Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş.’nin bir kuruluşu olan Camelyaf’ta işe başladığım günlerde tanışmıştım Şahap Bey ile. Şişecam’ın Genel Müdürü, Camelyaf’ın ise Yönetim Kurulu Başkanı idi. Şişecam Genel Müdürlüğü Karaköy’deki Anadolu Sigorta Han binasındaydı o zamanlar, Camelyaf ise Çayırova’da. Yönetim Kurulu toplantıları, çoğu zaman, Karaköy’de yapılırdı. O günlerde hem çalışıp hem de yüksek öğrenimini tamamlamaya çalışan gencecik bir kız olan ben, toplantıdan önceki gece heyecandan uyuyamazdım. Hem Genel Müdürüm Sayın Tarhan Erdem’i mahcup etmemek, hem de Sayın Kocatopçu’nun gözüne girebilmek için var gücümle çalışırdım.
Şahap Kocatopçu, 44.üncü Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nde Sanayi ve Teknoloji Bakanı olarak görevlendirilince, Eylül 1980’de Şişecam’dan ayrıldı. Ancak Aralık 1981’de, bakanlıktan istifasının ardından, Yönetim Kurulu Başkanı olarak geri döndü T.Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş.’ne. O yıllarda ben de Camelyaf’tan Şişecam Genel Müdürlüğü’ne geçmiştim. Onu daha sık görüyordum ve bu da bana kendisini daha iyi tanıyabilme fırsatı verdi. Daha iyi tanıdıkça da onu, hem sevgim hem de hayranlığım arttı.
Şahap Bey son derece bilgili ve kültürlü, ancak bir o kadar da mütevazi bir kişi idi. Herkese eşit mesafeden bakardı. Astlarının kendisine gösterdikleri saygı, korkudan değil sevgiden kaynaklanırdı. Çok özel ve çok güzel bir insandı Sayın Kocatopçu. Onun kişiliğini biraz daha iyi anlatabilmek için, 80’li yıllardan kalan bir anıyı paylaşacağım sizlerle,
Müzik her zaman hem en büyük tutkum hem de en büyük zevkim oldu benim. İstanbul Festivali kapsamındaki klasik müzik konserlerini son yıllara kadar hiç kaçırmazdım. Sanırım 1982 yılıydı, çok istediğim bir konsere bilet bulamamıştım bir türlü. Şahap Bey o yıllarda İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi idi. Tüm cesaretimi toplayıp aradım kendisini. “Sen merak etme, ben hallederim” dedi bana. Konser tarihine bir gün kala aradı beni ve “Yarın ben gelip götüreceğim seni konsere” dedi. Çok heyecanlandım. O yıllarda kas hastalığım bu denli ilerlememişti. Ancak yine de tek başıma yürürken biraz zorlanıyordum. Konser Aya Irini Kilisesi’ndeydi ve kilisenin zemini oldukça biçimsizdi. Düşmekten çok korkuyordum. Şişecam Genel Müdürlüğü o yıllarda Şişli’deki Beytem Han’da idi. Ben sekizinci katta görevliydim ve açık büro sisteminde çalışıyorduk. Şahap Bey konserden birkaç saat önce masama kadar geldi ve kolunu bana uzatarak “gir koluma, gidiyoruz” dedi bana. Mesai arkadaşlarımın gıpta eden bakışları altında gururla girdim bana uzanan kola. Aya İrini’de en ön sırada izledik konseri. Ve o gün anılarımda yaşamımın en güzel ve en önemli günlerinden biri olarak aldı yerini. Sonradan anladım ki, Şahap Bey kendi adına verilen davetiye ile götürmüştü beni konsere. Kendi adına verilmiş bir davetiyeyi başkasına vermeyecek kadar kibar ve ince düşünceliydi.
Türkiye’ye gelmiş geçmiş ender insanlardan biri olan Sayın Şahap Kocatopçu’yu tanıma fırsatını bulmuş olduğum için çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Son yolculuğuna çıkarken yanında olup, görevlerimi yerine getirebilmek isterdim, engelim izin vermedi. Ama kalbim onunlaydı. Mekânı cennet olsun…
Engellerimizi hissettirmeyecek, engelsiz bir yaşam dileği ile...
Bu e-posta Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” adlı romanını anımsattı bana.
