Bekir Coşkun

Büyük mü küçük mü?...

22 Ekim 2008
DAVA büyük...<br><br>Salon küçük... Bu durumda sadece davanın tutuklu sanıklarının salona sığabileceği belirtildi, başta:

Veli Küçük...

Davanın büyük, ama salonun küçük olması karşısında eleştirilen Adalet Bakanı ise açıkladı:

"Şu bilinmelidir ki devlet büyük..."

*

Pekiiii...

Deniz Feneri büyük mü, küçük mü?..

Alman yargısına göre "Alman hukuk tarihinin en büyük dolandırıcılık davası" bu.

Ama iktidardaki arkadaşlara ve yandaşlarına göre ise; küçük...

Bu nedenle bir türlü göremiyorlardır; Alman hukuk tarihinin en büyük dolandırıcılığını.

Laik-çağdaş cumhuriyeti savunanlar sabaha karşı evlerinden toplatıldılar da, o cumhuriyeti yıkmak isteyenlere finansörlük yapanların dolandırıcılık davasını gören çıkmıyor...

Dün gazetelerde vardı:

Alman mahkemesi kararını vereli aylar oldu, ama Türkiye’deki iktidar Almanya’dan ilgili kararı ve belgeleri, tüm ısrar ve zorlamalara rağmen getirmek istemiyor.

Adalet Bakanlığı’nın istem yazısı tam 17 gündür kayıptı, dün bulundu dediler.

Niye?..

Çünkü Ergenekon büyük...

Deniz Feneri küçük...

*

Bakın; Sanık M.Y.’nin zimmetine geçirdiği 137 YTL, kayıp trilyondan daha büyüktür... Bunu, memur M.Y. hapis ve ömür boyu memurluktan men edilirken, kayıp trilyon sanığının memleketin başına Cumhurbaşkanı yapılmasından anlıyoruz.

Tıpkı gemiciğin küçük olduğunu, nohut torbalarının büyük olmasından anladığımız gibi...

(.........)

Ne yapacaksınız dostlar?..

Böyle büyük bir memlekettir burası.

Küçükleri büyük...

Büyükleri küçük mü küçük...
Yazının Devamını Oku

Sıkışık hukuki durum...

21 Ekim 2008
ERGENEKON davası çok da güzel başladı.<br><br>Tek sorun; mahkeme salona sığmadı. Sanıklar içeri alınamadığı için, tanıklara yer bulunamadığı için, avukatlar kapıdan giremedikleri için, hákim yerinden kalksa başkası oturacağı için...

Hukuki sıkışıklık vardı.

Zaten iddianame de kitaba sığmıyor, ekleri ile birlikte 200 bin sayfayı geçecek diyorlar.

Ayrıca zamana da sığmıyor:

Sadece iddianameyi okumak 17 gün istiyor... Her bir sanığın kimlik tespiti, hakkındaki iddia, savunması, yazışmalar, ek bilgilerin gelmesi, yıllarca sürebilir...

*

Doğrusunu isterseniz mantığa da sığmıyor.

Söyler misiniz; benim ne işim var bu iddianamenin içinde?

"Sayfa 1070:

(Tape)

Güler Kömürcü’nün ’Alo... İyi bayramlar, iyi yıllar Bekir Bey... Her zaman telefonun ucundayım ne emrederseniz...’ dediği... Bekir Coşkun’un cep telefonu kullanmadığını söylediği, ama direkt telefonunu verdiği... Güler Kömürcü’nün ’Devletimiz güçlüdür, güzel günler bizim olacak...’ dediği......."

İddianamede aynen böyle yazılı.

(.........)

Ne alakası var?...

Benim, Güler Kömürcü ile bu konuşmam neyi kanıtlıyor?..

Yani iki meslektaşın, her gün onlarcası yapılan sıradan bir konuşması ne işe yarıyor?..

(Güler Kömürcü’nün yazılarını severim. Ama hiç yüzünü görmedim.)

*

Daha da açıkçası:

Dava hukuka, hukuk adalete, adalet duruşmaya, duruşma mahkemeye, mahkeme salona sığmıyor.

Sıkışık hukuki durum...

Başbakan, "Ben bu davanın savcısıyım" dediğine göre, peşinden dincilerin karşı devrimine karşı olanlar toplandığına göre, siz nereye sığdırıyorsunuz tüm bunları?

Bakın İngiliz Independent, bu davayla ilgili yaptığı yorumda diyor ki:

"Tayyip Erdoğan’ı alaşağı etme girişimi yargılanıyor..."

Bu böyle bir davadır işte...

Sığmıyor...

Ne de vicdanlara.
Yazının Devamını Oku

Postal...

