Bekir Coşkun

İşsiz...

19 Kasım 2008
İŞSİZ sabah uyandığında uzun uzun tavana bakar.<br><br>Dışardan gelen sesleri dinler. Önden geçen arabaların uğultusu, uzaktan bir köpeğin havlaması, okuldan dönen çocukların gürültüsü... Ama onu en çok bir telefon sesi ya da kapının çalınması heyecanlandırır...

Bir haber beklemektedir işsiz.

Bir haber...

İçindeki sıkıntıya inat, tek tesellisi yatağından çıkmak zorunda olmadığını düşünür. Oysa bu; kurulu saatin sesi ile işe yetişmek için sıcak yataktan çıkmaktan binlerce kat daha acı verir insana.

Yüzünü yıkasa da olur, yıkamasa da...

Aynaya baksa da, bakmasa da...

O en sevdiği şey, kahvaltı masasındaki reçele elini uzatırken, bunu hak etmediği duygusu içindedir işsiz. İçinde dolanıp duran sızı bir an göz pınarlarına ulaşır ve reçelin aslında acı olduğunu öğrenir.

Hava her zaman kapalı...

Her söz yaralayıcı...

Her dost yabancı...

Ve reçel acı...

*

O akşam Andree eve gelip salona girer girmez bana bakmış ve ağlamaya başlamıştı.

Şaşırmış ve korkmuştum.

Ona "Ne oldu?" diye sorarken, kötü bir haber getirdiğini, kötü bir şey olduğunu düşünmüştüm.

Niye ağladığını anlatmıştı, o işsiz kaldığım günlerin bir beter kötü akşamında:

"Sabah bıraktığım koltukta oturuyorsun hálá..."

*

Ben bilirim işsizi...

Öyle telefona bakar...

Kaç gündür gökten kapanan fabrikaların, iflas eden işyerlerinin, içten çıkartılanların haberleri yağıyor. Sadece dün işsiz kalanların sayısı 225 bin, toplam işsiz sayısı 5 milyonu aştı diyorlar...

Zenginliklerde hiçbir zaman payı yokken, yoksullukta en derin acıyı çeker işsiz.

Ve hiçbir zaman işsiz kadar bedel ödemez patronlar...

(........)

Kimi zaman kapı zili ya da telefon çalmış gibi gelir adama... O umutsuzluk, o bekleyiş, o çaresizlik nasıldır bilemezsiniz...

Hava her zaman kapalıdır, ışıklar her zaman fersiz...

Her söz işsizi deler de geçer...

Bilirim ben, acıdır reçel...
Yazının Devamını Oku

Yaşasınnnn...

18 Kasım 2008
CHP iktidara yürüyor.<br><br>Gazetelerde-televizyonlarda kara çarşaflı-türbanlı kadınları CHP’ye iltihak ederken görünce bunu anladım demek ki... CHP iktidara yürüyor...

Nitekim Deniz Baykal dahi türbanlı-çarşaflı hanımları görünce anladı ki başbakan olmakta.

İşte buuuuu...

*

Bir başka toplantıya da dergáh cemaatinden cüppeli-sarıklı birkaç kara sakallı mürit katıldı mı... Ve Genel Sekreter Önder Sav, kenarı dantelli külah edinip, toplantıların ortasında kafasına geçirdiği gibi, arada bir "Tekbiiirrrr..." diye bağırdı mı?...

Kim tutar CHP’yi...

Geriye kalıyor, Baykal’ın gidip Başbakanlık’taki koltuğa huzur içinde oturması...

Müthişşş...

*

AKP
’liler son zamanlarda "laik cumhuriyet", "Atatürk" sözcüklerine sarılırken, dinin siyasete alet edilmesini istemeyen CHP’nin medyanın karşısına türbanla-çarşafla çıkması, "Acaba yer mi değiştiriyorlar?" sorusunu akla getirse de, bu doğru değil...

CHP; aydın-çağdaş-bilinçli-tepkili seçmenler için bir şey üretemediğinden... Onları motive edip harekete geçiremediğinden, türbanlı-çarşaflı kesimi deniyor sadece.