Kahramanlarımızdan Ayten Hanım, Aydın'ın Nazilli İlçesi’nden gelmiş Patnos’a. Kendisi ‘çocuk gelişimi ve eğitimi’ öğretmeni. Diğer kahramanımız Savcı Bey ise ‘zihinsel engelliler sınıf öğretmeni’; Van Erciş'ten gelmiş Ağrı’ya. “Buraya gelmeden önce adını bile duymadığım bir yerdi benim için. Geldiğimde kitaplarda okuyup filmlerde izlemiş olduğumuz hayatların maalesef gerçek ve yaşanmış olduğunu gördüm.” diyor Ayten Öğretmen ve ellerindeki kısıtlı olanaklarla var güçlerini birleştirip bir şeyleri değiştirmeye çalıştıklarını anlatıyor. Bu dönem, engelliler ile ilgili projeler üzerinde daha ağırlıklı olarak durduklarını, çünkü ilçede engellilere yönelik bir adım atılmış bulunduğunu söylemenin gerçekten çok zor olduğunu ifade ediyor. Bu düşünce ile, Nisan Ayı içerisinde bir otizm paneli gerçekleştirmişler.
Kaymakamları Sayın Fehmi Sinan Niyazi ve Milli Eğitim Müdürleri Sayın Salih Eskin’in eğitim anlamında ciddi uğraşlar verdiklerini ve idealist genç öğretmenleri çok desteklediklerini söylüyorlar genç öğretmenlerimiz. Kızların eğitime kazandırılmasının çok önemli olduğunu düşünüyorlar. Patnos’da okula giden kız öğrenci sayısı erkek öğrenci sayısını geçmiş. Bu dönem üç ilköğretim okulunda özel alt sınıf açılmış. Önümüzdeki yıl bu uygulamanın tüm okullara yayılması düşünülüyormuş. Bir otizm sınıfı ise açılma aşamasında imiş.
Bu genç arkadaşların bana yazma sebepleri ise, 5-7 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirecek oldukları “Patnos 1.Engelliler Eğitim Haftası Festivali”. Bu festival, Doğu Anadolu Bölgesi için bir ilk olacak. Festival kapsamında; “Okul Öncesinde Özel Eğitim”, “Erken Çocuklukta Kaynaştırma Uygulamaları”, “Farklı Gelişen Bireylerde Eğitim”, “Farklı Gelişen Bireyler ve İletişim Becerileri” konuları görüşülecek. Ayrıca, engelli öğrencilerce düzenlenen bir sahne gösterisi ve özel eğitim alt sınıf öğrencileri resim sergisi de bu festivalde yer bulacak.
Ayten Öğretmen, “Tek istediğimiz Doğu’da da bu konuyu ele alan bireylerin var olduğunu ve eğer istenilirse mahrumiyet bölgelerinde bile bir şeyler yapılabileceğini göstermek. Biz buradan bir domino taşını devirmek misali başlatıyoruz bir şeyleri. Amacımız, domino taşları devrildiğinde ortaya çıkacak herkesi kucaklayan bir resim oluşturmak.” diyor.
Bu festivale katılabilmeyi, onlara destek olabilmeyi yürekten isterdim. Çoğu zaman umursamadığım engelim bu gibi durumlarda çok üzüyor beni. Ama kalbim onlarla olacak. Başarılı olacaklarına inanıyorum.
Umuyorum ki, bu idealist öğretmenlerin girişimi yeni bir yol açacak aydınlığa doğru ve bu yola çıkanlar her gün daha da çoğalacak.
Engellerimizi hissettirmeyecek, engelsiz bir yaşam dileği ile...
Türkiye Büyük Millet Meclisi 92 yıl önce bugün okul sıralarından sandalyeler ve Ankaralı marangozların imal ettiği bir kürsüyle başlamıştı çalışmalarına. O sırada ülkemizi işgalden kurtarmak ve bağımsızlığımızı kazanmak için mücadele ediyorduk. Bu mücadelenin önderliğini yapan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, halkın desteği olmadan başarıya ulaşılamayacağını biliyorlardı. Halkın seçtiği temsilcileri aracılığıyla kendi kendini yönetmesi çok önemliydi. Yeni Türkiye bu temel üzerinde yükselecekti. Bu yüzden Anadolu’nun her tarafından seçilen temsilciler Ankara’ya gelerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni oluşturdular. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk kez kapılarını açtığı gün olan 23 Nisan’ı çocuklara armağan etti. Çünkü bugünün çocuklarının yarının büyükleri olduğunu biliyordu.
