30 Ocak 2009
YEREL seçimler yaklaşırken, adayların "O İstanbul’da kaybolur-Ben İstanbul’da kaybolmam" tartışmasına takıldı kafam: <br><br>Kim kaybolmaz ki İstanbul’da. Kayıp insanlar şehridir İstanbul.
Caddelerinde yürürken, insanların gözlerine bakarım; belli ki kaybolmuşlar...
İstanbul’da üç şeyi kaybeder insan:
- Yöntem...
- Yön...
- Zaman...
Her yöntemin geçerli olduğu şehirde, insanın yönü yoktur ve sınırları olmaz zamanın...
*
Daha doğrusu:
Kaybolmadan İstanbul’da yaşanmaz...
Kaybolması şarttır insanın.
Kaybolmamak için çaba harcayanlar ve kaybolmayanlar, asla İstanbul’da sayılmazlar.
Ki ben ne zaman kaybolsam, demek ki İstanbul’dayım...
Haber veririm eşe-dosta:
"Ben kayboldum..."
"İstanbul’dasın o zaman..."
*
Daha da açıkçası; İstanbul’un bizzat kendisi de zaten kaybolmuştur İstanbul’un içinde.
Kimliği, kokusu, gizemi, dokusu...
Kültürü, adabı...
"İstanbul beyefendisi"nden "İstanbul konakları"na... "İstanbul şivesi"nden "İstanbul’un taşı"na kadar...
Tümü kayıptır...
İstanbul’un denizini de, ormanını da, koruluklarını da, tarihini de, siluetini de çalan İstanbul’dur aslında.
Kendi kendini çala çala zaten kaybolmuştur, İstanbul İstanbul’da...
*
İşte böyle; denize girenin ıslanması gibidir; kayıp şehirdeki insanların da kaybolması...
Caddedeki-meydandaki insanların gözlerine bakarım:
O kaybolmuş belli.
Öyle gider, kayıp kayıp...
Kaybolmadan İstanbul’da yaşanmaz...
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2009
TEOKRATİK yönetimler; çağın çok çok gerisinde kalmış zihniyetlerini çağın insanına uyduramadıkları için, insanları yönetime uydurmaya bakarlar.<br><br>Daha da açıkçası; o kafayla devlet ileri gidemiyorsa, olsun... İnsan geri çekilir.
İşte bu yüzdendir; insanın özel alanlarına girerek, insanı kendilerine göre ayarlarlar:
Baş örtmek...
İçki yasağı...
Harem-selamlık...
Tuvaletlerdeki klozetlerin yönü ve biçimini dahi...
*
Nasıldı o:
"En az üç çocuk..."
Bir milyon insan işsizken ve 250 bin çocuk sokaklarda yatarken, "En az üç çocuk" size "genç nüfus arzusu" gibi gelse de -ya da gelmese de- bilinçaltında yatan, insanı kendine göre ayarlama duygusudur.
Açıkçası yatak odalarına bile müdahale:
"Hanım hanım kalk, biliyorsun en az üç dedi..."
(Normal şartlarda, konuşmanın ilk iki kelimesinin "Sevgilim, sevgilim..." olması gerekiyordu. Ama bu uygun düşmüyor ve bunu hoş karşılamıyor teokrasi...)
Kadın ne yapsın, sadece yakınır:
"Valla bey sevişirken durmadan ’Emriniz olur...’, ’Hay hay...’, ’Buyurduğunuz gibi...’ diye söylenmeni anladım da, ama her seferinde sonra ayağa kalkıp ’Arz olunur...’ demen bir tuhaf sanki..."
*
Ama böyledir...
Devleti yönetemeyince, insanların özel yaşamına girip yönlendirme çabasıdır bu...
Gazetecilere nasıl haber yazacaklarını bildirdikten sonra, Başbakan’ın dün ikinci kez okurlara dönüp verdiği talimatı duydunuz:
"Gazete almayın..."
Dünya demokrasi tarihinde ilk kez bir başbakan, kendi ülkesindeki insanlara, kendi ülkesindeki gazeteler için "Okumayın..." diyor.
En az üç çocuk doğurun, ama gazete okumayın...
Size çağdaşlığı yakalamak, uygarlığa ulaşmak isteyen bir başbakanın sözleri gibi geliyor mu?...
Gelmiyordur...
