Bekir Coşkun

Beyaz Saray’daki küçük köpek...

9 Kasım 2008
ABD’nin yeni başkanı, tüm dünyanın izlediği zafer konuşmasında, sevgiden, barıştan söz ettikten sonra şöyle dedi: "Küçük köpeğimiz de bizimle Beyaz Saray’a gelecek..."

Dünyanın yer yer yandığı, ekonomilerin çöktüğü, dev sorunların altında insanlığın ezildiği bir dönemde, yeni ABD Başkanı’nın tarihi konuşmasında yer aldı: "Küçük köpek..."

Obama;
çocuklarla başlayacak sevgi ve barış dünyasının kilidini gösteriyordu aslında... Gücü ve dili olmayan canlılara dahi sahip çıkmanın önemini... O an çocuklar ağladılar...

*

Atatürk
dışında bir tek devlet adamımızın, köpeğini ya da kedisini hatırlamayız. Çünkü yoktu...

Dili-gücü olmayan bir canlıya verecekleri sevgi, duyacakları sorumluluk olmadığı için böyle oldu:

Amerikalılar; güçlü, egemen ve mutlu...

Biz; yoksul, ezilen, bağımlı, kan-revan içinde ve mutsuz...

*

Bu yazıyı yazarken dahi itlaf (hayvanları toplu öldürme) haberleri geliyor yurdun dört bir yanından.

İstanbul’un göbeği Sarıyer’den, Ankara’nın göbeği Saray’dan...

Devletin adamları geceleri Azrail kılığında çıkıp çocukların kedilerini-köpeklerini zehirli tüfeklerle öldürüyorlar.

Bu vahşetin bir ucu Ermeni katliamındadır, bir ucu Madımak Oteli’nde, bir ucu kanlı 1 Mayıs’ta, bir ucu görüyorsunuz; yataklara bağlanmış kimsesiz çocuklar yurdunda...

Çünkü; dili, gücü, savunması olmayanlara karşı kirli-kanlı merhametsizliğin, küçük yaşta yüreklere yerleştirildiği yerdir orası...

*

İşte Obama, her satırı çok anlamlı mesajına, ne yapıp yapıp onu yerleştirdi: Küçük köpeği...

Sadece önündeki meydanda onu dinleyen 200 bin kişi çığlık attı... Sorumluluğun, barışın, insan olmanın, merhametin, sevginin, ne olursa olsun güçsüz-dilsiz bir tek canlıyı dahi koruma duygusunun, tarihi konuşmadaki ifadesiydi:

O küçük köpek...

Ben sevindim...

Çocuklar ağladılar...
Yazının Devamını Oku

Telefonda yedi kişiyiz...

8 Kasım 2008
KİMSE cep telefonu ile huzurlu, güven içinde konuşamıyor, herkes dinlendiğini düşünüyor.<br><br>Ki bu doğru... Ben telefonla eş-dostla konuştuğumda aslında iki değil üç kişi olduğumuzu bilirdim. Şimdi, diyelim ki Osman’la konuşurken aslında yedi kişi oluyoruz:

Polis İstihbarat, Jandarma İstihbarat, MİT, Kaçakçılık Dairesi, Özel Birim...

Etti beş...

Osman altı...

Ben yedi...

Yani odama gelip ellerini kulaklarının arkasına huni yapıp dinleseler, oturtacak o kadar koltuğum moltuğum yok, kimisi ayakta durarak dinlemek zorunda...

*

Olsun...

Devletin selameti için.

Zaten toplumda herkes dinlendiğini bildiğinden şizofrenik bir ruh hali var insanlarda.

Ve dostlar benimle konuştuklarında, durup dururken niye "Yani benim en çok sevdiğim şey vatandır..." demelerini anlarım va asla şöyle sormam:

"Şimdi ne alakası var, kedinin evden kaçması ile senin vatanı çok sevmenin?..."

Bu arada telefondaki heyet anlamasın diye şifreli konuşmayı da öğrendi vatandaşlarımız:

"Orasına baktın mı?.."