Çünkü onlar için bir proje, bir atılım, bir üretim, bir tasarım, bir açılım gerekmiyor.

Sadece "Elhamdülillah Müslümanız" demek yetiyor.

Sonra bir de bakıyorsunuz ki CHP iktidarda.

Oleyyyyyy....

*

Diyelim ki yaklaşan yerel seçimler için; CHP’nin insanların aklında kalacak bir siyasi tavrı-tepkisi gözükmüyor... Kentler, belediyecilerin eliyle yağmalanıp çalınırken bunu nasıl önleyeceğine ilişkin bir flaş paketi de yok...

Bir çaba, bir gayret, belediyecilikte bir iyi örnek yok...

Bir tek türbanlı-çarşaflı kadınların CHP’ye gelmeleri iyi bir şey... Bir de kenarı dantelli külah edinildi mi?

Büyük iktidar yürüyüşü işte bu...

Ve bir de bakmışsınız ki CHP iktidarda...

Yuppiiii...
Yazının Devamını Oku

Çocuklara ne diyeceğim?..

16 Kasım 2008
DÜNYANIN en büyük ve etkili hayvan hakları örgütü PETA, Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu’nun önünde önceki gün eylem yaptı: Bir adam, önünde Türkiye’de öldürülmüş kedi-köpekler.

Onları zaman zaman kaldırıp herkese gösteriyor ve birkaç dilden durmadan "Merhamet..." diye bağırıyor.

İnsanlar toplanmaya başlıyorlar etrafına. Kalabalık giderek artıyor. Medyanın objektifleri sarıyor çevresini.

Yanındaki afişte kocaman bayrağımız var.

Adamın yüzünde ise bıyıklı bir devlet adamımızın maskı.

Ve afişte, Türkiye’deki hayvan katliamlarından tüm insanlığın haberdar olduğu yazılı.

*

Canım sıkıldı.

Medyada, internet sitelerinde, yabancı ajans bültenlerinde ise, yüzlercesi gibi Van’da araba çarptıktan sonra bir çöpçü tarafından boynuna tel bağlanıp, çöp kamyonunun presine atılan köpeğin bakışları dönüp duruyor.

Hayvan dostlarının çığlıkları tüm gün dinmedi.

Bilgisayarıma çocukların mesajları geliyor. Çocuklar o köpeğe ne yapıldığını soruyorlar, onların tüm mesajlarına özellikle yanıt verdiğim halde, bunları görmezlikten geliyorum.

*

İstanbul Barosu Hayvan Hakları Komisyonu, HAYTAP hayvan hakları federasyonu, İstanbul Veteriner Hekimler Odası;
hayvanlara karşı işlenen suçların "kabahat" olmaktan çıkartılıp "suç" sayılması için çalışma başlattılar. Bu; İzmir Milletvekili Bülent Baratalı imzası ile teklif olarak Meclis’e geldi.

Ama havyan dostlarının destek eylemleri gerekiyor.

Bir yabancı Brüksel’deki AP önünde "Merhamet" diye bağırıyorsa... Biz, bize emanet edilmiş canlar için Meclis’imizin önünde çığlık atmamalı mıyız?..

*

Bu böyle süremez.

Gücü, dili, savunması olmayan canlılara eziyet eden, acımayan, merhamet göstermeyen toplumları "uygar" saymazlar... Her evde bir kediyi ya da köpeği evin ferdi sayan medeni toplumlar, asla sevmezler-sevemezler bizi...

Durmadan bağıracaklar AB kapılarında:

"Merhamet..."

Ve ben, çocuklara yanıt vermeliyim. Kendi ülkeleri ile gurur duyacakları, sevinecekleri bir güzel haber...

Ne diyeceğim çocuklara?..

Ne?..
Yazının Devamını Oku

Gazeteciler...

15 Kasım 2008
KİMİ gazeteci arkadaşlarımızı Başbakanlığa sokmama kararı aldılar ve medya kızdı. Siz de gitmeyin...

Onurlu ve saygın bir meslekse gazetecilik, tüm gazeteciler terk edin orayı...

