22 Aralık 2007
Hiç E-5’de debriyaj-gaz-fren-debriyaj-gaz-fren giderken ensenize mavimtrak beyaz ışıklı bir 4x4’ün dayandığı oldu mu? Şu Xenon dedikleri HID (high intersity discharge) farlardan yakmış bir heyula ile 45 dakika tampon tampona gittiniz mi hiç? Ben gittim, aramıza başka araç sokuşturmak için yaptığım bütün manevralar sonuçsuz kaldı ve dikiz aynası hizasındaki farlardan gözüm oyuldu! Dikiz aynasını karartmak hiçbir işe yaramıyor, bilesiniz. Yan aynalardan dalıyor. Otomotivcisi, ışıkçısı bunları yol güvenliğine birebir diye pek övüyor. Kullananlar pek cool buluyor. Tek şikayetçi ise bu keskin ışıklara maruz kalanlar. Dünyanın neresine giderseniz gidin ışığa yakalanan şikayetçi. Araştırmalara göre geceleri karanlık yollarda daha geniş ve uzun ışık demeti saçıp, yaya ya da hayvanları daha kolay görüş imkanı sağladığı için HID farlar, tungsten-halojen ışıktan çok daha avantajlı. Bu nedenle de ABD’den Avrupa’ya hiçbir yerde önlem almayı düşünen yok. Bu farlar yüzünden hiçbir kaza ve ölüm kaydedilmemiş. Ama Xenon ışığının geçici körlük ve migren nöbetlerine yol açtığını iddia eden optikçiler var.
İtiraf ediyorum, Xenon muhalifi optikçiler, o mavimsi beyaz keskin ışığın migrenin yanı sıra, yaşı geçkince sürücülerde geceleri görüş kaybına yol açtığını da söylüyor. Ben bunu üzerime alınıyorum. Evet gözlerim bozuk. O lambaların buzdağı gibi soğuk, acı ışığından şikayetçiyim.
İşin uzmanlarıne göre, Xenon farlar daha fazla ışık yaydığı için, insanlar gözlerinin kamaştığını zannediyor. Yani şikayetçiler yanılıyor, öylesine atıyor! Halojen ampullerin ilk döneminde de sarı ışığın, fazla beyaz ve parlak bulunduğunu, şimdi aynı sorunun Xenon’larda yaşandığını ileri sürüyorlar.
Amerikan Ulusal Otoyol Trafik Güvenliği Dairesi (NHTSA), 2 bin kadar şikayet aldıktan sonra HID farların artısını eksisini araştırmış. Başvuran vatandaşlar, gece karanlığında karşılarında aniden çakan ışığı tehlikeli bulduklarını söyleyip özellikle arazi araçlarından şikayetçi olmuşlar. Çünkü yüksek araçlar arkadan yaklaştığında, farın ışığı öndeki aracın dikiz aynası hizasına geliyor ve doğrudan göze yansıyor. NHTSA da gözü kamaşanların şikayetini dikkate alıp, yeni sayılabilecek bu teknolojiye karşı yasal bir düzenleme gerekip gerekmediğini araştırmış. HID farlar yüzünden tek bir kaza bile kaydedilmediği gibi bunların zifiri karanlıkta daha uzun ve geniş görüş sağladığını tespit edince, bir de fazladan yol güvenliği açısından yararlı bulmamış mı!
Otomotiv mühendisleri de HID farlar yolların en uç noktalarını, tungsten-halojen lambalara göre daha iyi gösteriyor, yaya ve hayvanların can güvenliği korunuyor diye rapor vermiş. "Belli bir rahatsızlık yaratıyor ama, görüşü felç etmiyor. Faydaları, rahatsızlığı tolere edebilir" demişler.
Xenon’lu sürücüler ise ışığı çok "cool" bulduklarını, yağmurda da gayet faydalı olduğunu, hatta dilimlenmiş ekmekten bu yana en iyi icat olduğunu belirtip koroya katılmışlar.
Bu felç etmeyen basit rahatsızlık bazı araştırmacılara göre o kadar basit değil. New England College’den optometri uzmanı Dr. Alan Lewis, gece sürüşünde arkadan gelen HID ışığının geçici körlüğe yol açıp, sürücünün reaksiyon süresini 1.4 saniye uzattığını tespit etmiş. Bu durumda ışığa maruz kalan sürücünün aracı durdurması ya da tehlike karşısında direksiyon kırması için geçen süre iki katına çıkıyor. İnsan gözü geceleri mavi ışığa daha hassas, normal farlar ise renk tayfının kırmızı ucunda olduğu için daha yumuşak.
Harvard Üniversitesi uzmanlarına göre de viraj alırken aniden maruz kalınan parlak HID ışığı geçici körlüğe, migren auralarına ve ileri yaştaki sürücülerde görüşün azalmasına yol açıyor. Keskin ışık retinayı aniden beyazlatıyor. Birkaç saniye süreyle görüş bloke oluyor. Yaşı 55’in üzerinde olan sürücülerde geceleri far ışığına karşı zaten bir reaksiyon problemi var, HID farlarda bu sorun iyice büyüyor. 57 yaşındaki bir sürücünün görüşü, ışık temasından bir saniye sonra normale dönüyor. 20 yaşındaki sürücününki ise yarım saniye alıyor. Genç sürücünün gözü, 90 km hızla giderken ani bir tehlikeyi 13 metre içinde yakalayabiliyor; yaşlı sürücünün ise iki kat mesafeye ihtiyacı oluyor.
MATAH BİR IŞIK DEĞİL
Michigan Üniversitesi araştırmacıları ise HID ışığının öyle göklere çıkarıldığı kadar müthiş olmadığı sonucuna varmışlar. Çalışmayı yürüten Michael Flannagan, "Geleneksel farlar, sürüş yönündeki doğru çizgiyi daha iyi aydınlatıyor ki, düz yollarda bu daha güvenli. HID farlar ise geniş yan aydınlatma nedeniyle sadece virajlarda daha avantajlı" diyor. Xenon’suz sürücülerin şikayetçi olduğu nokta da virajlar zaten. Virajı alırken, karşı yönden gelen ani ışıklar... Ancak bu araştırmaya göre HID ışığı, "övüldüğü kadar aydınlatmadığı için" göz kamaşmasına da yol açmıyor. Migren ataklarıyla ilgili daha fazla araştırma ve kanıt istiyorlar.
HID savunucularına göre, Amerika’daki otoyollar ve trafik levhaları Avrupa’daki kadar iyi ışıklandırılmadığı için Xenon farlar büyük ihtiyaç. ABD’deki kadar olmasa bile Avrupa’da da sürücüler o mavimsi ışıktan şikayetçi. Bu şikayetler üzerine optik uzmanları Münih’te bir deney yapıyor. Çeşitli yaşlardan bir grup denek alınıp, 15 metrelik mesafeye bir monitör yerleştiriliyor ve 30 metrelik mesafeden, önce halojen, sonra da HID ışığı tutuluyor yüzlerine. Bütün deneklerin HID ışığından etkilendiği, özellikle de yaşlıca sürücülerin bazı şekilleri seçemedikleri tespit ediliyor.
XENON GÖRÜNÜMLÜ HALOJEN
Otomobil üreticileri ile yedek parçacılar ise HID farlara toz kondurmuyor. Muhalifleri, o çok hassas global ısınma noktasından vuruyorlar. Gerçekten de Xenon farlarda enerji kullanımı yüzde 30 oranında azalıyor. Yani daha az yakıt, daha az kirlilik. Farların ömrü de, normal farlara göre beş-altı kat uzun.
Xenon gazıyla yanan yüksek yoğunluklu lambalar başlangıçta sadece üst sınıf araçların tekelindeydi, şimdi ortalara doğru inmeye başladı. Ayrıca HID far kitlerini isteyen alıp takıyor. Açık artırma sitelerine baktım, far dönüşüm kitleri 200-300 liraya satılıyor. Piyasadaki fiyatlar ise 400-900 lira arasında.