"Baktım şeyi iyi..."

"Hımmm..."

"Girdi-çıktısı otomatikli..."

"Aaaaa.
.. Otomatikli olanını da ilk defa duyuyorum..."

Araba mı almış, ev mi, çamaşır makinesi mi?..

İnsanlar; maliyesinden polisine, jandarmasına kadar, devletin kendilerini dinlediğini varsayıp, en doğal ve yasal haklarını bile gizlemeye çalışıyorlar.

Birisi kapınızı dinlediğinde bunun en büyük "ahlaksızlık" olduğunu bilseniz de, devlet sizi dinlediğinde bu "yasal" oluveriyor.

Şizofren bir topluma geçişin ilk adımları bunlar.

Demokrasiyi arayan, ama ceplere yerleştirilmiş polisler, istihbaratçılar, hafiyeler ile sindirilmiş-korkutulmuş bir milletin trajikomik hali...

Telefonla iki kişi konuştuğumuzda...

Aslında yedi kişiyiz...
Yazının Devamını Oku

Benzerlik...

7 Kasım 2008
SİYAH Obama’nın kazanmasını, türbanın-tesettürün Çankaya’ya çıkışı ile birleştirip, bizdeki dincilerin iktidara gelmesine benzetmek istiyorlar. Çok benziyorlar zaten(!)

Gerçi ben daha görür görmez, "Aaaaaa ne kadar da benziyorlar... Abdullah Gül mü desem, Tayyip Erdoğan mı desem?.." demişimdir.

*

Abdullah Gül
desem:

Diyelim ki Obama’nın küçük kızı acele internette bir şirket kuruyor, haşlanmış mısır ithal edip Amerika’nın büyük marketlerinin önünde mısır sattırmaya başlıyor.

Karısı ABD’yi "yeterince insan hakları olmadığı" iddiasıyla uluslararası mahkemeye veriyor.

Seçimden önce bir trilyon dolar kaybolmuş, sanıklar mahkûm olmuşlar hapisteler, ama seçmenler Kayserili Obama’yı başkan seçtikleri için dokunulmazlığı var.

O da zaten öbür suçluları affediyor...

Ve babası New York Belediyesi’nin billboard ihalesine giriyor...

(.........)

Benzemedi mi?...

Peki, o zaman Tayyip Erdoğan benziyordur:

Diyelim ki Columbia Üniversitesi’nde okudu, Harvard mezunu... "Uluslararası ilişkiler" ve "siyaset bilimi" üzerine üç kitap yazdı!..

Küçük kızından borç para alarak gıda dağıtım şirketi kurdu, büyük kızı da durup dururken "gemicik" sahibi oldu...

ABD merkez bankasından 700 milyon dolar kredi sağlayıp, damadına New York Times gazetesi ile ABC televizyonunu satın aldı...

Bakanlarının yarısı, senatörlerinin üçte biri, iki başkan yardımcısı, belediye başkanlarının beşte dördü "sanık" durumunda.

Ama tümünün dokunulmazlığı var, onlara yargı dokunamıyor...

"Atlantik feneri" adı altında Meksika’daki inançlı ve saf Hıristiyanlardan "Cennete gideceksiniz" diye para toplayıp bavullarla taşıdılar...

Hele hele bir mister Zahid var ki...

Ve Birleşik Devletler yargısı, partisinin "ABD anayasası karşıtlığının merkezi" olduğuna karar verdi...

*

Benzetemediniz?..

Olsun...

Artık benzediği kadar.

Herkesin Obama’sı kendine göre.
Yazının Devamını Oku

İki eşek...

6 Kasım 2008
ABD seçimlerinin en hoşuma giden yanı bu oldu:<br><br>Kazananların amblemi; eşek... Birçok hoşluk var aslında; Beyaz Saray’da bir siyah... Babası keçi çobanı, büyükannesi İngilizlerin aşçısı...

Amerikalılar aynı otobüse binmedikleri, aynı lokantaya girmedikleri zencilerden birisini başkan yaptılar, bu çok keyif verici.