Çünkü; birçok bahanesi olsa bile uygar insanın "bakabileceği kadar çocuk yapması ve gazete okuması" gerekir...
Ama bunu istemez teokrasi...
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2009
MAKSAT yalakalık olsun, Obama ile Erdoğan’ı birbirlerine benzettiler arkadaşlar:<br><br>"Nasıl da benziyorlar..." "Benzerlik bu kadar olur..."
"Birbirinin aynı..."
Doğrusu ben de benzer bir yan bulmak üzere "birbirinin aynı mı aynı..." diye diye taradım etrafı.
Hani o "zurna çalmayı bilmemekteki" benzerlik kadar benzerlik varsa var.
*
Obama en az şimdilik ve psikolojik olsa da, ülkesindeki farklılıkları ortadan kaldırabilecek gibi. Geçtik insanları; küçük köpeğinden durmadan söz ederek insanlar ile öbür canlılar arasındaki ilişkiyi bile etkiliyor.
Şimdilik herkes mutlu.
Siyah ama, siyah gibi gözükmüyor.
Zaten beyaz da değil...
Ona birleştirme uğruna "Grileşen adam" diyorum.
*
Bizdeki benzeri?
Paramparça etti Türkiye’yi...
Etnik yapıda:
"Türkler" ile "Kürtler" hiç bu kadar ayrılmamıştı... Partileri, kitle örgütleri, televizyonları, söylemleri, "Dilimizi tanıdılar, yakında coğrafyamızı da tanıyacaklar" diyen belediye başkanları...
İnançta:
Bir yanda "inananlar" var, öte yanda "laikçiler"...
Ekonomide:
"Yeşil sermaye" ile "büyük sermaye"...
Sosyal yaşamda:
"Sadaka verenler" ile "sadaka alanlar"...
Rejimde:
"Demokratlar" ile "Cumhuriyetçiler"...
Medyada:
Biz onlara "dinci medya" diyoruz, onlar da bize "kartel medyası" diyorlar.
Hukukta:
"Yüksek yargı" ile "Ergenekon hukuku"...
Güvenlikte:
"Polis" ile "Jandarma"...
(.........)
Obama’ya zurna çalamamakta benzeyen arkadaş, paramparça etti bizi, paramparça...
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2009
DOĞRUSUNU isterseniz bu yazıyı İsrail’in Gazze’yi vurduğu günlerde yazmıştım. Ama son kez okuduğumda "Şimdi sırası değil" diyerek editörlere göndermekten vazgeçtim. Ölü evinde futboldan söz etmiş gibi olacaktım. Hani herkes acı içinde ağlarken sen başlıyorsun:
"Arif’in attığı pas....."
*
Gazze’de ne o cinayeti yaşayan insanlar, ne tanık olan kuşaklar, ne de tarih, olanları elbette unutmayacak.
Ama ders almadıkça "unutmamanın" yararı yok...
Asıl yarar ise; mağdur tarafın "aklına bile getirmek istemediği" yine o soruda yatar:
Neden?..
Neden 200 milyonluk Arap álemi, 7 milyonluk İsrail karşısında çocuklarını-bebeklerini ve onların annelerini dahi koruyamadı?..
Niçin bir yanda yarısı bebek binden fazla ölü, öte yanda ölenlerin sayısı sadece 13?..
Neden Müslümanlar Afganistan’dan Pakistan’a, Irak’tan Filistin’e kadar her alanda, her yerde, her zaman yenik?..
Niçin?..
*
Hamas, şeriatçı bir örgüttür...
Din referanslı düzen ister...
Ve tüm şeriatçılar gibi; evrensel değerleri, ilim ve bilimi, modern kurumları, medeni kavramları, insanlığın zar zor eriştiği uygarlığı ve çağdaşlığı reddeder...
Ama Gazzeliler, Hamas’a oy verdiler...
Olan oldu...
Her şeylerini kaybettiler...
Kentlerini, evlerini, çocuklarını...
(.........)
Din insanı yücelten bir duygudur.
Ne var ki toplumlar, seçimle oy vererek dahi dinlerinin kirli dünya işlerinde malzeme yapılmasına razı olduklarında... Dinlerinin, "dincilerin" elinde ticarete-siyasete-kirli dünya işlerine alet edilmesine izin verdiklerinde...
Sonuçlarına katlanırlar..
Bundan sorumludurlar...
