18 Şubat 2009
BEN aslında köylüyüm.<br><br>Hani o tabağın iki yanına çok çatal-bıçak koyduklarında kafam karışır. Etrafı kontrol edip ekmeği bandırarak yemeye bayılırım. Köylülüğüm köşemin çatısında yazılıdır.
Küçük ekmek tabağını iki kişinin arasına koyduklarında "Hangisi benim" diye uzun uzun düşünürüm. Kaç kez yanımdaki hanım "Beyefendi benim ekmeğimi yiyorsunuz" demiştir bilemezsiniz.
Zengin sofralarında, iktidarın uçaklarında mutsuz olurum. Kaportacı Osman’ın dükkánında, Anadol kaputunun üzerinde zeytin-ekmek yemeyi severim.
Halkı aşağıladığım doğru değil...
*
Ben göbeğini kaşıyan adama kızarım...
O okumaz, izlemez, görmez...
Tepkisiz, duyarsızdır göbeğini kaşıyan adam...
Türkiye’nin başına gelenlere aldırmaz... Çağdaş insan olmak gibi bir derdi yoktur onun...
O; oyunu bir torba nohuda, iki çuval kömüre satar da "Ben niye yardıma muhtacım?" diye sorgulamaz...
Asla başını kaşımaz...
Her zaman küçük avantası olduğunda, kimi görse alkışlar...
Sağı-solu, zengini fakiri de yoktur göbeğini kaşıyan adamın... Çıkarı için iktidarlara yamanan patronlar göbeğini kaşıyan adamın zengin olanı, başbakana köşelerinde yalakalık yapanlar göbeğini kaşıyan adamın yazar(!) olanıdır...
Halkın dahi başı göbeğini kaşıyan adamla derttedir.
*
Halkı aşağıladığım doğru değil.
Asıl halkı aşağılamak; onu kandırmaktır...
Halkın çocukları işsiz-sefil sürünürken, kendi çocukları altınlar içinde bir anda "patron" olanlar halkı enayi yerine koyarak onu aşağıladılar.
Halkı aşağılamak; onu aptal saymaktır...
Deve boyu kirli dosyalar ortadayken, halkın önüne çıkıp "din-iman-ahlak" nutukları ile onun gözünü boyamaktır halkı aşağılamak...
*
Ne var ki göbeğini kaşıyan adam aşağılandığını da anlamaz...
Birbirlerini tamamlarlar aslında; halkı aşağılayan ile göbeğini kaşıyan adam...
Biri öbürünü enayi yerine koyup aşağılar...
Öbürü alkışlar...
Benim ise canım sıkılır...
Halkı aşağıladığım doğru değil...
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2009
BİRİNCİ adam; "Bunlar cumhuriyeti yıkıp tarikat devleti kuruyorlar" dedi...<br><br>İkinci adam; ne kadar molla, sofu, tarikatçı, mürit, karısı türbanlı varsa devlet kadrolarına doldurdu... Birinci adamı suçladınız...
(.........)
Birinci adam; Tandoğan’da, Çağlayan’da, Kordon’da "Türkiye laiktir, laik kalacak" diye bağırdı...
İkinci adam; Anayasa’mızda cumhuriyetin temel ilkesi laikliği tekmeledi...
Birinci adamın evini bastınız...
(.........)
Birinci adam; Mustafa Kemal’in açtığı çağdaşlık yolundan sapıldığını öne sürdü...
İkinci adam; ortaçağ görüntüsüyle, türbanı-tesettürü ile çıkıp devletin tepesine oturdu...
Birinci adamı yakaladınız...
(.........)
Birinci adam; Türkiye’yi yöneten iktidarın, irticanın merkezi olduğunu öne sürdü...
İkinci adam; devletin en yüksek mahkemesi Anayasa Mahkemesi’nde yargılandı ve "irticai faaliyetlerin merkezi olduğuna" karar verildi...
Birinci adamı içeri kapattınız...
*
Birinci adam:
Emekli maaşından başka bir şeyi yok... Genelde devletin verdiği lojmanlarda oturur... Topluca yemek yediklerinde, bir ara masanın altından paralar toplanır da yemeğin faturası ödenir... Hep aynı takım elbiseyi giyer... En zenginleri, yani "kasa" dedikleri tutukluyken öldüğünde, cenazesi para toplanarak kaldırılır...
İkinci adam:
Altın zengini... Torba altınlarını medya yaza yaza bitiremez... Damatlar, oğullar, dünürler, yandaşlar, ortaklar, komisyoncular... Yumurta işleri, bakliyat işleri, mısır işleri, gemicik işleri, parfümeri işleri, mücevherat işleri... Tümü din-iman adına, gizli-kapaklı ve akıl almaz bir iktidar nimeti...
Ama siz birinci adama kızdınız...
(.........)