Bush’tan kurtuldu dünya.

Obama ağladı, demek ki gözyaşları var...

Ama en hoşuma giden şey:

Eşek kazandı...

*

Hemen altındaki habere gözüm kayıyor:

Bizim siyasetçimiz; Meclis’te fiske atmakta...

Bir ayağı havada, onu yere basmadan öbür ayağı ile de fiske atmaya kalktığı için (ki biz buna eşzamanlı çifte fiske diyoruz) kıçüstü düşmekte...

Partilileri bu durumlarda verilmesi gereken desteği vermişler, yirmi kadar el fiske atanın yere yaklaşmakta olan kıçını tutmuş...

Niye?..

Kıçüstü oturmasın diye...

O ise hazır desteği bulmuşken, fiskelerini otomatiğe bağlamış, havada bisiklet çevirir gibi fiske üstüne fiske atıyor.

(.........)

Derdi; Deniz Feneri rezilliğinin iktidardaki henüz bilinen (çünkü henüz bilinmeyen de var) uzantısı RTÜK Başkanı Zahid Akman’a, muhalefetin "Ahlaksızlığa sahip çıkmayın" diyerek itiraz etmesi.

Fiskeci buna kızmış.

İşte:

Sağ ayağını kaldırdı, 45 dereceye getirdi, üç kez kendi ekseninde döndü, ayağı yerine arka nahiyesi muhalefetin önüne denk gelmesin diye göz ucu ile kontrolünü yaptı...

Ve ikişerden, peş peşe altı fiske attı...

*

Ah demokrasi...

Sen insanların işisin...

İnsan olanın, faziletli olanın, namuslu olanın, ahlaklı olanın, görgülü olanın, adam gibi adamların...

Sen terbiyesin...

Yoksa elin eşeği kazanır, dünyayı yönetir, gıpta ile bakarız da... Amblemi fener, nur, ışık, ampul olanlarımızın eşekliği düşer bize...

İki eşeğin hikáyesidir bu...
Yazının Devamını Oku

Hamdolsun yüzde 22.5...

5 Kasım 2008
BUNLARIN zamları da bir tuhaf.<br><br>Bir defada yüzde 22.5... Ve gerekçesi maziye dayalı; dünya petrol fiyatlarının dokuz ay önce yüksek oluşu...

(.......)

Biliyorsunuzdur; ekonomide iyi bir şey olduğu zaman, bunu kesinlikle Tayyip Erdoğan yapmıştır... Ama kötü bir şey olduğunda ise dışarının etkisindendir.

Bu sefer de zammın düşünülen gerekçesi "petrol fiyatlarındaki aşırı artış" idi.

Ama aksilik petrol fiyatları tam bu sırada 100 doların üzerinden 60 dolara düştü.

Bu durumda gerekçe şöyle oldu:

"Dokuz ay önce yüksekti..."

(.........)

Ve "Doğalgaza petrolün etkisi geriden geliyor" diyorlar.

Olabilir.

Gaz ya...

Pekiiii... Geriden gelmeyip de günü gününe tüketiciyi yansıtılan benzin-mazot fiyatları niye etkilenmiyor petrolün tepetaklak düşüşünden de Türkler dünyanın en pahalı benzinini-mazotunu kullanıyorlar?..

Petrolün düşüşü benzine yansımıyor, ama dokuz ay önce yüksek oluşu doğalgaza yansıyor...

*

Ben size söyleyeyim; Tayyip Erdoğan ekonomiden anlamaz.

Ama bunu belli etmez.

Tıpkı İngilizce bilmeden dünya liderleri ile sohbet eder gibi yapıp, bunu hiç de belli etmediği gibi...

Şimdiye kadar Kemal Derviş ile uygulamaya konulan, IMF kontrolü ile yürütülen ekonomiyi, zar-zor götürdü diyelim.

"Ellememe politikası" idi bu...

Ama şimdi iş başa düştü.

Ve berbat etmeye başladı ortalığı.