Yedek parçacılar, HID dönüşüm kitlerinin yanı sıra Xenon taklidi mavi renkli halojen ampulleri satmaya da bayılıyor. Yükselen değer Xenon’a parası yetmeyen bu farlardan takıp, arabasının gece karanlığında S sınıfı Mercedes gibi görüneceğini zannediyor. HID’lere yönelik şikayetlerin pek çoğu, bu Xenon görünümlü mavi halojenlerden kaynaklanıyor olabilir. Çünkü feci şekilde salkım saçak ışık veriyorlar.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2007
Teklif çok çekici. Yalnız iki şartı var: Kadın olmak ve Norveççe konuşmak gerekiyor. İş Norveç’te, ancak vatandaşlık şartı aranmıyor. Aciliyetin nedeni şu: Beş yıl önce çıkarılan yasaya göre, 1 Ocak 2008 tarihi itibariyle halka açık şirketlerin yönetim kurullarının yüzde 40’ının kadınlardan oluşması gerekiyor. Kotayı dolduramayan şirketler kapatılabilir. Şimdi hükümet, yönetim kuruluna kadın üye bulamayan şirketlere ne yapacağını düşünüyor. Şirketler ilanla kadın yönetim kurulu üyesi arıyor. Bazı kadınlar beş-on şirkette birden yönetime giriyor. Kimi erkekler, boş koltuk bulunan yönetim kurullarına giremediği için "Bu yaştan sonra cinsiyet mi değiştireyim" diye yakınıyor.
Yıllar önce Norveçli bir gazeteciye "Siz neden AB’ye üye olmak istemiyorsunuz?" diye sorduğumda şu yanıtı vermişti: "Biz kimsenin işimize karışmasını istemeyiz, çünkü herşeyin en doğrusunu bildiğimizi, en isabetlisini yaptığımızı düşünürüz..."
Norveç bugün hálá AB üyesi değil. Kişi başına düşen milli gelir 66 bin dolar olduğuna göre ve hemen her ankette Norveç en yaşanılası ülkeler arasında ilk sıralarda geldiğine göre gerçekten en doğrusunu biliyorlar.
Norveçliler doğru bildikleri yoldan gidip 2003’te bir yasa çıkarıyorlar. Buna göre, borsada işlem gören şirketlerin yönetim kurullarında yüzde 40 oranında kadın üye bulunması gerekiyor. Sürenin dolmasına 15 gün kala birçok şirket henüz kotayı tutturabilmiş değil. Peki bu şirketler yasa gereği kapatılacaklar mı? İşte hükümet bu açmazla karşı karşıya. Ya yasayı çiğneyecek, ya da gereğini yerine getirecek.
Norveç, siyasette kadının temsil oranını seçimlerde kota koyarak yükseltmeyi başarmıştı. Parlamentodaki kadınların oranı yüzde 39.7. Şimdi cinsiyet dengesini toplumun daha geniş kesimlerine yaymak için, iş dünyasında da kota uygulamasına gidiyor.
MUTFAK EŞİTSİZLİĞİAslında Norveç kadın-erkek eşitliği cenneti değil. Erkeklerin ev işi yapayım diye kendini helák ettiği filan yok. Stavanger Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre Norveç’te kadının yeri hálá mutfak. Kadınlar haftanın 12 saatini ev işi yaparak geçiriyor, erkekler ise sadece 4 saat. Araştırma kapsamındaki 34 ülke içinde en çok Meksika’nın erkekleri ev işi yapıyor. Norveçli kadınlardan bile daha uzun süre yemek, çamaşır, temizlik ve alışverişle uğraşıyorlar.
Ev hayatındaki bu dengesizliğe karşın, iş dünyasını erkek egemenliğinden kurtarmaya soyunan Norveç’in beş yıl önce çıkardığı benzeri görülmemiş yasayla birlikte iş dünyasında kabuk değişimi başlıyor. Bugün, yönetim odalarında artık daha fazla kadın var. Yasa kapsamına giren 500 kadar şirketin üst yönetim kademelerinde kadınların oranı yüzde 35’i buldu. Oysa bu rakam 2002 yılında yüzde 7 düzeyindeydi.
Karşılaştırma açısından örnek vermek gerekirse, ABD’de 500 büyük şirketin yönetim kurullarında kadınların oranı yüzde 14.8.
Norveç’te yasanın yürürlüğe girmesine 15 gün kala şirketler yüzde 40’lık kotayı doldurmak için umutsuz bir şekilde kadın yönetici arayışı içinde. Bir Norveç şirketinin yönetim kuruluna girmek için vatandaşlık şartı bulunmuyor, ancak Norveç dili konuşanlar tercih ediliyor.
Ülkenin tanınmış isimleri özellikle rağbet görüyor. Mesela eski Petrol ve Enerji Bakanı Thorhild Widvey, 2005 yılında hükümetten ayrıldığı günden bu yana tam 11 şirkette yönetim kurulu üyeliği elde etti. Şu anda yılda 91 bin dolar kazanıyor ve gelen teklifleri artık geri çeviriyor.
Üst yönetim kademelerine girmek için başvuranlar çoğunlukla kalifiye olmadığı için kadın yönetici yetiştirmek üzere "Geleceğin Kadınları" adı altında bir proje başlatılıyor.
Tabii dünyada ilk ve tek olan bu yasa herkesi memnun etmiyor. Wall Street Journal, Norveç’in en büyük ekonomi gazetesi ile haber dergisini yayınlayan Hegnar Media’nın CEO’su ve yayın yönetmeni Trygve Hegnar ile konuşmuş.
Hegnar diyor ki, "Sırf kadın diye bir takım deneyimsiz insanlara yer açmak için kaliteli adamlardan olduk." (Aslında birçok erkek, sırf erkek olduğu için yönetim kurullarında ya, neyse).
Trygve Hegnar, Norveç’te medya kralı mertebesinde bir isim. Ancak Hegnar Media’nın yüzde 29 hissesini aldığı Gyldendal ASA adlı yayın grubunun yönetim kuruluna girmeyi bile başaramamış. Çünkü boş üyeliklere kadınlar konmuş. "Bir yönetim kurulu üyeliği uğruna bu yaştan sonra cinsiyet değiştirecek değilim ya" diyor Hegnar. Kendisi 64 yaşında.
Norveç’in en büyük holding kuruluşu olan Aker ASA da şirketlerini yasaya kurban vermemek için ülke sınırları dışından kadın yöneticiler buluyor. Balıkçılıktan petrol, gemicilik ve mühendisliğe birçok alanda faaliyet gösteren Aker, İsveç, Danimarka ve Finlandiya’dan deneyimli kadın yöneticileri transfer etmiş. Bu arada bazı önemli erkek yöneticileri de yönetim kurulu dışında bırakmak zorunda kalmış. Aslında Aker yöneticileri, başlangıçta prensip olarak bu yasaya karşı. Kararların hükümet değil, hissedarlar tarafından verilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Ancak şimdi erkeklerin, yönetim kurulundaki kadın meslektaşlarını etkilemek için daha çok çalıştığını itiraf ediyorlar.
MAÇOLARIN DEVRİMİ Hiç umulmadık ülkelerde gönüllü kadın kotası uygulayan şirketler de çıkıyor. Mesela maço tabiatlı İtalya’da. Ray-Ban gözlüklerinin yanı sıra Prada, Chanel ve Versace için de gözlük üreten Luxottica, önümüzdeki iki yıl içinde üst yönetim kademelerinin yüzde 30’una kadınları getirmeyi kararlaştırdı. İtalya, endüstrileşmiş ülkeler arasında üst düzey kadın yöneticisi en kıt ülke. Şirketlerin yönetim kurullarında kadın oranı sadece yüzde 2. Çalışacak yaşta istihdam edilen kadınların sayısıyla ilgili OECD sıralamasında, Türkiye ve Meksika’dan sonra, sondan üçüncü.