Editörler, başyazarlar, yazarlar, haber müdürleri, şefler...

Başbakan’la ilgili hiçbir haberi koymayın gazetelerinize, televizyonlarınıza...

Diyelim ki Başbakan ABD’de Obama’ya akıl verdi, "Dikel, dik dur, dikine dikine diklen" diye akıl mı verdi?.. Hiçbir medyada yer almasın bu... Ya da Türkiye’ye mi döndü, kimse yayınlamasın, herkes onu ABD’de kaldı bilsin ve bırakın o evde, "Ben geldim, bu noktada niye gelmemiş gibiyim?" diye zıplasın...

*

Aslında bildiğiniz gibi değil; zavallı bir mesleğin mensuplarıyız biz.

Yuvasız kuşlar gibiyizdir, evlerimizde huzur-mutluluk olmaz...

Çocuklarımız babasız-annesiz gibidir... Eşlerimiz yalnız... Yuvalar yıkarız bu meslek uğruna...

Sevgililerimizi terk ederiz, peşine düştüğümüz tek sütunluk bir haber için...

Sofralarımızda oturamayız, otursak bile aslında oradaki biz değilizdir. Kim bilir hangi haberin-yorumun peşine takılıp gitmişizdir, bir endişeli ses "Yemeğini bitirmedin..." diyene dek...

Rüyalarımız farklıdır, korkarak uyanırız geceleri, kan ter içinde...

Çoğumuz kalp hastasıyız...

En çok öldürülen mesleğin mensuplarıyız bizler...

Vururlar bizi...

*

Ama bizi en çok bu yüce mesleğin içine yuvarlandığı girdap öldürür.

Başbakanlığın kimi arkadaşlarımızı oraya sokmamasına yorumcu-yazar-editör abileri tepki gösteriyorlar. Dün olduğu gibi yarın da Başbakan’a yamana yamana...

Altı yıldır işlenen bir günahın, günahkárları olarak...

Türk toplumundan gerçekleri gizlemenin, kirin-pasın üzerini örtmenin, iktidara şirin gözükmenin hafifliğinin sonucu değil midir; babalarının malıymış gibi gazetecileri Başbakanlık’tan kovuyorlar.

Bari şimdi...

Gitmeyin peşlerinden, dönüp bakmayın, yok sayın onları... Sayfalarda ve ekranlarda yer vermeyin...

Yapabilir misiniz?..

Yapamazsınız...
Yazının Devamını Oku

Anayasa nerelerine battı...

14 Kasım 2008
ANAYASA’nın "değiştirilemez" hükümleri bu arkadaşları niye rahatsız etti, anlamıyorum: "Madde 1: Türkiye Devleti bir Cumhuriyet’tir.

Madde 2: Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

Madde 3: Türkiye Cumhuriyeti, ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Bayrağı, kanunda belirtilen beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

Milli marşı ’İstiklal Marşı’dır.

Başkenti Ankara’dır.


Madde 4: Anayasa’nın (1’inci, 2’nci ve 3’üncü maddeleri) değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez."

(.........)

Bu maddeler niye batıyor bunlara?..

Hangisine karşılar; devletin şekli Cumhuriyet’e mi, Atatürk milliyetçiliğine mi, laik ve sosyal devlet oluşuna mı, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne mi, al bayrağına mı?..

Nedir dertleri?..

Niçin?..

*

AKP
’nin Anayasa tasarısını Türk milletinden önce gidip ABD’ye anlatan Bilkent Üniversitesi’nin Prof. Ergun Özbudun’u... Anayasa Mahkemesi’nin "iktisatçı" Başkanı Haşim Kılıç ve diğerleri... Bilkent Üniversitesi’nde "Anayasa’nın değiştirilemez ilkelerini" bir sempozyumla tartışmaya açtılar...

Durup dururken niye?...

Tabii ki biz anlıyoruz; amaç AKP’nin yolunu açmak...

Karşı devrimin önündeki engelleri kaldırmak...