Yıllardır büyük bir coşkuyla kutladığımız 23 Nisan, sizin de bildiğiniz gibi, dünyada çocukların sahip olduğu tek bayram. UNESCO, 1979 yılını ‘Çocuk Yılı’ olarak ilan edince, Türkiye Cumhuriyeti, 23 Nisan bayramını dünya çocuklarıyla kutlamaya karar verdi. O yıl kutlamaya 6 ülke katıldı. Sonraki yıllarda, bu bayramın dünya çocuklarıyla paylaşılması gelenek oldu ve katılımcı sayısı giderek arttı. 23 Nisan artık bütün dünya çocuklarının kutladığı uluslararası bir bayram.
Bu yıl, Özürlü ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü ile Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajans’ınca (TİKA) ''Uluslararası Engelsiz Çocuk Bayramı Projesi'' hazırlandı. Proje, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kültürünün yurt dışındaki engelli çocuklar arasında da yaşanmasını ve farklı ülkelerden gelen katılımcılarla kardeşlik ruhunun devam etmesini amaçlıyor. 23 engelli Boşnak çocuk, bu proje kapsamında, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın davetlisi olarak 5 günlüğüne Türkiye'ye geldi. İlk defa uygulanan proje ile hem yurt dışından engelli çocukların 23 Nisan kutlamalarına katılmaları hem de dünyaya barış mesajının iletilmesine katkı sağlamaları hedefleniyor.
Bu yıl ülkemizdeki engelli çocuklar da unutulmadılar çoğu yerde.
- Bursa Düşünce Kulübü (BDK) 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nı, 300'ü aşkın engelli çocukla birlikte kutladı. Barış Manço Kültür Merkezi'nde tertiplenen alternatif 23 Nisan etkinliğine katılan engelli çocuklar şiirler okuyup şarkılar söylediler.
- Her yıl uluslararası çocuk şenliği düzenleyen İzmir Gaziemir Belediyesi, bu yıl 15.’si
Şiddetli yağışların ardından güneş açtı, Pazar günü öğle saatlerinde. Özgürlük Parkı çok özel misafirlere kucak açıyordu o gün. Çoğu zaman özgür olamayan bu özel misafirlere özgürlük kazandırıyordu, tek bir gün için olsa da… Tam bir şenlik havası içindeydi park. Oyuncaklar, balonlar, patlamış mısırlar, pamuk şekerleri hep otistik çocuklar içindi. Etrafta dolaşan palyaçolar onları eğlendirmeye çalışıyordu. Çocuklar mutlu, anne ve babalar huzurluydu. Bu güzel günü onlar için hazırlayan Koç Lisesi öğrencileri ise var güçleri ile çalışıyorlardı misafirlerini en iyi şekilde ağırlayabilmek için.
PAZAR GÜNÜ 'ÖZGÜRLÜK PARKI'NDAYDIM - FOTO GALERİ
Önce bir orkestra canlı müzik yaptı bu özel misafirlere. Ardından bir illüzyonist hünerlerini sergiledi. Bunu yaparken çocukları da katarak gösterinin içine, farklı bir şekilde mutlu etti onları. Çocuklar çok eğlendiler. Onlar eğlenirlerken, ben onların anne ve babalarının sevincini izledim. Bir anne yanıma yaklaştı ve benimle sohbet etti. “Biz buraya çok yakın oturuyoruz, ama üzerimize yöneltilen rahatsız edici bakışlar nedeni ile pek gelmiyoruz. Bugün burası bizim. Gönlümüzce eğlenebiliriz.” dedi. Bu sözler ok gibi saplandı yüreğime. Çok mu zor bu çocukları oldukları gibi kabullenebilmek? Çok mu zor biraz empati yapabilmek?