Durum böyleyken Luxottica hiçbir yasal zorunluluk olmadan devrimci bir karar alıyor, farklı cinsiyet ve cinsel tercihlerle ırk çeşitliliğini üretimde devreye sokmaya karar veriyor. Çünkü müşterilerinin yüzde 60’ı kadın ve lüks üretim işi alabildiğine yaratıcılık ve yeni buluşlar gerektiriyor. Yönetimde cinsiyet ve ırk çeşitliliğinin de yaratıcı sonuçlar verdiği kanıtlanmış durumda.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2007
Etinden sütünden faydalanacağım hayvanın, insanca bir yaşam sürmesini istemek açıkçası bana biraz ikiyüzlüce geliyor. Ama, şimdi böyle bir trend var. Kesimlik hayvanlara insanca muamele için baskı uygulayan ABD’deki hayvan hakları savunucuları, şimdi de tavukların insanca yumurtlamasını istiyorlar, çünkü kümeste barınan tavuklar kanatlarını rahat açamadığı, tüneyecek yer bulamadığı için strese giriyor. Bu nedenle bazı süpermarket zincirleri, fast food’cular, üniversite ve şirket kafeteryaları, kümes yumurtalarını almıyor. İlle de kümes dışı ortamda yumurtlanmış yumurtaları istiyorlar. Hatta California eyaletinde, 2008 başkanlık seçimi için oy kullanılırken, "eyalette sadece özgür tavukların yumurtalarını mı satalım" diye referandum sorusu da olacak. Avrupa’da ise kümes dışı yumurta üretimi için, geleneksel ve modern yöntemleri kıyaslayan binlerce sayfalık araştırma raporu hazırlanmış. AB araştırmalarına göre özgür yumurtlama olayı pek de insanca değilmiş. Çünkü tavuklar osteoropoz oluyormuş, serbest ortamda atlayıp sıçrarken
kemikleri kırılıyormuş.
Türkiye yılda 14 milyar adet sofralık yumurta üretimiyle dünyada 14’üncü sırada. Şimdi yumurtanın kolesterolsüzü, organiği filan da var.
Peki o yumurtalar çıkarken tavuklar yaslı mı, şen mi? İşte bütün mesele bu.
Ama tabii ki gündemde böyle bir mesele yok.
Kurban Bayramı yaklaştığı için beş-on gün içinde kurban kesimini tartışmaya başlayacağız. Belediyeler kesim yeri gösterecek ama, ortalık yine mezbahaya dönecek. Danalar caddelerde koşacak, kasaplar yaralanacak, hayvanseverler isyan edecek vs.
ABD’deki hayvan hakları örgütleri de kesimlik hayvanlara eziyet edilmemesi için yıllardır mücadele veriyor. KFC’nin tavuklarını aldığı tesiste, hayvanların duvarlara fırlatıldığı video görüntüleriyle kanıtlanınca ortalık nasıl da ayağa kalkmıştı. Fast food zincirleri tedarik işinde artık daha dikkatli.
Son iki yıldır ise hayvan hakları savunucularının gündeminde yumurta tavukları var. Humane Society, 2005 yılında, tavukların kümes dışında (cage free) özgürce yumurtlaması için kampanya başlattı. İki yıl içinde gelinen nokta şu. Whole Foods süpermarket zinciri sadece "cage free" yumurta satıyor. Üniversite kantinleri, bazı otel zincirleri ve Google gibi büyük şirketlerin kafeteryalarında da sadece "cage free" yumurtalar kullanılıyor. Dondurma üreticisi Ben and Jerry’s ve Burger King "cage free" yumurtaya geçiş yaptığını ilan etti. Ancak üretim henüz yeterli düzeyde olmadığı için topyekûn özgür yumurtalara geçiş biraz zaman alacak.
Bazı şirketlerin etik yumurtaya geçişi, rakipleri de köşeye sıkıştırıyor. Örneğin Humane Society, geçenlerde "Wendy’s de cage free yumurtaya geçsin" diye gazete ve radyolara ilanlar verdi. Ayrıca ünlü şeflerden Wolfgang Puck’u da, özgür yumurtaların diğerlerine göre daha lezzetli olduğu konusunda ikna etti. Lokantaları, catering servisleri ve yemek kitaplarıyla 360 milyon dolarlık gıda imparatorluğunun başında bulunan Puck, artık sadece "Humane Farm Animal Care" sertifikalı yumurtalardan alıyor. Bu sertifika, tavukların özel ve insanca muamele gördüğünü garantiliyor.
Aslında yumurtanın görünümü ve tadı, tavuğun yaşı ve yemiyle bağlantılı. Ancak şimdi genel kanı, özgürce yumurtlanmış yumurtaların daha kaliteli olduğu şeklinde.
Humane Society’nin niyeti, kümes yumurtalarını topyekûn yasaklatmak. Bu amaçla California’da imza topluyorlar. Yeter sayıya ulaştıkları takdirde, 2008 kasımındaki başkanlık seçiminde yumurta sorunu da referandum sorusu olarak oylanacak. Özgür yumurtalara "evet" oyu çıkarsa California’daki 19 milyon yumurta tavuğunu kümes dışına taşımak gerekecek.
ABD’de yumurta piyasasının yıllık hacmi 6 milyar dolar. Modern üretim yumurtalar piyasanın yüzde 5’ini oluşturuyor, ancak piyasadaki payın artış hızı çok yüksek. "Cage free" yumurtaların toptan fiyatı normal yumurtadan daha pahalı. Üreticiler daha pahalı etik yumurtanın yeterince alıcısı olacağından kuşku duyduğu için kümesten açık ortama geçiş operasyonlarında biraz tereddütlü. Bu işin hem maliyeti var, hem de altı aylık bir zaman alıyor.
AÇLIK VE YAMYAMLIK
Tavukların özgür ortamda bulunması ille de çok sağlıklı olacakları anlamına gelmiyor. Üreticilere göre tavukların açık alanda bir arada tutulması açlık, hastalık ve yamyamlığa yol açabilir. Uzmanlara göre de tavukları özgür bırakmak önemli sağlık risklerini beraberinde getiriyor. Avrupa Birliği’nde yapılan araştırmalar şunu gösteriyor: İki yıllık yumurtlama ömürleri içinde özgür tavukların kümes tavuklarına göre ölüm oranı iki kattan fazla. Hem tavuklar arasında, hem de tavukların kendi gübreleriyle teması arttığından hastalık daha çabuk yayılıyor. Ayrıca dev ahırlarda serbest bırakılan tavuklarda kemik erimesi de (osteoporoz) çok yaygın. Bu nedenle de atlayıp sıçrarken kemiklerini kırıyorlar.
Buna rağmen tavuklara yönelik etik trendi durdurmak artık mümkün değil.
İngiltere’de, etik hayvansal gıda satan süpermarket zincirleri her yıl ödüllendiriliyor, kötü muamele gören hayvanların etini, sütünü, yumurtasını satanlar ise afişe ediliyor, tüketicilere "o marketten uzak durun" diye uyarılar yapılıyor. Özgür yumurta satmak da derecelendirmede önemli rol oynuyor.
Çiftlik hayvanlarına şefkatli yaklaşım için mücadele veren Compassion in World Farming (CIWF) geçen hafta yine geleneksel ödüllerini dağıttı, birinin de ipliğini pazara çıkarttı. Sadece "cage free" yumurta satan Marks & Spencer’in süpermarket bölümü 2007’nin en şefkatli işletmesi seçilirken, İngiltere’nin ikinci büyük market zinciri Asda, hayvanlara karşı zerrece merhamet göstermediği, tüketicinin hislerini umursamadığı gerekçesiyle yerden yere vuruldu. Dünyanın en büyük süpermarket zinciri Wal-Mart’ın yan kuruluşu olan Asda hakkında zehir zemberek bir rapor yayınlandı. Etik marketler liginde en alt sıraya düşen Asda şimdi hayvanları çok sevdiğini kanıtlamaya çalışıyor.
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2007
Amerika’da bir grup ekonomi öğrencisi, ödev hazırlamak üzere kahve dükkanlarında bir çalışma yapıyor. Kadınlara karşı ayrımcılık yapılıp yapılmadığını tespit etmek için sekiz ayrı dükkanda müşteri akışını izliyor ve kadınların kahve servisi için erkeklere göre 20 saniye daha fazla beklediği sonucunu çıkarıyorlar. Ayrıca gençler de yaşlılara göre daha uzun süre bekliyor. Kasa ve servis elemanları erkek olduğu zaman bekleme süresi daha da artıyor. Öğrenciler bu çalışmayı yaparken, Nobel ödüllü ekonomist Gary Becker’in ekonomide cinsiyet ayrımcılığıyla ilgili teorisinden yola çıkıyor. Becker’e göre özellikle rekabet yoğun sektörlerde cinsiyet ayrımcılığı, para kaybı anlamına geliyor. Kahve zincirleri piyasasında da rekabet kızıştığına göre acaba bazıları para mı kaybedecek?