19 Ekim 2008
POSTAL, Cunda’daki evin önünde annesiyle son kez oynadı.<br><br>"Anne"nin öyküsünü üç hafta peş peşe yazmıştım, tüm yavrularını iyi insanlar alıp bahçelerine götürmüşlerdi. Bu hafif şehla, biraz tembel, upuzun kulaklı olanı kalmıştı... Ayakları çok büyük olduğu için adı böyle oldu:

"Postal..."

Anne kangal, nasıl olduysa doğurduğu bu upuzun av köpeklerinden sonuncusu Postal’dan da ayrılacaktı o gün.

Evin önünde son kez oynadılar.

Evin kepenklerini kapatırken, Anne’nin başını okşadım, ona "Yavruna iyi bakacağım, söz veriyorum..." dedim.

Postal’ı kucaklayıp arabaya koyduğumuzda ise anne anladı, bir zakkum ağacının arkasına gidip saklandı, yaprakların arasından bizi izledi.

Ve araba hareket edince peşimizden koşmaya başladı.

Hayrettin, Anne’nin yorulunca durduğunu, ama arkadaki yüksek tepeye çıkıp, yavrusunu götüren arabaya, görebileceği son noktaya baktığını anlattı sonradan.

*

Postal,
yol boyu Andree’nin kucağında uyudu.

İnegöl’de dördümüz (Bir de Andree’nin kedisi Sarişeker vardı arabada) köfte yedik, tıpkı iki çocuklu bir aile gibi.

Ama Ankara’da sorun vardı; bizim huysuz Çıtır ile deve kadar Suşi, yabancı hiçbir canlıyı istemiyorlardı eve. Her ikisinin de annelerini belediye öldürmüştü ve onlar da evimize böyle gelmişlerdi. Ama bunu onlara hatırlatıp, merhamet istemek?..

Gece Ankara’ya vardık, evin önünde Postal arabadan indi, ona "Burası artık senin evin" dedim.

Bahçe demirine koşup bizi karşılayan Suşi ile Çıtır’ı gördü ve çok korktu. Yeniden arabaya koşup ön koltuğa oturdu. Bizimkiler ise ona öyle sert ve şaşkın baktılar...

Bir gün sonra:

Çıtır ile Suşi bahçede geziyorlar, Postal aralarında... Bir o öpüyor Postal’ı, bir öbürü...

Ona evin dört bir yanını tanıttılar.

Suşi topunu getirip oynaması için verdi Postal’a... Huysuz Çıtır koltuğunu ona bıraktı, yerde yatıyor.

*

Merhamet ve sevgi ne kadar da saygıdeğer.

Huzurun-mutluluğun kilididir bu... Peki niçin biz insanlar dahi yeterince sahip değiliz...

Niçin?..
Yazının Devamını Oku

Yine bir sonbahar...

18 Ekim 2008
BEN bu sonbaharları sevmiyorum gülüm. Sonbaharlar ayrılık zamanlarıdır.

Kırlangıçlar gitti. Dün gece evimizin üzerinden geçtiler turnalar. Boşu boşuna arıyor çatının pervazında pinekleyen kumruyu gözüm.

Baktım; boynu bükülmüş arka bahçedeki gülün.

Menekşeler çoktan öldüler, begonvil soldu-sarardı, serçeler ilk kez üşüdüler dün gece...

Üzgünüm...

*

Ben bu sonbaharları sevmiyorum gülüm.


Minarenin hoparlöründen sala seslerini hep bu sonbaharlarda dinlemiştim, bir cami avlusunda.

Derler ki vakti-saati yoktur ölümün.

Ama sevdiklerimi hep sonbaharlarda kaybettim.

Her sonbaharda iki çeşme, iki gözüm.

Okula başlayıp da ilk cetvel dayağını bir sonbaharda yemiştim, daha varan bir...

İşten kovulmalarım hep sonbaharlara denk gelir.

Tahta bavulumu en çok sonbaharlarda hazırlamışımdır, ağlaya ağlaya...

Bir kan davasının anısıdır, amcam adımı ilk kez bir sonbaharda kulağıma bağırarak söylemiştir:

"Bekir... Bekir... Bekir..."

*

Yine sonbahar...

Her bir yaprak yere düştüğünde, bir koşu onu alıp dalına koymak gelir içimden.

Bu günlerde en çok yaprakların yere düşüşüne canım sıkılır gülüm.

Bilmiyorum dallar mı sevdasız, yapraklar mı vefasızdır.

Hadi desem ki:

"Sonbahardır..."

İyi ya işte, sonbaharlar ayrılık zamanlarıdır.

Tanımlayamadığımız bir sızı kaplar içimizi... Duymadığımız bir hüzünlü şarkı çalıp durur kulaklarımızda...

Bilmediğimiz ve aslında duymadığımız, doğrusu olmayan öyküler uydururuz kendi kendimiz için.