Yukarıdaki "neden?" sorusunun yanıtıdır bu...
Ve koyun ile bacağının bilinen öyküsü...
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2009
GÖLÜN suyunu kestiler.<br><br>Şimdi "Niye kurudu?" diye düşünüyorlar. Göle su sağlayan havzanın suyunu kanallar açarak ve çok para harcayarak kuruttular.
Şimdi arada bir gidip bakıyorlar:
"Göl niye kuru?..."
*
Seyfe Gölü, Anadolu bozkırının ortasındadır.
Her sonbahar Rus steplerinden gelen milyonlarca flamingo, balıkçıl, yaban kazı, yeşilbaşlar bu gölde toplanırdı. Orası büyük göç yolu üzerinde toplantı yeriydi.
Ve benim görüp áşık olduğum, sevdamdı Seyfe Gölü... Ama artık yok...
Kaç senedir kuşlar uzak yoldan bulut bulut yine geliyorlar, gölün üzerinde daireler çize çize dönüp duruyorlar.
Tıpkı depremde yıkılmış bir kentin, canlı kalmış fertleri gibi çığlıklar ata ata... Ve gidiyorlar...
*
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Coğrafya Bölümü yüksek lisans öğrencileri, Seyfe’yi kurtarmak için yollara düştüler; Gökhan, Okan, Muhammed... Prof. Dr. Murat Türkeş’in danışmanlığında adeta çırpınıyorlar.
Devlet adamlarının ayıplarını yüzlerine vura vura...
Ağlamaklı köylüler onlara, "Niye geç kaldınız, otuz sene önce neredeydiniz?" dediler, ama geçlerin en büyüğü 24 yaşındaydı...
Proje Koordinatörü Hülya Çeşmeci, Seyfe’nin son halinin fotoğrafını getirdi; suyun yerinde bir beyaz toz var...
Ölmüş Seyfe...
Akademisyenler o beyaz tozun, çevre insanında yoğun kansere yol açmakta olduğunu tespit ettiler...
*
Sadece göl ölmüyor... Sadece gölün kuşları da ölmüyor... Göl öldüğünde, kendi insanını da yok eder... Kuşlar gibi çekip gidenler giderler...
Kalanlar yaşayamaz...
Sonuçta; bir avuç genç yaşatmak istese de, yüzlercesi gibi Seyfe de devletin koltuklarına oturmuş aptalların elinden kurtulamadı...
Bilgisizliğin, görgüsüzlüğün, açgözlülüğün, hırsızlığın, yağmacılığın, bedavacılığın öbür kurbanı tam 300 sulak gibi...
Seyfe; gözlerden uzak ölürken, onun öyküsü, bu verimli-güzel yurdun nasıl yok edildiğinin en kısa hikáyesidir belki...
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2009
BİRİNCİ kroki:<br><br>Kuğulu Park’tan altı yüz adım güneye yürü. Kırk adım sağa say...
Arkanı Anıtkabir’e dön...
Çan şeklinde kayayı bul.
Eşele...
Kayıp trilyon oradadır...
(.........)
Diğer kroki:
Güven Park’tan yukarı doğru yüz adım say.
Çeşmeye yönel...
Keçiboynuzu ağacının altında dur...
İki kamu bankasından birini sağına, öbürünü soluna al...
Merdivenlerden çık...
Koridoru geç...
Yüzünü kıbleye çevir...
Eşele...
Damada gazete-televizyon almak için kamu bankasından verilen 700 milyon dolar ordadır...
(.........)
Diğer kroki:
Şehir Merkezi tabelasından sağa dön...
İki yüz metre git...
AOÇ arazisine gir...
Askeri lojmanları hizala...
Eşele...
Doğalgaz borusunu patlat, 14 trilyon oradadır...
(.........)
Diğer kroki:
Yoldan çık...
Meclis’i arkana al...
Mahkeme’yi solla...
Cami avlusundan geç...
İktidar otlağında dur...
Eşele...
Arsa takasları, orman tahsisleri, özelleştirme ihaleleri, deniz feneri... Çok sayıda seçim sandığı içinde, dokunulmazlığa sarılı; Alidibolar, kral hediyeleri, sünnet altınları, mısır-yumurta-suni gübre-gemi-kaçak villa-vs. oradadır...
(.........)
Diğer kroki...