Starbucks’taki çocuklara direkt sordum. Onlar da "Evet doğru, yaşlıları hemen gönderiyoruz. Ama, güzel kızlarla oğlanlarda biraz oyalanıyoruz. Siparişi anlamamış gibi yapıyoruz" dediler. Yani biraz flört durumu mevcut.
Doğrusu bu kadar kolay cevap almayı beklemiyordum.
Amerikalı öğrencilerin araştırma sonucuna göre kahve servis süresi cinsiyet, yaş, ırk ve dış görünüşe göre değişiyormuş deyince, kestirmeden cevap verdiler. Burada da öyle yapıyorlarmış. Irk bölümü hariç. Çünkü ırk çeşitliliğiyle karşılaşmıyorlar.
Kahve dükkanlarında cinsiyet ayrımcılığını araştırma fikri, Middlebury Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde ders veren Caitlin Knowles Myers’a ait. Myers, Nobel ödüllü ekonomist Gary Becker’in 50 yıl önce yazdığı "Ayrımcılığın Ekonomisi" ile diğer bazı çalışmalardan yola çıkarak öğrencilerine bir ödev veriyor. Boston’daki sekiz ayrı kahve dükkanını takibe alıyorlar. Öğrenciler müşteri kisvesi altında kahvelerini alıp laptoplarıyla bir kenara oturuyorlar. Müşterilerin kasada sipariş verip yan tezgahtan kahvelerini alana kadar geçen sürelere saat tutuyorlar. Ödeme kredi kartıyla mı, yoksa nakit mi yapılıyor, ona da bakıyorlar. Ortalama bekleme süresi 99.3 saniye çıkıyor.
Starbucks’taki çocuklar, bizdeki standart bekleme süresinin 3 dakika olduğunu da söylediler. Boston’da çıkan sonucun hemen hemen iki katı.
Ancak Boston’daki 99.3 saniyelik ortalamayı cinsiyet, yaş, ırk ve dış görünüşe göre ayrıştırdığınız zaman sonuçlar değişiyor. Bir kere kadınlar, erkeklere göre 20 saniye daha fazla bekliyor.
Peki bu acaba kadınların erkeklere göre daha kararsız olmasından, erkeklere göre daha oyuncaklı siparişler vermesinden mi kaynaklanıyor? Çünkü kadınlar cappucinosu, macchiatosu ve lattenin içine karameli, vanilyası derken daha komplike siparişler veriyor.
Gözlemci öğrenciler onun da hesabını tutuyor. Kadınların yüzde 75’i, erkeklerin ise yüzde 55’i süslü-püslü kahve ısmarlıyor. Ve bu kategori içinde bekleme süresindeki fark değişmiyor. Kadınlar yine erkeklere göre 20 saniye daha fazla bekliyor.
KILIKSIZLAR DA BEKLİYOR
Çalışanların cinsiyeti de bekleme süresini etkiliyor. Mesela çalışanların sadece erkek olduğu ortamda kadının tezgah başında dikilme süresi erkeklere göre 37 saniye daha uzun. Çalışanlar sadece kadın olduğu zaman ise kadınlar, erkeklere göre sadece 7 saniye daha fazla bekliyor.
Toplu sonuçlara göre kadınlar erkeklerden, siyahlar beyazlardan, gençler de yaşlılardan daha uzun süre bekliyor. Bizim Starbucks’taki çocukların yaptığı gibi yaşlıları fazla oyalanmadan postalıyor, gençlerde flört payı bırakıyorlar. Kılık kıyafeti, saçı daha bakımlı ve kaliteli olanlar da vasat görünümlü müşterilere göre daha avantajlı durumda. Demek ki, kılıksızlara da gönülsüz hizmet veriyorlar.
Ancak kadınlar, ister siyah isterse beyaz, ister şık kılıklı isterse kılıksız olsun her halükarda kahvesine daha geç kavuşuyor. Bunun nedeni tam olarak açıklanmıyor, ancak anladığım kadarıyla kızlar da erkekler de kadın müşteriyi daha incelenesi buluyor.
Bir diğer önemli mesele de bahşiş. Kadınların erkeklere göre daima daha az bahşiş verdiği bilimsel tescilli bir gerçek. Kahve dükkanlarında ise kadınların bahşiş vermesi tamamen ihtimal dışı. Bu da özellikle kalabalık saatlerde erkeklere servisi hızlandıran ve tamamen kadınların aleyhine işleyen bir durum.
PEKİ KADINLAR FARKINDA MI
Ekonomi öğrencileri şu 20 saniye farkından sayfa sayfa ödev hazırlamış, ancak tek bir kadının bile, ayrımcılık olarak sunulan o "uçurumun" farkında olduğunu sanmıyorum. Ağırdan almaları, lüzumsuz beklemeleri asla kaldıramayan biri olarak kahve alırken ayrımcılığa uğradığımı hissetmiş değilim.
İşte bu nedenle, kahvede cinsiyet ayrımcılığı, Gary Becker’in teorisi üzerine nasıl oturtulur bilemiyorum. Çünkü Becker, ticari işletmelerde rekabetin azınlıklara ve diğer gruplara yönelik ayrımcılığı ortadan kaldırdığını ileri sürüyor. Becker’a göre, kalitesiz hizmet veren, rekabet ortamında yüksek fiyat uygulayıp iyi potansiyel oluşturan bir azınlık grubu karşısında daha az kalifiye bir grubu kayıran işletme parayı sokağa atıyor demektir. Rakip sayısının fazla olduğu ortamda ırk ve cinsiyete dayalı ayrımcılık yapan bir işletme er geç kapıya kilidi vurur.
Ancak işletmenin ayrımcılığı önlemesi için, öncelikle ayrımcılığa uğrayan grubun ayrımcılığa uğradığını algılaması gerekiyor.
Dünyanın en büyük kahve zinciri Starbucks geçenlerde son mali yıl rakamlarını açıkladı. Buna göre kar yüzde 35 artmış, ancak ABD’deki müşteri sayısında şirketin açıldığı günden bu yana ilk kez yüzde 1’lik düşüş olmuş. Global müşteri artışı ise yüzde 5. Yani işler yolunda.
Kahve zincirleri arasında global rekabet yoğun. Dolayısıyla Becker teorisinin orada da geçerli olması gerekir. Ayrıca Sandra Black ve Elizabeth Brainerd adlı iki ekonomist, global ticaretteki hacmin genişlemesi sonucu birçok piyasada artan rekabet baskısı nedeniyle şirketlerin kadınlara yönelik ayrımcılığı önlemeye başladığını tespit etmiş. Ama, dediğim gibi acaba kahve müşterisi kadınlar ayrımcılığın farkında mı?
Ya da kahve dükkanını takeaway noktası değil, gün boyu oturulacak sosyal kaynaşma mekanı olarak gören bazı kadınlar, ayrımcılığın farkına varsa bile bundan şikayetçi olur mu?
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2007
Alzheimer’li yakını olanlar bilir, o hastalık içi boş bir "bunama" kavramıyla anlatılamaz. İnsanın beyni kendi varlığını unutur, hayatının eseri hafızasından silinir, hatıraları kahpece çalınır. Onlara bakmak çok zor, çok acı vericidir. Kendisine ya da bir başkasına zarar vermesini önlemek için bebek gibi 24 saat esirgemeniz gerekir ki, insanın gücü yetmez, tükenir. ABD gibi yüksek Alzheimer’li nüfusuna sahip gelişmiş ülkelerde, maliyetli olmasına karşın hastaları ve yakınlarını rahat ettirecek çok huzurevi var. Ve şimdi o huzurevlerinin sakinleriyle ilgili ilk kez gün ışığına çıkan yeni bir tartışma var. ABD’nin ünlü Yüksek Mahkeme yargıcı Sandra Day O’Connor’ın, Alzheimer hastası kocasının kendisini huzurevinden bir kadınla aldattığını kamuoyuna açıklamasıyla başlıyor tartışma. Acaba hatıralarını kaybeden o insanlar birbirine gerçekten aşık oluyor mu? Eğer öyleyse, bu yeni aşklar evdeki eşlere ihanet sayılır mı? Yoksa o el ele tutuşmalar, unutuş girdabındaki insanların hayata tutunma çabası mı?