Bahaneye bakar gözlerimiz, bir bakarsınız ki bir anda dudaklar kıvrılır, büklüm büklüm.

Dün gece turnalar geçtiler evimizin üzerinden.

Begonviller soldu.

Boynu büküldü gülün.

Ben bu sonbaharları sevmiyorum gülüm.
Yazının Devamını Oku

Arkadan vurmak (2)

17 Ekim 2008
DÜNKÜ "arkadan vurmak" yazıma kızmış olan sevgili küfürbazımın (içinde sülalemden de söz ettiği) mesajını okuyordum. Tam da o an ajans bültenlerine düştü:

"Hakkári Çukurca’da beş askerimiz şehit... Tugay komutanı yaralı..."

Biraz önce de (dinci gazeteleri saymıyorum) Radikal’in manşetine takılmıştı gözüm:

"Genelkurmay Başkanı Başbuğ, düzeyinden beklenmeyen bir öfkeyle konuştu... Bu ne hiddet, bu ne celal..."

*

Evet...

Arkadan vurmayın.

Çok uzaklardaki sisli dağlarda, yaban otlarında bile evinin, çocuğunun, sevgilisinin, annesinin kokusunu arayan askerler, siz gece rahat uyuyun diye ölüyorlar.

Siz nerden bileceksiniz?..

Bilgi, fikir ve görüş sahibi olmak yeterli değildir çoğu zaman. Anlamak için yürek ister...

Sevgi ister...

Duygu ister...

Göz yetmez, gözyaşı ister...

*

O sisli dağlarda bugünlerde sabahları çiy yağar, yakında kar kaplar dört bir yanı...

O yiğitlere ısınmak için nefeslerimizi göndermek yerine... Bir güzel sözcük, bir minnet satırı, bir küçük teşekkür notu ulaştırmak yerine...

Arkadan vurmak...

Niçin?..

*

Hadi sevgili küfürbazımı anlıyorum. O askerleri, hayalindeki şeriat düzenine engel görüyor.

O, oldum olası Mustafa Kemal’in askerini sevmedi.. O, Kurtuluş Savaşı’mızda aynı şeyi yapıyordu cephe gerisinde.

Ya sana ne oluyor ikinci cumhuriyetçi?..

O tekmelediğin "Birinci Cumhuriyet" olmasaydı, zihnindeki "İkinci Cumhuriyet" yerine, kim bilir "İkinci Şeriatı" ağzına mı alabilecektin, akılsız?..

Anlayamıyorum.

Niçin ölen ya da ölecek olan askerimize, hiç olmazsa kır çiçekleri yerine bu acı sözler?..

Neden?..

Niçin?..

Yazının Devamını Oku

Arkadan vurmak...

16 Ekim 2008
İKTİDAR Türk askeri ile anlaşamıyor.<br><br>Sorun çıkıyor. Ama peşmerge ile anlaşıyor...

Talabani ile uzlaşıyor...

Barzani ile buluşuyor...

Anlaşamadığı; Türk ordusu.

*

Ankara’da birisi 6 saat, öteki 6.5 saat süren toplantılardan ilkinden sonra bir bakan Ordu’nun istediği altı maddeden sadece üçünde uzlaşma sağlandığını açıkladı.

6.5 saatlik ikinci toplantıda ise, koordinasyon sağlanamadığı için yeni bir "koordinasyon kurulu" kararı aldılar.

Ama aynı gün Barzani ile Bağdat’ta yapılan 2 saatlik görüşmenin ardından açıklanan sonuç neydi:

Tam uzlaşı...

*

Ben böyle bir iktidar görmedim.

Ülkesini bölmek isteyenlerle anlaşıyor da, ülkeyi bölmek isteyenlere karşı can veren askeri ile anlaşamıyor.

Bunun dibinde yatan ilinti asla PKK, terör, Güneydoğu, barış, güvenlik, müvenlik değildir...

Dibinde yatan:

Askeri sindirmek...

Hırpalamak...

Yıpratmak...

Ve etkisizleştirmek...

Ki yobaz istediği düzeni kurabilsin, ele geçirdiği cumhuriyetin kalelerinde kalabilsin...

Nitekim dün "sistemli saldırılar" diyen Genelkurmay Başkanı’nın sesini duydunuz.

Bir tepki, bir isyan, bir acı değilse ne?..

*

Onlar bizim askerlerimiz.

Hepimiz bunu böyle biliriz.

Sadece yobazlar bunu böyle bilmiyorlar ve her fırsatta askeri arkadan vurmaya kalkıyorlar.

Tamı tamına adı böyledir bunun:

Arkadan vurmak...

Yüreksizlerin, ikiyüzlülerin, döneklerin, kaypakların bildikleri tek yöntemdir...