Birinci adamı; vatan haini saydınız...
İkinci adamı; başınıza taç yaptınız...
Tebrik ederim sizi...
İyi yaptınız...
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2009
"BENİM adım Postal... Bu evde, henüz süt emerken anneleri öldürülmüş Çıtır ve Suşi ile birlikte yaşıyorum.
İki tane de kedi var; Sarışeker ile Karabiber...
Onlar da yetim...
Benim adım; Postal...
Ayaklarım büyük olduğu için, bu ismi verdiler. Sokak köpeğiyim aslında, ama sanki av köpeğiymişim gibi gözüküyorum.
Düne kadar bizim evde her şey yolundaydı. Kediler, köpekler, hatta kar yağdığında terasa dolan kuşlar, bir arada mutlu yaşıyorduk.
Ta ki babam eve gelip "Şimdi de köpekleri diline doladı..." diyene kadar...
*
Siz Başbakan’sınız; hayvanları sevmek kötü bir şey değildir.
Niye her evde mutlaka bir hayvanın olduğu AB’ye girmek istiyorsunuz, hiç düşündünüz mü?..
Çünkü; o ülkeler zengin, barış içinde yaşıyorlar, çocukları mutlu, yoksulları-açları yok... Ama sizin aklınızdaki ülkelerde kan ve gözyaşı dinmiyor...
Sebebi; bir küçük köpeğin-kedinin, ya da kuşun sorumluluğunu yüklenen, onu seven, onu yaşatmaya çalışan çocuklar büyüdüklerinde, başka bir canlıya kıyamazlar... Ağzı-dili olmayan bir başka canlı ile iletişim kura kura büyüyen çocuk, öbür insanlarla hayda hayda iletişim kurabilir, anlaşır, uzlaşır...
Çocukları öldürdükleri günü hatırlıyorum...
Eşinizin ağladığı gündü, bizim evde de annem ağlamıştı.
Ama o çocukları öldürenlerin çocukluklarında birer yavru köpeği olsaydı ve yüreklerinde tüm canlıları sevme-koruma duygusu bulunsaydı...
*
Sayın Başbakan; hayvanları sevenlere, onlara sahip çıkanlara niye kızıyorsunuz, ben bile anlayamadım.
Hiç sevmekle öldürmek bir olur mu?..
Bir de arkasından "Yaradılanı yaradandan dolayı severiz" gibi bir laf ettiniz... Bu mudur bizi de yaratan "Yaradana" saygınız-sevginiz?..
Bizim dünyamızda siyaset-miyaset yoktur. Bizler sevince kuyruk sallar, sevmeyince havlarız.
Saf ve temizdir dünyamız.
Keşke çocukluğunuzda bir köpek yavrusunu sevseydiniz, herkesi sevecektiniz, beni de...
Benim adım; Postal..."
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2009
BUGÜN Sevgililer Günü.<br><br>Sabah uyandığımda, Sevgililer Günü hediyelerini aldım; kuşlar saçakta söylediler şarkılarını. Gönderdiğin güney rüzgárı, pervaz aralıklarında ıslık ıslıktı.
Çam ağaçları boy boy...
Baharı bekleyen gül...
Havalar soğuduğundan bu yana camdan dışarıyı seyreden menekşe...
Kar bulutları ufukta dolanıyor, bu gece yağar belki...
Senenin bu aylarında, dondan çözülen topraktan yayılan o hafif küflü güzel koku, parfüm gibi...
Her şeyi ile bu güzel şubat günü...
Senin Sevgililer Günü hediyen...
Sağol sevgili.
*
Ben ise...
Ne söylesem burnumu çeke çeke...
Bir gün olsun huzur yüzü görmemiş sevgimizin yıkıntıları arasında dolaşıp, mutsuz bir sevdanın sancıları içinde...
Ne desem?..
Çalınmış-yağmalanmış-parçalanmış bedenine hangi yüzle sarılıp, hangi "güzel Türkçe" ile anlatsam sevdamı?..
İlkelliğin, çağdışılığın, aptallıkların, ahmaklıkların... Ama en önemlisi sevgisizliğin aşkı olur mu ki söylesem?..
Ya da çatışmaların, kavgaların, acıların, kurşunların, ölümlerin arasında sevginin lafı mı olur iki gözüm?..
*
Bugün Sevgililer Günü...
Hatırlar mısın; Eskişehir Ovası’nda başak başak saçlarını okşamış, Hisar Dağı’ndaki kayalıklarda başımı dizine koyup uyumuştum.
Bana rüzgár rüzgár şarkı söylerdin Karaada açıklarında...
Hani yaban cevizlerini kırmıştık Akdeniz ormanlarında, ekmek kırıntısı verdiğimiz bir sincabımız vardı, karşı koruluklarda yaşayan...
Ormanları yakmadan, korulukları satmadan önceydi, hatırlar mısın?..