Otizm yaşamın ilk üç yılı içinde ortaya çıkan ve yaşam boyu devam eden karmaşık, gelişimsel bir bozukluk. Sözel ve sözel olmayan iletişimde problemler, tekrarlayıcı davranış ve kısıtlı ilgi alanları ile kendini gösteriyor, Günümüzde her 100 çocuktan birini etkilediği bilinen ve pek çok ailenin hayatının altüst olmasına yol açan bu bozukluğun yirminci yüzyılın ortalarına kadar bir adı bile yokmuş. 1943'te Dr. Leo Kanner 11 çocuk üzerinde yaptığı çalışmalar sonunda literatüre “Erken Çocukluk Otizmi” terimini kazandırmış. Aynı yıllarda Hans Asperger bugün Asperger Sendromu olarak bilinen, aynı bozukluğun daha hafif bir biçimini tanımlamış. Otizmin nedeni henüz tam olarak tespit edilememiş bulunuyor. Ancak, birden çok etkenin bir araya gelmesiyle meydana gelen oldukça karmaşık bir durum olduğu kesinleşmiş durumda. Otizmin bilinen bir tedavisi yok. Erken yaşta başlanan, çocuğun yetenekleri ve gereksinimleri dikkate alınarak, bireysel özel eğitim programları hazırlanması ve uzman kişilerce uygulanması, günümüzde bilinen tek tedavi yöntemi.
Unutmayalım ki, otizm bir akıl hastalığı değil. Otizm kimsenin suçu da değil. Otistik çocuklar böyle davranmayı bilinçli olarak seçen şımarık çocuklar değiller. Bu nedenle, ne o çocukları ne de anne ve babalarını aramıza almayarak cezalandırmamalıyız. Toplumun tüm kesimleri ile olduğu gibi, otistiklerle de birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz. Koç Lisesi öğrencilerinin bu güzel girişimi örnek olmalı hepimize. Onlar, ellerindeki kısıtlı olanakları ve bir de kocaman yüreklerini ortaya koyarak mükemmel bir gün hazırlamışlar bu özel çocukları mutlu, bizleri ise onlardan haberdar etmek için… Emeklerine ve yüreklerine sağlık…
Engellerimizi hissettirmeyecek, engelsiz bir yaşam dileği ile...
Sabancı Vakfı Hibe Programları tarafından desteklenen Platform, GÖZDER (Görme Özürlüler Derneği) ve KASDER (Kas Hastalıkları Derneği) öncülüğünde, 32 sivil toplum kuruluşunun katkıları ile oluşturulmuş. Engelli Ayrımcılığını Önleme ve Mücadele Platformu Projesi; Sivil Toplum Kuruluşları’nın tek platform etrafında toplanarak ortak hareket etmelerini ve güç birliği kurmalarını, yardım temelli çalışmalar yerine hak temelli çalışmalar yapmalarını amaçlıyor.
Platformun 13 Nisan’da Kadir Has Üniversitesi’nde gerçekleştirdiği “Engelli Ayrımcılığıyla Mücadelede STK – Kamu İlişkileri Paneli”, ülkemizde engellilere yapılan ayrımcılığı bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Proje kapsamında gerçekleştirilen “Engelli Konumlandırma, Algı ve Ayrımcılık Araştırması” sonuçları ülkemizdeki engellilerin “ötekileştirilmiş”, daha da kötüsü bu ötekileştirmeyi kabullenmiş olduklarını gösteriyordu. Bana göre, toplumumuzun engelliye bakışını yönlendiren biraz da bu kabulleniş. Başkalarının bizler için yapabileceklerinin bir sınırı var. İşte o sınırda kişi kendi haklarını korumayı bilmek zorunda. Bunu yalnızca engelliler için söylemiyorum, herkes için geçerli bu kural.
Avrupa Birliği engellileri pasif ve yardıma muhtaç bireyler olarak değil, toplumda diğer bireylerle eşit haklara sahip ve bu haklar doğrultusunda toplumla bütünleşmek için mücadele eden bir topluluk olarak görüyor. Ülkemizdeki engellilerin Avrupa Birliği tanımına uygun bir topluluk oluşturabilmeleri, kanımca, henüz olanaksız görünüyor. “Neden?” diye soracak olursanız eğer, tek bir cevap veremem size; ama, “fırsat eşitsizliği”nin doğurduğu tüm sonuçların bu ortamı hazırladığını söyleyebilirim. Örneğin; engelsiz öğrencilerle eşit eğitim hakkı vermediğimiz bir engellinin hangi bilgi ile hakkını savunmasını bekleyebiliriz?