Cumhuriyet’i tepeden tırnağa kuşattılar, ama kimi sorunlar çıkıyor, kimi engeller var...

O engelleri temizlemek amaç...

Bu kadar...

*

Ama Cumhuriyet’in sahipleri buna izin vermezler...

29 Ekim’de, 10 Kasım’da, Cumhuriyet ve Atatürk adının geçtiği her Allah’ın gününde; meydanlara, caddelere, Anıtkabir’e, televizyonların ekranlarına, gazetelerin sayfalarına sığmayan milyonlar var, milyonlar...

Onlar çağdaşlık-aydınlık umutlarını geri istiyorlar.

Hálá laik Cumhuriyet’i tekmelemek isteyenlerin başına dünyayı yıkarlar...

Dünyayı...
Yazının Devamını Oku

Masa...

13 Kasım 2008
EMİN değilim, ama müşavirleri Cumhurbaşkanı’nıza bilgi vermişlerdir belki de:<br><br>"Size büyük bir hediye getirdi İsviçreli meslektaşınız..." O heyecanlanmıştır:

"Nedir, nedir, nedir?..."

"Masa..."

"......?"

*

Ben böyle tuhaf hediyelere kızarım.

Ne yapacaksınız masayı?

Kimi zaman bu gibi gereksiz hediyeler getirenler olur. Bir cumhurbaşkanımıza hediye olarak deve getirmişlerdi.

Öyle baktı deveye.

Ne yapsın deveyi?

Zaten deve de onu görünce korkup kaçtıydı.

En iyisini Kenan Evren yaptıydı; kendisine verilen öyle değersiz teneke-meneke plaketleri çuvala doldurup denize attığını açıklamıştı, bilirsiniz.

*

Masa, cumhuriyet ile birlikte anlam kazandı.

Şeriat okullarında masa olmaz, tarikat kurslarında, dergáhlarda her şey yere yakınken, cumhuriyet okullarında öğrencilerin masasına "sıra" denildi ve artık öğretmen masaları vardı. Arap kültüründe masa (Latincedir) yoktur, çölde ağaç olmadığı için belki de...

Ve dinciler (dindarlar demiyorum) masayı sevmezler. Çünkü masa; medeni nikáh masasından, Atatürk’ün içki masasına... modern evlerde yemek masasından, şeyhlerin-şıhların yerine geçen müdür masalarına kadar, dincileri rahatsız etti.

*

Hele hele Lozan masası...

Hilafetin yerine laik ve çağdaş cumhuriyeti tüm dünyaya kabul ettiren, Atatürk devrimlerine yol veren bağımsızlık anlaşmasının imzalandığı masadır o...

İsviçre Konfederasyonu Başkanı Couchepin, sen kalk masayı Abdullah Gül’e hediye getir...

Haberlere göre Cumhurbaşkanı’nız önce teşekkür etmeyi unuttu, sonra da masanın yanına bile gitmedi zaten.

Arap emirlerin, kralların, sultanların getirdikleri hediyeleri, tüm ısrarlara rağmen açıklamadıkları için bilmiyoruz; ama masadan da hediye mi olur...

Ben kızarım böyle tuhaf hediyelere...
Yazının Devamını Oku

Tren...

12 Kasım 2008
BUGÜN yine keyfim yok Osman...<br><br>Canım sıkılır... Böyle zamanlarda siyah-beyaz eski filmin makarasını takarım tek kişilik sinemamda...

Gözkapaklarımı indirdim; perde...

Başlar siyah-beyaz sinemam.

Çizik çizik kareler, silik silik hareketler, belirli-belirsiz görüntüler...

(........)

İşte; tren düdüğü sesi var.

Evimizin biraz aşağısından, tam mayın tarlası ile sınırın dibinden tren geçerdi geceleri.

Nahiye Müdürü babam o trenin Halep’e, oradan Bağdat’a gittiğini söylerdi. Ve soğuk savaş yıllarında trenin kontrol altında tutulmasının önemini anlatır, "Tren mühim" derdi.

Geceleri trenin düdüğünü beklerdim.

Tren yaklaştıkça heyecanlanır, yerimde döner dururdum.