Arkadan vurmak, arkadan vurmak...
Yazının Devamını Oku

Ruh sağlığımız iyidir...

15 Ekim 2008
DÜNYA Ruh Sağlığı Günü gelip geçti.<br><br>Zaten bizimle ilgili değildi... (........)

Manav, "Bir tek salatalığı siz beğenin, gerisini ben seçip doldurayım torbanıza" dese, kızarsınız.

Ama Türkiye’yi yönetsin diye bir kişiye oy veriyorsunuz, tanımadığınız 500-550 kişiyi seçmiş oluyorsunuz.

Ve "demokrasi" oluyor.

*

Dünya Ruh Sağlığı Günü geride kaldı.

Zaten bizlik değil...

(.........)

Sanık hırsız karakola girdiğinde amire "Benim dokunulmazlığım var" dese...

Amir elini kemerine sokup "O da ne zibidi?.." diye şöyle bir kalksa ayağa...

Hırsız haksız...

Ama "Benim dokunulmazlığım var..." sözünü koca devleti yönetenler söylüyorlar...

Haklılar...

*

Dünya Ruh Sağlığı Günü geçti.

Zaten bizi ilgilendirmiyor...

(.........)

Diyelim ki size, birisini gösterip "Bu adam sizin şirketi yıkıcı eylemlerin merkezi" deseler...

Onu oraya müdür, şef, bekçi, odacı dahi yapmazsınız...

Ama cumhurbaşkanı yaparsınız...

Başbakan da...

*

Gericiyi seçerek başa geçirip ama ileri gitmek isteyen halk...

Nohut-kömür ile oyunu, kendisini nohuda ve kömüre muhtaç edene satan millet...

Zahid’e parasını verip, makbuz karşılığı Cennet-i Álá’ya gitmeyi uman insan...

Zenginliğini çalanları alkışlayıp, ama niye yoksul olduğuna kızan toplum...

(.........)

Zaten Dünya Ruh Sağlığı günü gelip-gitti...

Zaten bizimle ilgili değildi...
Yazının Devamını Oku

Ürkek kedi...

14 Ekim 2008
O "Ben kedi değilim" diye mahkemeye verse de, nedense herkes Başbakan’da bir "kedi" taraf buluyor. Hülya Avşar da "kedi"den girdi:

"Ürkek kedi..."

Söyleşi yaptığı Başbakan’ı "ürkek kedi"ye benzetmesi, bence kendi açısından doğrudur. Ömründe hiç dans etmemiş birisi, Hülya Avşar’ın karşısına oturduğunda "ürkek kedi" olabilir.

Ben o duyguyu bilirim.

İnsan önce bakacağı yeri bulamaz, sanki garson havadan gelecekmiş gibi arada bir tavana bakar. Ve aklına "Acaba burnumun kılları gözüküyor mu?" şüphesi takılır.

Boyun hafif yana yatar...

Her soruya yanıt verirken "C" harfi biçiminde ayağa kalkıp el ile ceket düğmelerine bastırarak "Arz edeyim efendim" demek ister.

Ama elinin yerini bulamaz.

İşte bunu gören Hülya Avşar’ın "ürkek kedi" benzetmesi doğal.

*

Avşar
’ın "ürkek kedi" için "Ortaya çıkmamış duyguları var" görüşü de doğru ama tehlikelidir.

Aman ha, bence ortaya çıkmamış duyguları öyle kalsın...

Aslında bütün kediler paranoyaktır. Dünyanın bütün hareketlerini kendilerine karşı yapılmış sayarlar.

Diyelim ki bizim "Sarı", televizyonun uzaktan kumandasını her elime alışımda bunun kendisine karşı bir tehdit olduğunu düşünür ve benim deliği bulamayan şaşı fare olmamı diler, bilirim ben...

*

Bir tek Hülya Avşar’ın Başbakan için, "İçi öyle dolu ki, bir destek verilse ağlayacak..." sözlerini doğrusu anlayamadım.

Nasıl oluyor destekli ağlama?..

"Beyefendi siz ağlayın, ben sizi desteklerim" mi denir?

Ne bileyim ben...

Hani çocuklara işadamından burs desteği, damada-dünüre kamu bankasından televizyon-gazete alma desteği, yandaşlara özelleştirme desteği, Arap şeyhlerine arsa desteği, sanatçılara(?) TMSF desteği duymuştum da "ağlama desteği" hiç duymamıştım.

Doğrusunu isterseniz; Başbakan’ın ağlayan köylüye-memura-emekçiye destek vermesini umarken, ona "ağlama desteği" diye bir şey hiç aklımıza da gelmemişti.

Bence bu "ağlama desteğini" verse verse yine Hülya Avşar verir.

Programın adı da:

"Destekle ağlayan ürkek kedi..."
Yazının Devamını Oku