6 Nisan tarihli “Önce öğretmenlerimiz kaldırmalı engelli ayrımcılığını” başlıklı yazımın ardından aldığım bir e-postada yazılanlar engelli ayrımcılığını tüm çarpıcılığı ile seriyor gözler önüne. Konuyla ilgisi nedeni ile, özetle, paylaşıyorum bu mesajı sizlerle:
“Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde engelli öğrencilerle çalışan bir rehber öğretmenim. "Engelliler Öğretmen Olamazlar mı?" başlıklı yazınızı okuduğumda "öğretmenler bu duruma nasıl yaklaşırlar acaba" diye düşünmekten kendimi alamamıştım. 06/04/2012 tarihli yazınızda yer verdiğiniz mektup ne yazık ki beni şaşırtmadı. Bakın neden şaşırmadım...
Çocuklarımız için engel tür ve derecelerine göre eğitsel tedbirleri almakla görevliyiz. Bu tedbirlerin önemli bir bölümünü "Tam Zamanlı Kaynaştırma" adı verilen bir uygulama oluşturuyor. Bu uygulamanın temel mantığı, engelli çocuğun yaşına uygun sınıfta normal öğrencilerle birlikte kendine özgü bir eğitim planı ile eğitim görmesi olarak açıklanabilir. Bu tedbiri normal sınıfa uyum sağlayabilecek yeterlikteki çocuklar için alıyoruz. Uygun olmayan çocukları gerekli hazır bulunuşluk seviyesine getirmek için farklı tedbirler de var, onları tercih ediyoruz. Ancak, özellikle sınıf öğretmenleri bu öğrencileri sınıflarına kabul etmekte o kadar zorluk çıkarıyorlar ki... Çocuğu sınıflarından uzak tutmak için velileri örgütleyeni de gördüm, engelli annesi olan veliyi bezdirerek kaçıranı da... Sınıfında engelli bir miniğe tahammül edemeyen öğretmenler engelli bir meslektaşına tahammül edebilir mi? Öğretmenin ilk kademede ne kadar önemli bir model olduğunu söylememe gerek bile yok. Öğretmenin tavrını hisseden çocuklar da kaynaştırma öğrencisi ile kaynaşmamayı tercih ediyorlar. Bu ortamda çocuklar hoşgörü mü öğrenecek, farklılıklara saygıyı mı öğrenecek? Hangi insani değeri verebileceğiz ki?”
Ne yazık ki bizim gerçeğimiz, şu an için, bu. Ama ben, hepimizin ortak çabası ile, yakın bir gelecekte bu gerçeğin olumlu yönde değişebileceğine inanıyorum. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Özürlü ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün çalışmaları ve tek bir platform çatısı altında toplanabilmeyi başaran sivil toplum kuruluşlarının varlığı bu inancımı destekliyor.
Gelin hepimiz el ele verelim ve “engelli ayrımcılığı”nı önlemeye çalışalım. Engellileri aramıza kabul edelim. Hep birlikte, birbirimizden olumlu yönde etkilenerek, yaşamayı öğrenelim.
Çocukluğum, Üsküdar’ın İhsaniye Mahallesi’nde geçti. Evimiz Alt Sokak’taydı. O mahallede sokaklar denize paralel olarak, yüksekliklerine göre adlandırılmıştı. Okulum Üst Sokak’taydı. Bizim evin bulunduğu Alt Sokak’tan Üst Sokak’a geçilebilecek en kısa yol, oldukça uzun ve çok dik bir yokuştu. Aslında, belki de bir çeşit merdivendi, ama arnavut kaldırımı. Ben, her gün, okula koşarak gider gelirdim o dik yokuştan. Yalnızca bir kere düştüm o yolda. Çok soğuk ve karlı bir gündü. Yokuşun basamakları buz tutmuştu. Kaydım, düştüm ve kaymaya devam ettim. Kendimi toparlayıp ayağa kalkabildiğimde, nerede ise, yolun yarısına gelmiştim.
Okulumda sayısız merdiven vardı. Her gün o merdivenleri defalarca iner çıkar, yorulmak nedir bilmezdim.