Çünkü gündüzden Koray ile oraya bıraktığımız gazoz kapaklarımız vardı, rayların üzerinde. Trenin çelik tekerlekleri ezecek, ikinci gün dümdüz, pırıl pırıl, ışıl ışıl alıp, bir şövalyenin madalyonu gibi gururla herkese gösterecektik gazoz kapaklarımızı...

Babam, "Tren mühim" derdi.

Onun için trenin "mühim" oluşu; soğuk savaşın insanlığı korkutan boyutundan, bir anda patlayacak dünya harbinin neticesi ve vatanın selameti açısından...

Benim için...

Gazoz kapağımı düzeltmesi bakımından...

*

Bu kadar fark var işte; dünya finans devletinin kriz kárı-zararı ile işsiz-aç kalmış insanlar arasında... Büyük siyasi çekişmeler ile bir uzak evde bitmekte olan bulgur arasında... Bu polemikler ile ilacı alınmamış uzaktaki o yaşlı hasta arasında...

Kısacası bu kadar fark var; bizim insanlara sunduğumuz dünya ile insanların gerçek dünyaları arasında...

Babamın soğuk savaş treni ile benim gazoz kapağım kadar...

(.........)

Bu sabah keyfim yok Osman...

Böyle zamanlarda sıkılarak-utanarak kaçıp siyah-beyaz sinemama otururum, kesik kesik sesler, çizik çizik görüntüler...

Değişen çok şey yok...

Hálá gazoz kapakları dizerim, üzerinden trenler geçer...
Yazının Devamını Oku

Depremde düşen ilk tuğla...

11 Kasım 2008
FEHMİ, sen kalk Tayyip Erdoğan’ın gelişini Obama’ya, şimdiki halini ise dağıtarak gitmekte olan Bush’a benzet.<br><br>İşte; Başbakan "Sevsinler seni, yazıklar olsun sana..." diyerek çok kızdı... İyi mi?..

Bir daha uçağına da almayacak Fehmi’yi...

Bunu Fehmi de anladı ki, baktım TRT’ye çıkmış, "Fazlaca AK Partili bir tutum içinde böyle bir değerlendirme yapmışım" diyerek düzeltiyor.

(.........)

Yazarın yazdığı yazıdan ürkmesi, enteresan bir duygudur.

Yazar kendi kendiyle karşılaşmakta, kendi yazdığı yazıdan korkarken, içinden bir ses devamlı, "Ne halt ettin Fehmi..." demektedir.

Ki ben o duyguyu bilirim.

Durup dururken insanın işaret parmağı havaya kalkar, herkes başka bir şey konuşurken o, "Yani ben fazlaca şey duygusu içinde demek istedim ki..." diye başlar.

Sabit bir noktaya bakar yazar...

Çevresindeki tüm diğer haberlerden, olaylardan, gelişmelerden, olupbitenden soyutlanmıştır.

Söylenenleri duymaz...

Duysa anlam veremez...

Bir uçak gelir gözünün önüne arada bir.

Kendini uçağın içindeki döner koltukta otururken düşünürken tombik yanaklarda beliren gülücük bir anda kaybolur...

Çünkü bu kez kendisi yerden bakmaktadır, uçak ise havada...

O an "Gulk..." biçiminde sesler çıkartır.

Gözleri masanın köşesine sabitlenir...

Küçük kabak dolması biçimindeki işaret parmağı işte o an havaya kalkar ve yazar, "Yani ben demek istedim ki, fazlaca Ak Partili bir tutum içinde yapmışım demek ki..." der.

*

Olsun...

Yine de anlıyoruz ki; Fehmi Koru "Fazlaca Ak Partili bir tutum içinde" olduğu halde dahi anladı:

Bu arkadaşların neye benzediğini....

Ya da hiçbir şeye benzemediklerini...

İşte; bu gibi durumlarda, depremde düşen ilk tuğlaya benzer iktidarın yazarı...

Kendi patırtısından korksa da, deprem başlamıştır artık.

Kimse tutamaz...
Yazının Devamını Oku