Sandra Day O’Connor, ABD Yüksek Mahkemesi’nin ilk kadın yargıcı. Görevde olduğu dönemde, Condoleezza Rice, Hillary Clinton ve Laura Bush’tan sonra ABD’nin en güçlü kadını olarak gösteriliyor. Geçen yıl, aniden mahkeme üyeliğinden çekiliyor. Çünkü 77 yaşındaki kocası John O’Connor, 17 yıldır Alzheimer hastası ve onunla daha yakından ilgilenmek istiyor.
Aradan bir yılı aşkın zaman geçiyor ve geçenlerde oğlu Scott bir TV kanalına çıkıp haberi veriyor: "Babamın, Arizona’daki huzurevinde bir başka kadınla ilişkisi var. Orada mutlu bir hayatı olduğu için annem çok sevinçli, çok rahatladı. Aldatılmış olmaktan ötürü bir şikayeti yok."
John O’Connor’ın romantik ilişki içinde olduğu kadın da Alzheimer hastası. Bu ilişki öncesinde feci derecede depresif, intihardan söz ettiği de oluyor. Ancak yeni aşkıyla birlikte değişiyor.
Emekli yargıç O’Connor, hiç konuşulmayan bir konuya dikkat çekmek için kendi özel hayatını kamuoyuna açıyor. Doğrudan yorumda bulunmadan, oğlu aracılığıyla. Böylece tartışma başlıyor. New York Times’ın bloglarından birinde, Alzheimer hastası yakını olanların benzer hikayelerini okuyorum. Nasıl da içlerini açıyorlar, bellekleri eriyen anne, baba ya da eşlerin ellerinden kayıp gittiğini nasıl da yürek burkan satırlarla anlatıyorlar.
Gülümseten hikayeleri aktarayım. Kadınların çoğunlukta olduğu bir huzurevinde Walter isimli bir kadın fatihi var. Her gün bir başka kadını baştan çıkarıyor, ertesi gün unutuyor. Hanımlar da Walter gibi Alzheimer hastası, onlar da unutuyorlar. Kimse aşk acısı çekmiyor.
Alzheimer hastası için her yeni dakika, önceki dakikaları unuttuğu için yeni bir sürpriz demek. Bir kadının kaleminden, hasta babanın huzurevi hikayesi: "Babam, kendisi gibi hasta bir ressama aşık olmuştu. Kadının odasında yaptığı tablolar asılıydı. O, resimlerini her gün yeniden gösterir, babam da her gün yeniden hayran olurdu tablolara. Birbirlerinin isimlerini bile hatırlamazlardı. Ancak bütün gün el ele oturur konuşurlardı."
Bir başka kadın hikayesi: "Hemşireler bir gece annemi bulamamış, her yere bakmışlar. Sonunda karşı oda komşusu Charlie ile birlikte uyurken bulmuşlar. Tabii babama söylemedik..."
"Babamız öldüğünde annem Alzheimer hastasıydı. Yasını tutamadı ama, babamın koltuğu boşaldığı için yokluğunu anladı. Onun yerine Mel Gibson resmini koydu, sonra huzurevine yerleşince bir adam ile yakınlık kurdu. Hep el eleydiler. İkisi de kaybolmuş gibiydi. Asla ayrılmıyor, ancak birbirlerini tanır gibi de görünmüyorlardı."
Böyle onlarca hikaye var. Belli ki sevdikleri insanların huzurevinde mutluluğu bulduğuna inanmak istiyorlar. Ancak bir başka görüşe göre o insanlar artık yabancı oldukları bir dünyada kayboldukları, çok korktukları için el ele tutuşuyorlar. Çünkü bir ele tutunup, biteviye yürümek, tutunduğu insanı bitap düşürene kadar yürümek tipik bir Alzheimer’li davranışı.
HUZUREVİ ROMANTİZMİ GERÇEK
Uzmanlara göre, tüm hatıralarını yitiren ve anlık yaşayan Alzheimer hastaları arasında sıkça rastlanan bir durum huzurevi romantizmi. AFP’ye konuşan bakım uzmanı Rubin Dessel, "Böyle kaç vakaya rastladım kimbilir. Ve baby boomer kuşağının bakıma muhtaç hale gelmesiyle vakaların sayısı daha da artacak" diyor. Alzheimer Derneği’nden Peter Reed de o unutuş ve anlık yaşayış hali nedeniyle huzurevlerinde yeşeren aşkları normal karşılıyor, çünkü demans hastalarının da sosyal bağlara, anlamlı ilişkilere ihtiyacı var. İlişkiler genelde çocuk romantizmi şeklinde gelişiyor ve el ele tutuşmalarla sürüp gidiyor. Ama cinsel ilişkilere de rastlanmıyor değil. Neticede hafızaları olmasa da onlar çocuk değil.
Ancak o huzurevi romantizmi, unutulmuş eşlere çok acı verebiliyor. Onları incitiyor. Özellikle mutlu evliliklere inen Alzheimer darbesi, unutulan eşlere daha fazla ıstırap çektiriyor. Bütün geçmişini, sevgilerini unutan hasta eş, bilinçli bir ihanet içinde olmasa bile...
Alzheimer öyle hain bir hafıza hırsızı ki, unutulan eşe karşı öyle merhametsiz ki. Yargıç Sandra Day O’Connor, huzurevine ziyarete gittiğinde kocasıyla yeni aşkı karşısında el ele oturabiliyor.
Bakım uzmanı Dessel, yargıç O’Connor’un davranışını çok soylu, son derece bencillikten uzak bulduğunu söylüyor, "Onu alkışlıyorum. İşte böyle fedakár davranmak, eşlerin iyiliğini ve mutluluğunu istemek lazım" diyor.
Diyor ama, peki unutulan eşlerin yeni bir aşkı yaşama hakkı yok mu? Hafızası çalınan eşin bilinçsiz aldatışı meşru da, Alzheimer yüzünden hayatı parçalanan karşı taraf - biraz da yaşlı olduğundan - ikinci bir hayata başlayamaz mı?
Tartışmanın unutulan bu yönüyle ilgili yorumlar da var New York Times’ın blogunda. Kocası 8 yıldır Alzheimer hastası olan bir kadın yazıyor: "Alzheimer hastalarına şefkat ve anlayış gösterilmesi çok sevindirici. Ancak hasta eşlerine bakanların hali hiç konuşulmuyor. Bizler öyle yorgun ve yalnızız ki. Yeni bir ilişki için zaman ve enerjim olsa bile, acaba bu ihanet sayılır mı diyorum? Artık evli olup olmadığımı bilmiyorum."
Kocası 7.5 yıldır hasta olan 56 yıllık evli bir kadın, "Toplum bize karşı hiç cömert değil, biz eşleri halen hayatta olan dullarız" diyor ve şunu söylüyor: "Bu hastalığın korkunç sonuçlarına maruz kalmayan hiç kimse Alzheimer’in ne demek olduğunu anlayamaz."
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2007
Biliyorum güvercinsever bir milletiz. Zubin Mehta, fi tarihinde Spor ve Sergi Sarayı’nın damındaki bin küsur güvercini, New York Filarmoni’nin provalarına parazit yapıyorlar diye itlaf ettirdiğinde ben de içerlemiştim. Güvercinlere düşman değilim ama, pislikleriyle binaları aşındırmalarına karşıyım. Büyük depremi bekleyen İstanbul’da zaten sağlam olmayan yapılara bir de güvercin gübresini ekleyin. Malum, ABD’de çöken Minneapolis köprüsünün güvercin pisliğine kurban gittiğine dair iddialar var. İçerdiği amonyak ve ürik asit nedeniyle güvercin pisliği tarihi yapıları mahvettiğinden Londra, Basel, Venedik gibi kentlerde güvercinleri beslemek yasak. Şimdi de New York’ta güvercin besleyenlere 1000 dolar para cezası verilmesi gündemde. Onlar güvercin düşmanı mı? Hayır değil. Güvercinleri beslemek sevap da değil. Tam tersi hayvanlara eziyet. Sabahtan akşama tıka basa yemlendiklerinden, boş vakitlerini çiftleşerek geçiriyor, seri şekilde ürüyor, yuva bulamıyor ve tıkış tıkış yaşamak zorunda kalıyorlar. Gelecek 10 yılda dünya çapındaki güvercin nüfusunun, kentleşmeye paralel olarak 50 milyondan 400 milyona fırlaması bekleniyor.