Dış basına bakın; küresel krizin merkezi sayılan ülkelerde insanların yaşamı normal sürüyor, hiç kimse aç-açıkta kalmış değil.

Türkiye’nin krizin dışında olduğunu söyleyen büyük ekonomist Başbakan’dı, ama görüyorsunuz; iş ve çalışma hayatı insanların başına çöküyor. Kriz ülkelerinde doğalgaz fiyatları yılbaşından bu yana yüzde 40 arttı, Türkiye’de yüzde 80...

Ve soba almaya koştu halk...

Hamdolsun yüzde 22.5...
Yazının Devamını Oku

Teneke sobalar...

4 Kasım 2008
SOBALARIMIZ tenekedendi.<br><br>Ağırlıktan yanlara doğru hafif açılmış dört ayağı, odunları koymak için büyük, hava ayarı için küçük sürgülü kapakları vardı. Borular önce tavana doğru yükselir, sonra dirsekle döner, duvardaki deliğe girerdi.

Bir-iki yerinden telle tavana ya da duvarlara bağlanırdı borular, ki başımıza düşmesin.

Soba altlıkları, üzeri teneke ile kaplı tahtadan yapılırdı. Kenarları dört parmak yüksekliğinde ve yapan ustanın zevkine göre çivinin ucuyla süslenirdi...

Yakıldığında genelde evi duman basardı. Kapıyı-pencereyi açardık ve paltolarımızı giyerdik, baca ısınıp da sıcak hava doğal yolunu bulana ve ev ısınana dek. Ve ısındıkça çıtır çıtır sesler gelirdi borulardan, toplanırdık teneke sobanın başına.

Sobalar evin fırınıydı, ocağı, çocukların çalışma salonu, kestaneci, mısırcı, çayhanesi, büyüklerin kütüphanesi, kedinin uyku yeri, ailenin toplantı mekánı...

Yuva olmanın, sevginin, özlemlerin, umutların, hayallerin çatırdadığı yer...

Sıcaklıktı sobalarımız...

*

Ben kalorifer peteklerini hiç sevmedim.

Borularla ayrı ayrı odalara bölündü sıcaklıklar.

Duvarlara takılan kalorifer petekleri aslında bizi bölüyordu, farkında değildik. Kız ile oğlan odalarına çekildiler. Anne yemeği mutfakta yapıyor artık.

Baba kitabını nerede okusa olur.

Evi artık duman basmıyor, hep birlikte yaşanan minik duman savaşının o unutulmaz işbirliği son buldu. Yuvalar odalara dağıldı, kestaneci gitti, mısırcı orda değil, çay ocağı kapandı, kedi kayboldu ortadan...

Hikáyeler, anılar, sohbetler, bir arada olmanın o damak tadı, o yuva olmanın ısısı bitti...

Bir teneke soba giderken neler götürdü bizden farkına varmadık bile.

(.........)

"Doğalgaza çok zam geldi" diyorlar:

"Zam geldi, ısınmak artık daha pahalı..."

Modern hayat böyle istiyor, ne yapacaksınız?

Bu size medeniyetin getirdiği ağır fatura gibi gelebilir, ama bir teneke sobanın götürdükleri yanında lafı mı olur a dostlar.

Bizim bir teneke sobamız vardı...
Yazının Devamını Oku

O ağaç sizin...

2 Kasım 2008
BİR sincap gördüğünüzde ceviz ağacında, o sizin sincabınızdır, o size emanet... O köşe başındaki meşe ağacı sizin...

Karşı yamaçtaki çamların, servilerin, çınarların, yoncalığın, çimenlerin sizden başka kimsesi yoktur, onları siz koruyacaksınız, onlar sizin...

O kumru sizin...

O serçeler sizin...

Saksağan sizin...

Nehir sizin nehrinizdir, göl sizin gölünüz...

Deniz sizin...

*

Ama siz her zaman onları yalnız bıraktınız.


