- Kaz Dağları katliamı...
- Tuz Gölü’nün yok oluşu...
- Tam 72 gölün kurutulması...
- Hasankeyf rezaleti...
- Bergama yüz karası...
- Boğaz ormanlarının taş-kömür ocaklarına verilmesi...
- Yüzlerce güzelim koyun çirkin kooperatif evleri ile kaplanması...
- Irmak ve nehirlerin boyalı akması...
Say say bitmez...
Tüm bu doğa katliamları, bu yağmalar, bu yok edişler ancak Çevre ve Orman Bakanlığı’nın izniyle olabiliyor.
*
Şimdi sıra ayıları ve keklikleri satmaya geldi.
Dışardan getirilen zengin avcılara ayılar ve keklikler vurdurulacak, bu işi yapan turizm şirketleri ile kimi görevlilerin cepleri dolacak...
Ve kimse o canlıların çığlıklarını duyamayacak...
Kimin izin ve onayıyla?...
Tabii ki Çevre ve Orman Bakanlığı’nın...
Çevre ve Orman Bakanlığı diye bir kurum olmasaydı, belki bu işler bu kadar kolay olmayacaktı.
Ama ne yazık ki bir Çevre ve Orman Bakanlığı var...
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2007
BİLİR misiniz; valiler karşılamayı ve uğurlamayı çok severler. Ben bir vali tanımıştım; terziye palto diktirir gibi, karşılamalarda yere sermek için "özel kırmızı halı" diktirmişti.
Hatta dikimde provalara gitmiş, yanındakilere sormuştu:
"İyi durdu mu?.."
Halısını hep yanında taşırdı.
Cumhurbaşkanı olsun, başbakan olsun, bakanlar olsun geldiklerinde mutlanır "Halımı getirin..." diye zıplardı.
Halının üzerinde kimse yokken de ona saygı gösterir, dayalı durduğu köşenin önünden geçerken her zaman ceketini ilikler, kalçasını dışa, yüzünü kırmızı halıya doğru eğerek "Saygılarrrr..." derdi.
*
Devlet büyüklerini karşılamaya ve uğurlamaya bayılır valiler.
Kimse gelip gitmediğinde canları sıkılır, keyifleri kaçar, surat asarlar ve sorarlar:
"Gelen giden var mı?..."
Diyelim ki sel geldi, kar geldi, hastalık geldi, kapkaç geldi, irtica geldi...
İlgilerini çekmez.
Ya da; orman gitti, göl gitti, tarım gitti, hayvancılık gitti, meralar gitti, hukuk gitti, cumhuriyet gitti...
Umursamazlar.
Ama iktidarın cumhurbaşkanı, başbakan, bakanı gelip gitsin...
Koşarlar...
Özel kırmızı halı diktiren vali bağırırdı:
"Halımı getirin..."
*
Dünkü Milliyet’te vardı:
Başta İstanbul Valisi olmak üzere, valiler hacı adaylarını törenlerle uğurlamaya başladılar.
Daha önce niye uğurlamadılar?..
Başka işleri mi yoktu?..
Valinin görevi midir hacı adaylarını uğurlamak-karşılamak?..
Çünkü AKP iktidardadır...
Bu; bir yerde iktidarı uğurlama-karşılama anlamına da geliyor.
İstanbul’un denizi, dağı, ormanı, koyları, yeşil alanları, huzuru, güvenliği, altı-üstü gitti, valinin haberi olmadı.
Ama hacıların gidişine yetişebiliyor.
Kırmızı halılar koltuklarının altında.
Ne diyeceksiniz?
Ne?..
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2007
DEMEK ki o an oturduğum yerden "Gururluyuz..." diye fırlamışım. Futbol işinden anlayanlar "Türkiye’nin bu morale çok ihtiyacı vardı" diyorlar.
O zaman daha ne?
Kuzey Irak’taki üç kuruşluk aşiret reisinin "Türkiye buralara yaklaşamaz" savı gerçekleşip de, günlerdir "ABD’den top mermisi atacağımız yerin adresini" beklerken...
Spiker bağırdı:
"Top ağlarda..."
"Türkiye’nin bu morale çok ihtiyacı vardı" diyorlar.
Topsa, top...
*
Bu koca millet, sınırdaki top ile Ali Sami Yen’deki topu bir saydı demek ki.
Daha önceki gün Başbakan "Kovboy değiliz" dedi.
Peki o "Kararlılık noktasındayız, tezkere laf olsun diye çıkarılmaz, 72 saat bekleriz, gereken yapılır..." neydi?
Herkes biliyor ki koca Türkiye, iki aşiret reisinin karşısında sus-pus kesildi.
Halkımızın morali bozuktu.
İşte tam bu sırada spiker bağırdı:
"Top ağlarda..."
Topsa top...
*
Gazeteler, toplumun öbür toptan dolayı bozuk olan moralini bu topla düzelttiler nitekim:
"Düğün gecesi..."
"Şu çılgın Türkler..."
"Avrupa duy sesimizi..."
"Mutluyuz..."
"Türk durdurulamaz..."
"Çıktık açık alınla..."
*
Futbol işlevini bu kez de yaptı.
Gururlandı Türkiye.
Topraklarını ve çocuklarını korumakta dahi dışa bağımlılığın, kimliksiz ve kişiliksiz politikaların, pısırıklılığın ezikliği altında, top atacak noktanın adresini ABD’den beklerken...
Ağlara gönderdik topu.
Topsa, top...
Yazının Devamını Oku