İlkokulu bitirdiğim yıl Feneryolu’na taşındık ve ben Üsküdar Amerikan Lisesi’ne (o yıllarda Üsküdar Amerikan Kız Lisesi) devam etmeye başladım. 1900’lü yılların başında inşa edilmiş bol merdivenli bir binada eğitim görüyorduk. Okulun bahçesi çok büyük ve kademeli idi, yani bahçe de merdivenliydi. 29 Temmuz 2011 tarihli yazımda; o yıllarda engelim olmadığı gibi, engelli olmak ve engelle yaşamak konusunda herhangi bir fikre de sahip bulunmadığımı, bu nedenle ne okulumuzun bahçesine ne de binalarına, şimdiki gibi, engelli gözü ile bakamadığımı söylemiştim sizlere. O vakitler ben de diğer arkadaşlarım gibi gideceğim yere yürüyerek değil koşarak vardığım, merdivenleri teker teker değil üçer beşer çıktığım için, bir gün gelip de konferans salonuna çıkan merdivenleri aşamayacağım aklıma bile gelmezdi.
Lise 1’den 2’ye geçtiğim yaz Özer’i tanıdım. Onu sevdim, o da beni. Çocuk yaşta, bir aile kurdum onunla. Onun yanında tamamladım öğrenimimi, onun yanında büyüdüm…
Kas hastası olduğumu öğrendiğimde yanımdaydı benim. Birlikte ağladık, birlikte kabullendik. Bundan sonraki yılları, bir gün tekerlekli sandalye kullanmak zorunda kalacağımı bilerek ama bu gerçeğe odaklanmayarak geçirdik.
Kızımızın da kas hastası olduğunu öğrendiğimizde ne kadar üzüldüğümüzü söylememe sanırım gerek yok. Ama bu gerçekle de yaşamayı öğrettik kendimize. Kızımızı, engelinin bilincinde engelsiz bir birey olarak yetiştirmeye çalıştık. Özer bir eş ve bir baba olarak hep yanımızdaydı. Desteği yaşamımızı engelsiz kılıyordu…
13 Nisan O’nun doğum günü. Ama o yaşadığımız dünyada değil artık. Ancak, ben daha güzel bir yerde olduğunu düşünüyorum. Kim bilir, belki de uzun yıllardan sonra anne ve babalarımızla kutluyordur doğum gününü. Buna inanmak istiyorum… Ancak böyle kabullenebiliyorum yalnızlığımı. Her nerede ise beni duyduğunu biliyorum ve ona “İyi ki doğdun, iyi ki beni seçtin, iyi ki seni tanıma ve yaşamını paylaşma şansı verdin…” diyorum.
Kızımız ona bir doğum günü hediyesi verdi. Kars’daki bir köy okulunun öğrencilerini sevindirdi, babası adına. Bir gün sizler de isterseniz bizim olanaklarımızdan yoksun olan çocukları sevindirmek,
Engelsiz Sanat Derneği, tüm etkinliklerini engelli bireylerle diğer bireylerin birbirlerinin hayatlarına dokunmalarını sağlayabilmek amacı ile gerçekleştiriyor. Söz konusu röportajlar; engelini aşmayı başarmış, hayata asılmış ve kendini kanıtlamış engelli kişilerle yapılıyor. İlk dört röportajdan 27 Şubat 2012 tarihli yazımda söz etmiştim sizlere. O günden bu yana beş yaşam öyküsü daha yayınladı Engelsiz Sanat Derneği. Bu kez tek tek değinmek yerine bu yaşam öykülerine, bu kişilerin engellerini aşmalarına yardımcı olan ortak faktörlerden söz edeceğim.
Tüm röportajlarda engelin aşılması yönündeki ilk ve en önemli desteğin aileden geldiği görülüyor. Yaşam öykülerine yer verilen bireylerin aileleri çocuklarını olduğu gibi kabullenmişler ve onların da kendi engellerini kabul etmelerini sağlamışlar. Ancak, söyleşi yapılan bireylerden biri olan Ersin’in sözleri ile, “onları bir “engelli” gibi değil, sağlıklı bireyler olarak yetiştirmişler”. Engeli bulunmayan çocuklarla kaynaşmalarını sağlayarak özgüven aşılamışlar çocuklarına. Bu çocukların yakın çevreleri de yardımcı olmuş engellerini aşmalarına. Örneğin; söyleşi yapılan bir diğer bireyin eğitimi sırasında okuduğu okullarda hep kolaylık sağlanmış. Okul girişi sandalye ile çıkılabilecek konuma getirilmiş, sınıfı alt kata taşınmış. Kendisine bu şans verilen Cafer, “ancak bunlar sadece kendi çevremle ilgili tabii” diyor. Bu sözleri çok doğru. Yine röportaj yapılan bireylerden biri olan kas hastası Halil, ilkokul beşinci sınıftan sonra bırakmak zorunda kalmış okul hayatını. Ama eğitimini sonlandırmamış; her bulduğu kitap, dergi ve gazeteyi okuyarak kendini geliştirmiş. Şu an çok başarılı bir konumda.