Bugün Sevgililer Günü.
Benim ise sana verecek hiçbir şeyim yok...
Ne bu enkazda kırmızı gül bitiyor... Ne de karanfil büyür bu yıkıntılar arasında...
Ve hıyanetlerden buket olmuyor cancağızım...
Sadece seni seviyorum...
Sevgilim...
Vatanım...
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2009
AKLIMA takıldıkça canım sıkılırdı ve kendi kendime söylenirdim kimi zaman:<br><br>"Bir ÇÜK olamadım..." Bana o VIP (Very Important Person) kartı geldiğinde... Bir bakıma Türkçesi Çok Ünlü Kişi (ÇÜK)...
Evet, ÇÜK olduğuma ilişkin kart geldiğinde, çok sevinmiş, eşe dosta göstererek açıklamıştım:
"Sonunda bir ÇÜK olduk..."
Sevenler sağolsunlar kutlamışlardı. Bu duyguyu tadamamış kimi eş dost ise sormuştu:
"ÇÜK olmak nasıl bir duygu?.."
*
Önümde bir şema duruyor ve ben, dudaklarım bir uzayıp bir kısalarak bakıyorum.
Bu, Ergenekon kapsamında olduğu öne sürülen şema:
"Ergenekon Şeması..."
Tepeden başlayarak oklar iniyor aşağıya ve bölüm bölüm ayrılarak, her bölümdeki isimler sıralanmış.
"Muvazzaf subaylar", "ekonomi lobisi", "siyasi kanat", "medya-gazeteler" vesaire...
İşte ordayım tepede; Ergenekon’un medya ayağında...
Hem Ergenekon’un öldürülecekler listesinde yer almak, hem Ergenekon’un içinde olmak bende değişik duygular uyandırsa bile, bu sefer artık gülemiyorum da...
Bu nedir?...
Bir hukuk devletinin hukuku mu?..
Yoksa dedikoduların, çirkefin, iftiraların, yalanın, entrikaların yarışı mı?..
Listede nur içinde yatsın sevgili Gülçin Telci de var, o on sene önce öldü... Ankara Temsilcimiz Enis Berberoğlu da listede, ama "Sabah’ta" çalışmakta...
En vahimi Ertuğrul Özkök de aramızda... Terör örgütü üyesi olarak eline tabanca verseniz ya kendi ayağını vurur, ya da kazara Oktay Ekşi’yi...
*
Böyle midir hukuk devletinin ciddiyeti...
Ergenekon’u "içinde kirli-kanlı çetelerin olduğu çuvala, laik cumhuriyetçilerin doldurulduğu dava" diye tarif etmiştim... Ama bu kadar komik olabileceğini düşünmemiştim doğrusu.
"Bir ÇÜK olamadık" derken, önümdeki şemaya bakıyorum...
Evet...
İşte oradayım, başta...
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2009
NEYSE ki Susurluk’taki ünlü kazada kaybolan "sır çanta" 12 sene sonra bulundu. Genelde bu tür olaylardan sonra, her zaman bir çanta vardır ve o çanta kaybolur.
Ve asıl sırlar o çantanın içindedir.
Çanta kaybolunca sırlar da kaybolduğundan, medya kayıp çanta üzerinde yoğunlaşır:
"Sır çanta kayıp..."
"Her şey o çantadaydı..."
"Sır çantayı kim aldı?.."
*
Türklerin yaşantısında çantaların dünyanın her yerinden farklı birçok işlevi vardır.
Misal; çanta bende "rüşvet" çağrışımı yapar.
Ne zaman bir çanta görsem şüphelenirim. Öyle çok belli etmeden, göz ucuyla bakarım.
Çanta; iş bitirmek, iş bağlamak, işi kıvırmak çağrışımı da yapar hepimizde. Belki de atalarımızın o sözü, bu nedenle çok sevilir:
"Çantada keklik..."
Birçok işlevi vardır bizde çantanın.
Diyelim ki milletvekillerinin çantaları, genel kurulda kavga çıktığında hedefi vurmak için kullanılsa da, kalkan olarak savunma sistemi yerine de geçer.
Keza ekonomide...
Örneğin, ihracatta TIR dolusu mallar değil, çanta dolusu káğıtlar gidip geldiği için adı "hayali ihracat" idi... Ya da; yatırım ve teşvikler sadece çantada olduğu için, çantamız çok, fabrikalarımız yoktur...
*
Ve çantadaki hukuk...
Susurluk’un sır çantasını 12 sene sonra mahkemeye getirdiklerinde hákim sordu:
"Bu ne?..."
"Çanta..."
"Ne var içinde?.."
"Boş..."
Hákim, "Ne yapalım boş çantayı?" diye haklı bir soru sormakla birlikte, çantanın içine iyice bakıp inceledikten sonra "boş" olduğuna karar verildi.