Bizim Hüseyin Gündoğdu, sabahları güvercinlere söverek geliyor işe. Çünkü Taksim’deki güvercinlerin geçtiği yolun ortasına pislemesine, satıcıların kendisine turist muamelesi yapıp güvercin yemini burnunun dibine sokmalarına sinirleniyor.
Facebook’ta da güvercin izolasyonunu savunan muhtelif gruplara üye. Bunlar arasında "Evsizleri güvercinlerle besleyelim" ve "Biz de güvercinlerin tepesine pisleyelim" gibi gruplar var.
Benim yolum güvercinlerle kesişmiyor. Bu yüzden güvercinlere de, yemlenmelerine de karşı değilim. Hatta kırk yılın başı Yeni Cami’nin önünden geçtiğimde yem atmışlığım da yok değil. Ancak İstanbul’un güvercin sorunu, yolların kesişmesiyle ilintili değil. Güvercinler, onları hiç görmeyenlerin de sorunu.
Bu kuşları muhtelif meydanlarda, cami avlularında tıka basa yemlemek anormal şekilde çoğalmalarına yol açıyor. Yem aramak gibi bir dertleri olmadığı için, zamanlarını çiftleşip üremekle geçiriyorlar. Ve pisliyorlar. Evrensel kültürün barış sembolü yaptığı o cennetlik kuş, yılda 12 kilo pislik üretiyor.
KANATLI FARELER
Bu nedenle Londra, Venedik, Basel gibi görkemli tarihi yapıları olan kentlerde meydan güvercinlerine karşı nüfus kontrol mücadelesi veriliyor. Venedik dünyanın en güvercin yoğun kenti. İnsan başına üç güvercin düşüyor. Diğer büyük Avrupa kentlerinde ise 20 kişiye bir güvercin.
Şimdi New York’ta da, güvercinleri beslemeyi suç haline getirmek isteyenler var. Oradaki nüfusları 1 milyon. Aşırı derecede hızlı üredikleri için "kanatlı fare" adını takmışlar hayvanlara. Yemlerine doğum kontrol hapı karıştırıp üremelerini engelleme planı üzerinde çalışıyorlar.
Geçen hafta New York Şehir Meclisi üyesi Simcha Felder, yapılara zarar verip hastalık yaydıkları için kentteki güvencinlere savaş açtığını ilan etti. "Güvercinlere yem atmayı yasaklayalım, yasağı delenlere 1000 dolar para cezası keselim" diye öneri getirdi. Felder’e göre, dilediği yere konup canının çektiği yere pisleyen güvercinlere artık birilerinin dur demesi gerekiyor. Güvercinlere kol kanat geren hayvan hakları savunucularına da "Güvercinleri o kadar seviyorsanız, alın evinizde besleyin, oturma odanıza pislesinler" diyor. Felder’in öneri paketinde, güvercinlere karşı şahin uçurulması da var.
ŞAHİN DENEMESİ
Aslında kadrolu şahin denemesi New York’ta daha önce de yapılmış. 2003 yılında, güvercinleri korkutsun diye Manhattan’daki bir parka eğitimli şahin salınmış. Ancak şahin, bir Chihuahua’ya saldırınca program rafa kaldırılmış. Sonra şahin ve diğer yırtıcı kuş seslerini kaydedip hoparlörle korkutmaya çalışmışlar. Güvercinler yememiş!
Londra belediyesi de Trafalgar Meydanı’ndaki binlerce güvercinle mücadele amacıyla hem yemcileri kaldırmış, hem de kuşları korkutup kaçırmak için meydana eğitimli şahinler salmıştı. Ama, güvercinler hálá orada ve Belediye Başkanı Ken Livingston da, program fazla pahalıya patladığından ateş altında.
Venedik, San Marco Meydanı’ndaki kuşların tarihi yapılarla mermer heykellere zarar vermesini önlemek için hayli zamandır yem yasağı uygulamaya çalışıyor. Ancak ruhsat sahibi yem satıcıları işi bırakmak istemedikleri gibi, hayvan hakları savunucuları da yasağa şiddetle itiraz ediyor.
Los Angeles ise geçen yaz aylarında OvoControl P adı verilen güvercinlere özgü doğum kontrol hapını kullanmaya başladı.
YUMURTALARI ÇALDILAR
Güvercin pisliği, içerdiği amonyak ve ürik asit nedeniyle çeliğin paslanmasına, yapıların aşınmasına yol açıyor. Bir iddiaya göre, geçen ağustos ayında ABD’nin Minneapolis kentinde meydana gelen köprü faciası da güvercinlerin eseri. Faciada 13 kişi ölmüştü. Amerikan Kimya Derneği’nden bir uzmana göre kuruyan pislikler konsantre tuza dönüşüp suyla temas ettiğinde meydana gelen reaksiyon köprünün metal iskeletini zayıflatmış olabilirdi.
Güvercin pisliğindeki potansiyel tehlike nedeniyle İsviçre’nin Basel kenti 1980’lerden beri mücadele veriyor. Neler yapmamışlar ki. Hayvanlar kuluçkada boş boş yatsın diye yumurtalarını çalıp, yerlerine sahtelerini bile koymuşlar. Sonuçta güvercin nüfusu dört yılda üçte iki oranında azalmış. Geçen hafta Almanya’nın Essen kentinde düzenlenen 1. Şehir Güvercinleri Konferansı çerçevesinde Der Spiegel, Basel Üniversitesi’nden Prof. Daniel Haag-Wackernagel ile görüşmüş. Bu güvercin uzmanı, Basel’de asla yem yasağına başvurmadıklarını, halkı ikna yoluyla yemlemeyi önlediklerini anlatıyor. Wackernagel, 20. yüzyılın başlarından itibaren kentlere uyum sağlayan güvercinlerin zehirlenip vurulduğunu, üstlerine ağ atıldığını, hatta yemlerin yüksek voltajlı platformlara konulması suretiyle "elektrikli sandalye"ye bile oturtulduklarını söylüyor; "Ancak öldürmek çözüm değil. Yine de çoğalırlar. En iyi çözüm beslememektir. Biz Basel’de halkı ikna etmeyi başardık" diyor.
Ancak ikna olmayanlar varmış. Basel’li bir güvercinsever, 89 yaşında ölene kadar kuşlara yılda tam 12-15 ton yem vermiş.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2007
Yachtspotter.com, limanlar arası müthiş bir şebeke. Bermuda’dan Mikonos’a, Cape Town’dan Barbados’a, daha onlarca limana uzanan bir yat hastaları ağı. Tren ve uçak gözlemcisi gibi, onlar da yatları gözlüyorlar. Paul Allen’in yatı Octopus şu gün şu saatte hangi limanda demirli, Savarona en son nerede görüldü, Frequency’nin yeni adı ne, Nazenin IV’ün adı ne zaman Axia oldu, Larry Ellison’un Rising Sun’ı, Capri’den demir aldıktan sonra hangi limanın yolunu tuttu, Sarkozy’nin Akdeniz’de turladığı yatın esas sahibi kim? Beş kıtanın en sükseli limanlarında konuşlu röntgenciler bu soruların yanıtlarını yachtspotter.com forumunda veriyor.
Resimleriyle. İsimsiz yatları da amansız bir şekilde takip ediyor, şebeke içinde haberleşerek esrarı çözmeye çalışıyorlar. Partileriyle ünlü Paul Allen, yatına personel alırken gizlilik sözleşmesi imzalatıyor ama, yat gözlemcilerinin takibinden kurtulamıyor. Yachtspotter tayfasının huşu içinde takip ettiği tekneler arasında Türk tersanelerinde imal edilmiş yatlar da var. Mesela o güzelliklerden biri de Maltese Falcon. Tuzla’daki Yıldız Tersanesi’nden çıkma Perini Navi yapımı 100 milyon dolarlık yat, en son 9 Ekim’de La Spezia’da demirlemiş. Dereli Yatçılığın MuMu’su da takip altında. Proteksan-Turquoise imalatı Talisman C, Odessa, Mosaique ve Petera da öyle.