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2009
SENDEN haber gelmediği zaman canım sıkılır.<br><br>Gözüm takılı kalır telefona, bilgisayarımın mesaj kutusuna... Senin sesini duymadığım zaman keyfim kaçar, nasıl yalnız hissederim kendimi.
Herkes susabilir...
Sen susma...
*
Dün yine zor bir gündü.
Polisler sendikaları, televizyonları bastılar.
Sabahın erken saatlerinde bir korku dalgası daha sindi insanların üzerine. Spikerler "eşzamanlı operasyon" diyorlar buna...
İster sağcı, ister solcu... İster tarafsız, ister taraflı... İster sıradan, ister ünlü... Kim olursa olsun "karşı devrimin" önüne çıkabilecek herkesi korkutmak amaçları.
Eşzamanlı...
(.........)
Doğrusunu istersen bir tanem...
Başarılı da oluyorlar derim ben.
Yürekli oluşundan şüphe etmediğim kimi yazarlar "korkuyorum" diye yazılar yazdılar. Kimi aydınlar televizyonlara çıkıp "korkuyoruz" dediler açık açık...
Aslında ben "korkuyorum" diyen açık yürekliliğin cesaretini ve korkmazlığını bilsem de... Ülkemizin üzerine kara bulutlar gibi çöken havayı anlatmak açısından ne kadar da doğru...
Ve gerçek...
Bak meydanlar boşaldı.
Kitle örgütleri sustular.
O aydınlık isteyenler artık sessiz...
Çoğu, değil meydanlarda milyonların önünde, cep telefonlarında bile konuşamaz oldular.
Nasıl boş ortalık...
*
Ama sen...
Sen benim dev yürekli yurttaşım, aydınlık yüzlüm, okurum, sevdam, dostumsun...
Karanlığa karşı duran, çocuklarına aydınlık günler bırakmaktan başka derdi olmayan... Bu ülkenin güvencesi-temeli... Uygar toplum olmanın tek teminatısın sen, korkma...
Senden haber alamadığım zaman canım sıkılır...
Sensiz olmaz...
Sen susma...
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2009
SEN o gaziyi tanımazsın...<br><br>Aklına geleni "kucaklamaktan" söz etsen de, senin oportünist kafan onu ne tanımaya yeter, ne anlamaya...<br><br>Sen bilemezsin... (.........)
Önceki gün onları, gururu uğruna ölen arkadaşlarının cenazesinin peşinden gitmek isterken, tekerlekli sandalyelerin üzerinde gördüm.
Hepsi gençti...
Yaşamlarının en güzel günlerinin başlangıcında, vücutlarının yarısını ıssız dağlarda bırakıp gelmişlerdi...
Canlarının tümünü veren arkadaşlarından farklı olarak, onların acısı başlamıştı, ama asla bitmeyecekti...
Suyu görüp avuçlayamamak, ağacı görüp ulaşamayarak, yolu görüp yürüyememek, çocukları sevip oynayamamak, sevgiliyi görüp okşayamamak gibi bitmek tükenmek bilmeyen bir hüznün mahkûmuydu onlar...
Yaşamları süren, ama hayatları ölmüş gaziler...
Niçin?..
Türkiye rahat uyusun diye...
*
Şimdi sen, onların uğruna her şeylerini verdikleri tüm değerleri bir bir yıkmaktasın...
Anlıyorum seni..
Onların yüceliği seni rahatsız ediyor...
Ezmek, etkisizleştirmek, silmek istiyorsun onların bitmiş hayatlarının üzerinde bulut bulut kümelenmiş toplumsal güveni ve ulusal sevgiyi...
Çünkü "hattı müdafaa"nın, aynı zamanda "sathı müdafaa" olduğunu bal gibi biliyorsun...
Bu yüzdendir...
Onlara karşı kinin var ve saygısızsın...
*
O, dağlarda çocuklarımız özgür büyüsün, yaşlılarımız rahat uyusun diye kurşun yerken, gazetelerde hep senin avanta-beleş-yağma-hırsızlık haberlerin vardı...
Ne o dağlara giden çocukların oldu, ne aklın kaldı sınır boylarında...
Senin dünyanda, onların uğruna vücutlarının yarısını, hayatlarının tamamını verdikleri onur-şeref yok...
O mağrur kimlik...
O gurur...
Sende olmadı-olmayacak...
Sen bilmezsin...
Yazının Devamını Oku