Hepimizin bu çocuklardan öğrenebileceği çok şey var. Siz de merak edip okumak isterseniz onların yaşam öykülerini, http://www.yorganaltindakiler.org/index.php/reports adresinden ulaşabilirsiniz. Ama ben bugün, henüz bu web sitesinde yer almayan, son röportajın konuğundan ve onun fikirlerinden, özellikle söz etmek istiyorum sizlere.
Kenan Önalan, ailesindeki kan uyuşmazlığı nedeniyle 7 yaşındayken görme yetisini kaybetmiş. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunu kendisi. “Körlük beni farklı bir renk yapıyor. Tek sıkıntım insanlar, onların kurdukları sistem. İnsanlar bana köstek oluyor. Sistemleri standart tiplemeler üzerine kuruyorlar. Gözü gören, ayağı sağlam, kulağı duyanlara göre yapılmış her şey. Bizi ötekileştiriyorlar. Biz dışlanıyoruz. Benim sıkıntım insanlar, körlüğümle ilgili bir sıkıntım yok aslında.” diyor, engeli ile ilgili olarak.
Bu e-postanın göndericisi emekli bir öğretmen, adını da yazmış mesajının ardından. Bildiğiniz gibi ben sizlerle bir mesaj paylaşırken, göndericisinin adını da paylaşıyorum. Ama bu kez, izninize sığınarak, sevgili okurumun adını saklı tutmak istiyorum. Beni çok üzen bu e-postayı aynen şöyle yazılmış:
“Merhaba, engelli öğretmen adayları ile ilgili yazınızı okudum. Üzülerek ifade edeyimki engelli kişiler öğretmen olmamılıdır. Öğretmenlik, sürekli ayakta durmayı ve karşısındaki öğrenci grubunu kontrol etmeyi gerektiren bir meslek. Engelli kişilerin bunu yapması çok zor. Ayrıca toplum olarak insanlarla alay etmeyi, onların eksik yanlarını öne çıkarmayı çok seven bir yanımız var. Helede karşınızdakiler öğrenci olursa, gerisini düşünmek istemiyorum. Meslekte uzun yıllarını geçirmiş biri olarak, öğretmenlik mesleğinin durumuna üzülüyorum: Ziraat mühendisi, orman mühendisi, eczacı, veteriner,imam,askeri personel vb., engelli öğretmen olablir ama öğretmen hiçbirşey olamaz. Herkesin para kazanmak amacı ile öğretmen olduğu bir ülkede, ancak bu kadar bilimsel ve teknolojik gelişme olabilr. Mevcut veya emekli olmuş öğretmen kadrosunda ders kitapları dışında eğitimle ilgili bir kitap okumamışların oranının yüzde doksanın üzerinde olduğuna eminim. Bunun ekonomik durumla falan alakası yok, okuyup kendimizi geliştirmiyoruz. Öğretmenlik sadece para kazanma mesleği olmamalıdır. Öğretmenlik mesleğini seçeçek kişiler bedenen,ruhen engelsiz ve yeniliklere açık, sürekli okuyan ve okutan bir zihniyete sahip olmalıdır. Kitabi bilgi ezberletmekle ve hızlı test sorusu çözdürmekle bir yere varamayız. Ülkemize ve diğer müslüman ülkelere bakın, bilimde, tekolojide neredeyiz. Amacım kimseleri incitmek değildir. Görebildiğim doğruları yazdım.Umarım dikkate alırsınız.”