TMSF, Uzanlar’ın yatları gözlerden uzak olsun diye isimlerini değiştirmişti ama, dünyanın öbür ucundaki bir yat gözlemcisi bile çok iyi biliyor ki, Frequency’nin adı artık Beluga. Airwawes’inki de Splendido. Amerikan Palmer Johnson imalatı olan Frequency’nin ilk adı da La Baronessa. 19 Ağustos 2007 tarihi itibariyle isim değişiklikleri not düşülmüş. Rahmi Koç’un dünyayı turladığı Nazenin IV’ün de el değiştirip Axia adını aldığı idrak edilmiş durumda.
Yani gözetleme işi Uzan yatlarının içindeki gizli kamera tertibatıyla sınırlı değil. Dışarıdakiler de onları gözetliyor.
Ancak dışarıdakiler daha prensip sahibi. Sadece yat resimleriyle ilgileniyorlar. İçindekilerle değil. Yachtspotter.com sitesinde güvertede güneşlenen, viskisini yudumlayan, çılgınca partileyen kimse görünmüyor. Beş kıtanın limanlarındaki röntgenciler sadece yatlara hasta.
Bu yüzden Paul Allen’in muhteşem yatı Octopus’u dünya denizlerinde liman liman takip ediyor, ancak misafirlerine ilişmiyorlar. Özellikle üstsüz güneşlenme hallerinde, yatın kendisi ne kadar kışkırtıcı ve seksi görünürse görünsün, site o tür resimlere kapalı.
Yachtspotter.com’da buluşan yat gözlemcileri, dok işçilerinden marina memurlarına, tekne sahiplerinden limana bakan ofis binalarındaki çalışanlara kadar geniş bir yelpazedeki fanatiklerden oluşuyor. 30 metrenin altındaki yatlarla kesinlikle ilgilenmiyorlar. Ortak ilgi alanları ise mega yatlar.
Sitenin yöneticisi Fransız mühendis Raphael Montigneaux. Kendisi yatçılık işinde değil, ama çocukluğundan beri yat tutkusu var içinde. Yılda sekiz bin kadar yat resmi çektiğini söylüyor.
Özel hayatın mahremiyetine bunca saygı gösterilmesine karşın ünlü yat sahipleri bu şekilde gözetlenmekten tabii ki hoşnut değil.
Microsoft’un kurucu ortağı milyarder Paul Allen, 126.20 metrelik mega yatı Octopus ile diğer yatı Tatoosh’un medya tarafından görüntülenmesine pek nadir izin veriyor. Yatlarına personel alırken gizlilik sözleşmesi imzalatıyor. Genelde dünyanın en ücra denizlerinde seyrediyor. Ancak yachtspotter.com’da Allen’in nerelerde dolaştığı bir bir dökülüyor. Mesela, geçen yazı Mikronezya’da geçirip, sonra Avustralya, Güney Afrika ve Barbados’a gittiğini öğreniyoruz. İki hafta kadar önce de Bermuda açıklarında görülmüş Octopus. Fransa açıklarında çekilmiş resimlerde Octopus’un güvertesinde bir helikopter görünüyor, Allen’ın diğer yatı Tatoosh da az ötede. Bir başka resimde Octopus, gün batımında Antibes Yat Kulübü’nden ayrılırken görülüyor. Bu resimlerin hiçbiri Paul Allen’dan izin alınarak çekilmiş değil. Hepsi de röntgencilerin marifeti.
Amerikan medyası, mahremiyetine pek düşkün olan Allen’ın, gözetleme faaliyetleri hakkında ne düşündüğünü öğrenmek istiyor. Sözcüsü "Bay Allen, şahsi mülküyle ilgili konuşmaz" diyor.
The Wall Street Journal’daki habere göre yatların boyu bosu ve sayısındaki artışla birlikte röntgencilerin sayısı da hızla tırmanıyor. Şu anda boyu 37 metreyi aşan 370 adet yat ya imalat aşamasında ya da kontratı yapılmış durumda. Oysa 2003 yılında bu sayı 182’ydi. Ayrıca teknolojik gelişmeler de fanatiklerin dijital resimleri anında web sitesine postalayıp, yatın koordinatlarını bildirmesini kolaylaştırıyor. Yachtspotter.com dışında yatların kimliği ve pozisyonlarıyla ilgili bilgiler veren başka siteler de var. Mesela shipspotters.com2, yachtforums.com3 ve superyachttimes.com4 gibi.
Ancak bunların en kapsamlıları yachtspotter.com ve Power & Motoryacht dergisinin "megayachts" forumu. Bu sitelerde yatların teknik özellikleri yer alıyor, ancak teröristlere prim vermemek için imalat halindeki teknelerin görüntüleri ve planları yayınlanmıyor. Bu konularda sohbet de yasak. Ancak yine de yatların motor gücünden güverte ebadına, jakuzisinden geçirdikleri kazalara kadar mahrem ayrıntılar da yok değil. Mesela geçen mayıs ayında bir Suudi işadamına ait olan Lady Moura, Cannes açıklarında kayalara bindiriyor ve o saat "Lady Moura, Canto Limanı girişinde karaya oturdu. Beş derece yan yattı, yakıt sızdırıyor" diye web yayınına başlıyor bir röntgenci. Bir diğeri "Yattaki misafirler ve bagajları tahliye ediliyor" diyerek olay görüntülerini yüklüyor siteye.
Yat gözlemcilerinin çok sıkı takip ettiği teknelerden biri de, Oracle’ın patronu Larry Ellison ile Amerikan eğlence dünyasının krallarından David Geffen’ın ortak yatı Rising Sun. Yachtspotter.com gözlemcileri geçen yaz boyunca 138 metrelik yatı, Mayorka ve Barcelona’dan, Portofino, Capri ve Villefranche’a adım adım takip ediyorlar. Sonunda Rising Sun, bakım ve onarım için Bremen’deki tersanede demirliyor. Megayachts forumundaki bir resimde yat pencerelerinin özel bir merdiven kullanılarak silinmesi gözlemci tayfası arasında büyük heyecan yaratıyor. Çünkü o merdivenin kullanıldığını ilk kez görüyorlar.
BODRUM’DARÖNTGENCİ YOK MU
Dünyanın her koyunda bir yat gözlemcisi olmaması tabii ki sitede gediklere yol açıyor. Mesela Chelsea’nin Rus patronu Roman Abramoviç’e ait Le Grand Bleu’nün geçen 13 Ağustos’ta Bitez Beldesi Akvaryum Koyu’nun iki mil açığında demirlediğini biz biliyoruz. Ama Yachtspotter.com röntgencileri bilmiyor. Sitedeki son kayıtlara göre Le Grand Bleu, en son 9 Ekim’de, Rio’nun Botafogo koyunda demirlemiş. Ondan önce de 1 Ağustos’ta Yunanistan’ın Vouliagmeni açıkları ve 2 Eylül’de Balear Adaları’nın Binibeca Vell açıklarında demirli görünüyor.
O aradaki boşlukta Le Grand Bleu’nün Bodrum’da olduğunu buradan yat gözlemcilerine ihbar ediyorum.
TMSF, Uzanlar’ın yatları gözlerden uzak olsun diye isimlerini değiştirmişti ama, dünyanın öbür ucundaki bir yat gözlemcisi bile çok iyi biliyor ki, Frequency’nin adı artık Beluga. Airwawes’inki de Splendido. Amerikan Palmer Johnson imalatı olan Frequency’nin ilk adı da La Baronessa. 19 Ağustos 2007 tarihi itibariyle isim değişiklikleri not düşülmüş. Rahmi Koç’un dünyayı turladığı Nazenin IV’ün de el değiştirip Axia adını aldığı idrak edilmiş durumda.
Yani gözetleme işi Uzan yatlarının içindeki gizli kamera tertibatıyla sınırlı değil. Dışarıdakiler de onları gözetliyor.
Ancak dışarıdakiler daha prensip sahibi. Sadece yat resimleriyle ilgileniyorlar. İçindekilerle değil. Yachtspotter.com sitesinde güvertede güneşlenen, viskisini yudumlayan, çılgınca partileyen kimse görünmüyor. Beş kıtanın limanlarındaki röntgenciler sadece yatlara hasta.
Bu yüzden Paul Allen’in muhteşem yatı Octopus’u dünya denizlerinde liman liman takip ediyor, ancak misafirlerine ilişmiyorlar. Özellikle üstsüz güneşlenme hallerinde, yatın kendisi ne kadar kışkırtıcı ve seksi görünürse görünsün, site o tür resimlere kapalı.