Ve Susurluk çetesi boş çantada da yoktu...
Şimdi bu "çanta" yazısını kesin...
Çantanıza koyun...
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2009
BİR genç kızın şarkısıydı belki, hatırlıyorum; ilk kez yağmurlu bir havada sevgilisi ile öpüştüğü için, kasetlerde-plaklarda-radyolarda tekrarlıyordu durmadan:<br><br>"Ne zaman yağmur yağsa utanıyorum..." (........)
Yağmur tanelerinden utanan o kızın aksine, utanmazlar ülkesinin bir yazarı olarak hep düşünürüm:
Ne oldu da biz utanma duygularımızı yitirdik?...
*
Utanma duygusu; tüm eylemlerimizin çıkış kapısındaki nizamiye görevlisi gibidir.
Aklının ermediği, hoşuna gitmeyen, kendisi ile bağdaşmayan tüm eylemlere kapatır o kapıyı, utanma duygusu...
İzin vermez...
Yalana, dolana, sahtekárlığa, üçkáğıtçılığa, hırsızlığa, ikiyüzlülüklere, ihanetlere ve bin bir türlü suça...
Tümünü engelleyen dar kapının görevlisidir o...
Ama utanma duygusu ortadan kalktığında... Kimse tutamaz, kimse durduramaz insanı.
*
Kaç gündür tüm bu olup bitenlere bakıyorum:
Utanma duygusu yok...
Ne o kürsüye çıkıp insanların gözünün içine baka baka yalan söyleyende utanma duygusu var... Ne de onun yalan söylediğini bile bile "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye zıplayanlarda...
Ne o kendi şürekası avantanın-yağmanın-hırsızlığın içinde olan "Ahlak-din-iman" demekten utanıyor...
Ne çocuklarının geleceğini ona teslim edenler...
En tepeden başlayarak bakın:
Her birisi bir sürü utanılacak kirin-pasın-rezilliğin üzerinde öyle oturuyorlar.
Utanmadan...
Ve toplum aydınından cahiline, zengininden fakirine, irisinden ufağına kadar buna aldırmıyor...
Yine utanmadan...
*
Biz utanma duygularımızı yitirdik...
Utanmazız...
Bir eskimiş hasletin, sadece eski şarkılarda kalan anlamını, ne zamandır olup-bitenlere baka baka düşünüyorum:
"Ne zaman yağmur yağsa utanıyorum..."
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2009
TUNCELİ’de "sosyal yardım" diye bulaşık makinesi verdikleri muhtaç vatandaşın evinde acaba kaç tabak vardı?<br><br>Kimse sormadı... Tabağı olmayan, ama bulaşık makinesi olan vatandaş düşünüyordur; bulaşık makinesi geldi, iyi...
Tabak yok...
Aslında akşam televizyondan gördüğüm kadarıyla etraf kirli olmasına kirli de...
Ama kir tabağın içinde değil...
Tabak da yok zaten...
Ben ise muhtaç vatandaşımızın bulaşık makinesinin karşısına geçip baktıkça, ya da önünden geçerken gözü bulaşık makinesine takıldıkça ne hissettiğini anlamaya çalışıyorum kaç gündür.
Anlıyorum da:
Benim Tayyip Erdoğan’a bakarken hissettiklerimi...
*
Rapor alıp askere gitmekten kurtulan Bilal ile öbür gelinin kurdukları altın şirketi...
Şirketi milletten gizlemeleri...
Tayyip Erdoğan Hükümeti’nin şirketle birlikte altın ve mücevherattaki KDV’yi indirmesi...
Dünyanın her yerinde böyle bir rezalet iktidarı götürür, Başbakan istifa etmek zorunda kalır, siyasi yaşamı son bulur.
Ama Türkiye’de hiçbir şey olmuyor.
Niçin?
Çünkü bir "suç ortaklığı" söz konusudur...
İktidarı elinde bulunduran "gemicik"leri alıyor, öbürüne nohut veriyor... İktidardaki; damadını kamu bankasının parası ile gazete-televizyon sahibi yapıyor, öbürüne makarna gönderiyor... İktidarın başı, oğullarına KDV’siz altın-mücevherat şirketi kazandırıyor, öbürlerine beyaz eşya dağıtıyor...
Böylece iktidara bir şey olmuyor...
Bu seçen ile seçilenin "suç ortaklığı"dır...
Muhtaç vatandaşın yoksulluğu iktidardakini zenginleştirirken, iktidardakinin zenginleşmesi muhtaç vatandaşa nohut-mohut sağlıyor...
*
İşte televizyonlarda gördüğünüz o muhtaç vatandaşa düşen de bulaşık makinesi...
Türkiye’ye benziyor.
Kir var, bulaşık makinesi var...
Tabak yok...
Yazının Devamını Oku