Mesajı, noktasına ve virgülüne dokunmadan, bana yazıldığı şekliyle aynen aktardım sizlere. İmlâ hataları ve cümle bozuklukları için ben özür diliyorum sizlerden. Bence bir öğretmen engelli olabilir: ama, engelli ya da engelsiz, bir öğretmenin kaleme aldığı bir metinde bu kadar çok yanlış olamaz. Sevgili okurum, “Mevcut veya emekli olmuş öğretmen kadrosunda ders kitapları dışında eğitimle ilgili bir kitap okumamışların oranının yüzde doksanın üzerinde olduğuna eminim.” derken, herhalde kendisini bu %95’lik oranın dışında tutuyor. Eğer durum gerçekten bu ise, o zaman hem düşüncelerinin hem de ifadesinin farklı olması gerekirdi.
Okuyanlarınız hatırlayacaklardır, bir önceki yazımda övündüğüm niteliklerimin çoğunu öğretmenlerimin kazandırdığından söz etmiştim sizlere. Bugün biraz açmak istiyorum bu sözlerimi. Ortaokulu ve liseyi Üsküdar Amerikan Lisesi’nde okudum ben. Orta birinci sınıftaki Türkçe öğretmenimiz Türkan Hanım, aynı zamanda, okulun orta kısmının müdür yardımcılığı görevini de yürütüyordu. İmtihan olacağımız günlerde soru kâğıtlarını dağıtır; anlamadığımız bir nokta olup olmadığını sorar; sonra da “Çocuklar, ben sizin başınızda beklemeyeyim, ofiste çok iş var; sınıf başkanınız ders sonunda kâğıtları toplayıp bana getirsin.” der ve sınıftan çıkardı. Hiçbir gün bize “kopya çekmeyin” demedi ve hiç kimse onun dersinde kopya çekmedi. Çünkü, o bize güveniyordu. Ben, insanı başkalarının değil kendi kendisinin kontrol etmesi gerektiğini O’ndan öğrendim. İşte bu yüzden emekli öğretmen okurumun “Öğretmenlik, sürekli ayakta durmayı ve karşısındaki öğrenci grubunu kontrol etmeyi gerektiren bir meslek” sözlerine katılmıyorum. Kaldı ki artık akülü sandalyeler var; okullarımız erişilebilir olursa hem engelli öğretmenlerin hem de engelli öğrencilerin sorunları büyük ölçüde çözülmüş olur.
Çoğu kişinin düşüncesinin aksine, oldukça kapsamlı bir “din kültürü ve ahlâk bilgisi dersi” gördük biz Üsküdar Amerikan Lisesi’nde. Ders seçmeli idi ama Amerikalı birkaç arkadaş dışında herkes, her yıl aldı bu dersi. Bu dersin öğretmeni bize namaz surelerinden önce doğruluğun ve dürüstlüğün önemini öğretti. Hırsızlığın yalnızca para çalma olmadığını, kopya çekmenin de bir çeşit hırsızlık olduğunu anlattı. Değerlerimizi dış görünüşümüzde değil içimizde sakladığımızı gösterdi. Biz kimsenin dış görünüşündeki bir kusur ile alay etmemeyi, onun içindeki değerleri görmeye çalışmayı daha o günlerde öğrendik. Bu yüzden, sevgili okurumun “Ayrıca toplum olarak insanlarla alay etmeyi, onların eksik yanlarını öne çıkarmayı çok seven bir yanımız var.” sözlerine de katılamıyorum. Çocukları eğitmek, onları iyiye ve doğruya yönlendirmek öğretmenlerin elinde. Ayrıca bu onların en önemli görevi. Eğer durum gerçekten emekli öğretmen okurumun söylediği gibi ise de, bunu düzeltmek yine öğretmenlerin görevi. Ancak öğretmenin öğrencilerine öğreteceği doğrulara önce kendisinin inanması gerekir. İnsanın kendi inanmadığı bir şeye başkalarını inandırabilmesi çok zordur çünkü. O yüzden, önce öğretmenlerimiz kaldırmalı engelli ayrımcılığını. Önce onlar kaldırmalı ki, ayrıcılık yapmayan öğrenciler yetişsin…
Bana, sizlerle de paylaştığım, bu e-postayı gönderen okuruma teşekkür ediyorum. Ne kadar iyi bir okulda okuduğumu, ne kadar değerli öğretmenlerden ders aldığımı ve bu yüzden ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha anladım. Umarım, bir gün ülkemizdeki tüm çocuklar kavuşur bu şansa.
Engellerimizi hissettirmeyecek, engelsiz bir yaşam dileği ile...