Eli baltalı adamlar ormana yanaştığında, dozerler-kepçeler yeşil alandaki sincabın ağacını söküp attığında, yunusları tüfeklerle öldürdüklerinde, fabrikalar yağlı sularını nehre-göle akıttıklarında, denizi çöplük olarak kullandıklarında öyle baktınız.

Sanki onlar başkasınınmış gibi...

Onların varlığı size huzur-mutluluk verdi de, yok edilişlerinde arkanızı döndünüz...


Bir ağaç kesildiğinde nefesinizin bir kısmının kesildiğini, bir kuş öldüğünde mutluluğunuzun çalındığını, denize-ırmağa kıyıldığında bir parçanızın alındığını, yunusları öldürdüklerinde, denizlerdeki dostunuzu vurduklarını anlamadınız.

Oysa onlar sizindi...

Size emanet...

Doğanın tükenişindeki en büyük nedendir işte bu:

Vefasızlığınız...

*

Vakit çok geç değil.

Henüz zaman var.

Bir ağaç kesildiğinde, bir koruluğa dozerler girdiğinde, pis boruları denize-ırmağa bağladıklarında, o kuşu vurup o sincabı kovduklarında, komşunuzun kapısını çalıp "Hadi gidiyoruz" demelisiniz:

"Yardıma gidiyoruz... Onlar bizim..."

Uygar insan bunu yapar.

Sahip çıkmalısınız onlara; örgütlenerek, bir araya gelerek, el ele vererek, sevgilerinizi birleştirerek, merhametlerinizi çatarak...

Sizden başka kimsesi yoktur onların...

Onlar size muhtaç...

O ağaç sizin, o kuş, o ırmak, o koruluk, o yunus...
Yazının Devamını Oku

Atatürk ’Mustafa’yı görse...

1 Kasım 2008
DİYELİM ki Atatürk beyaz atının üzerinde çıkageldi, yanında İsmet Paşa, komutanları, yaverler... Aşağıda Cumhuriyet Bayramı ve herkes "Mustafa"yı seyretmek için kuyruklarda.

Atatürk, İsmet Paşa’nın kulağına eğilerek:

"Şu arkada, elinde bazuka gibi boru olan, topçu neferi midir?.."

İsmet Paşa:

"Hayır Gazi Hazretleri, o Can Dündar, muharrir... Elindeki kamera aleti, hususiyeti sinema çeker..."

"Niye atlarımızın kıçını çekiyor?.."

"Buna ’insani boyut belgeseli’ diyorlar..."

Ata:

"İlke ve inkılaplar yönü ile de belgesel imal ederler mi bu fikriyatta olanlar?.."

"Sponsor lazım..."

"Sponsor bir nevi milli şuur gibi bir şey midir?.."

İsmet Paşa:

"Hayır Gazi Hazretleri, parayı veren... Parayı kim veriyorsa, şuur o cihette nüks etmektedir..."

Atatürk:

"Pekiiii... Aziz milletimiz sinemaya girip, aziz askerlerimizin cephelerde elde ettikleri muazzam zaferleri vefa hissiyatları içinde mi seyretmekte?.."

İsmet Paşa:

"İnsani yön belgeseli hesabıyla bakmaktadırlar, gece karanlıkta önderimiz ne yapmakta..."

Ata:

"O karanlık gecelerde uykusuz kalıp bir hür vatan yaratma sancılarımın acısını anlamışlar demek ki..."

İsmet Paşa fısıldayarak:

"Hayır, bir oturuşta büyük rakı içtiğiniz, gece karanlıktan korktuğunuz ima edilmekte..."

Atatürk hüzünle:

"Buna asıl aydınlıktan korkan hilafetçiler sevinecekler... Onlar hálá dergáhlarında oturuyorlar mı İsmet?..."

İsmet Paşa:

"Hayır Gazi Hazretleri, devletin tepesinde oturuyorlar..."

"Peki, Cumhuriyet Bayramı diye neyi kutlamaktadır bu millet..."

İsmet Paşa:

"Cumhuriyetten geri kalanını..."

Atatürk, atını çevirir:

"Gidelim Paşa..."
Yazının Devamını Oku