Yachtspotter.com’da buluşan yat gözlemcileri, dok işçilerinden marina memurlarına, tekne sahiplerinden limana bakan ofis binalarındaki çalışanlara kadar geniş bir yelpazedeki fanatiklerden oluşuyor. 30 metrenin altındaki yatlarla kesinlikle ilgilenmiyorlar. Ortak ilgi alanları ise mega yatlar.
Sitenin yöneticisi Fransız mühendis Raphael Montigneaux. Kendisi yatçılık işinde değil, ama çocukluğundan beri yat tutkusu var içinde. Yılda sekiz bin kadar yat resmi çektiğini söylüyor.
Özel hayatın mahremiyetine bunca saygı gösterilmesine karşın ünlü yat sahipleri bu şekilde gözetlenmekten tabii ki hoşnut değil.
Microsoft’un kurucu ortağı milyarder Paul Allen, 126.20 metrelik mega yatı Octopus ile diğer yatı Tatoosh’un medya tarafından görüntülenmesine pek nadir izin veriyor. Yatlarına personel alırken gizlilik sözleşmesi imzalatıyor. Genelde dünyanın en ücra denizlerinde seyrediyor. Ancak yachtspotter.com’da Allen’in nerelerde dolaştığı bir bir dökülüyor. Mesela, geçen yazı Mikronezya’da geçirip, sonra Avustralya, Güney Afrika ve Barbados’a gittiğini öğreniyoruz. İki hafta kadar önce de Bermuda açıklarında görülmüş Octopus. Fransa açıklarında çekilmiş resimlerde Octopus’un güvertesinde bir helikopter görünüyor, Allen’ın diğer yatı Tatoosh da az ötede. Bir başka resimde Octopus, gün batımında Antibes Yat Kulübü’nden ayrılırken görülüyor. Bu resimlerin hiçbiri Paul Allen’dan izin alınarak çekilmiş değil. Hepsi de röntgencilerin marifeti.
Amerikan medyası, mahremiyetine pek düşkün olan Allen’ın, gözetleme faaliyetleri hakkında ne düşündüğünü öğrenmek istiyor. Sözcüsü "Bay Allen, şahsi mülküyle ilgili konuşmaz" diyor.
The Wall Street Journal’daki habere göre yatların boyu bosu ve sayısındaki artışla birlikte röntgencilerin sayısı da hızla tırmanıyor. Şu anda boyu 37 metreyi aşan 370 adet yat ya imalat aşamasında ya da kontratı yapılmış durumda. Oysa 2003 yılında bu sayı 182’ydi. Ayrıca teknolojik gelişmeler de fanatiklerin dijital resimleri anında web sitesine postalayıp, yatın koordinatlarını bildirmesini kolaylaştırıyor. Yachtspotter.com dışında yatların kimliği ve pozisyonlarıyla ilgili bilgiler veren başka siteler de var. Mesela shipspotters.com2, yachtforums.com3 ve superyachttimes.com4 gibi.
Ancak bunların en kapsamlıları yachtspotter.com ve Power & Motoryacht dergisinin "megayachts" forumu. Bu sitelerde yatların teknik özellikleri yer alıyor, ancak teröristlere prim vermemek için imalat halindeki teknelerin görüntüleri ve planları yayınlanmıyor. Bu konularda sohbet de yasak. Ancak yine de yatların motor gücünden güverte ebadına, jakuzisinden geçirdikleri kazalara kadar mahrem ayrıntılar da yok değil. Mesela geçen mayıs ayında bir Suudi işadamına ait olan Lady Moura, Cannes açıklarında kayalara bindiriyor ve o saat "Lady Moura, Canto Limanı girişinde karaya oturdu. Beş derece yan yattı, yakıt sızdırıyor" diye web yayınına başlıyor bir röntgenci. Bir diğeri "Yattaki misafirler ve bagajları tahliye ediliyor" diyerek olay görüntülerini yüklüyor siteye.
Yat gözlemcilerinin çok sıkı takip ettiği teknelerden biri de, Oracle’ın patronu Larry Ellison ile Amerikan eğlence dünyasının krallarından David Geffen’ın ortak yatı Rising Sun. Yachtspotter.com gözlemcileri geçen yaz boyunca 138 metrelik yatı, Mayorka ve Barcelona’dan, Portofino, Capri ve Villefranche’a adım adım takip ediyorlar. Sonunda Rising Sun, bakım ve onarım için Bremen’deki tersanede demirliyor. Megayachts forumundaki bir resimde yat pencerelerinin özel bir merdiven kullanılarak silinmesi gözlemci tayfası arasında büyük heyecan yaratıyor. Çünkü o merdivenin kullanıldığını ilk kez görüyorlar.
BODRUM’DARÖNTGENCİ YOK MU
Dünyanın her koyunda bir yat gözlemcisi olmaması tabii ki sitede gediklere yol açıyor. Mesela Chelsea’nin Rus patronu Roman Abramoviç’e ait Le Grand Bleu’nün geçen 13 Ağustos’ta Bitez Beldesi Akvaryum Koyu’nun iki mil açığında demirlediğini biz biliyoruz. Ama Yachtspotter.com röntgencileri bilmiyor. Sitedeki son kayıtlara göre Le Grand Bleu, en son 9 Ekim’de, Rio’nun Botafogo koyunda demirlemiş. Ondan önce de 1 Ağustos’ta Yunanistan’ın Vouliagmeni açıkları ve 2 Eylül’de Balear Adaları’nın Binibeca Vell açıklarında demirli görünüyor.
O aradaki boşlukta Le Grand Bleu’nün Bodrum’da olduğunu buradan yat gözlemcilerine ihbar ediyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2007
Bazı ülkelerde işyeri tacizi diye bir suç var. Evet "cinsel taciz" bizim yeni ceza yasasına göre de suç. Ama ben tacizin seksüel olmayan biçiminden söz ediyorum. "Aman idare et işte, bizim patron biraz öfkelidir" diye üstü örtülen tarzda tacizden. İsveç’ten İrlanda’ya, Avustralya’dan Kanada’ya birçok ülkede mobbing yasaları çıkarılıyor. Çünkü işyerlerindeki psikolojik şiddet (mobbing), insan onurunu zedelediği gibi fiziksel ve ruhsal rahatsızlıklara da yol açıyor. Birey kendine olan güvenini ve inancını yitiriyor. Sistematik küfür ve hakaretle bireyi aşağılamak şeklinde kendini gösteren işyeri şiddeti daha çok kadınlara yöneliyor. Bu tür tacize maruz kalan pek çok kadın, tuvaletlere kapanıp ağlamaktan helak olduğunu, ofisteki eziyetin de aile içi şiddet gibi yenir yutulur olmadığını anlatıyor. Peki işyeri tacizcileri daha da ileri gidip sözel şiddeti kaba kuvvet gösterisine dönüştürebiliyor mu? Antalya Film Festivali’nde meydana gelen olaya bakılırsa evet. Kadınların işyeri tacizcisi diye anlattığı TÜRSAK Başkanı Engin Yiğitgil’in, Nimet Demir’e dayak atması bunun örneğini oluşturuyor.
Altın Portakal’ı "Sinema barıştır" sözleriyle açıp fiziksel şiddetle kapatıyor TÜRSAK Başkanı Engin Yiğitgil.
Hasmı bir kadın. Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin iletişim danışmanı olan şirketin yöneticisi Nimet Demir. Festival başkanı Engin Yiğitgil’in küfürlü, tekmeli ve yumruklu saldırısına uğruyor. Çok sayıda görgü tanığı var. Olayın görüntüleri de kameraya alınmış. Söylentiye göre o kaset şimdi Yiğitgil’in elinde.
Yiğitgil saldırıyı yalanlıyor. Nimet Demir’in, bizim Emel Armutçu’ya anlattıklarını okuyorum: "Elemanlarıma kaba davranıyor, hakarete varan tavırları oluyordu... Çıldırmış gibiydi, kontrolsüz bir şekilde bağırıyordu... Koşarak, çığlıklar atarak üzerime geldi... "
Ben Engin Yiğitgil’i tanımam ama, İstanbul’daki iş ortamında ona yakın tanık ve kurbanlardan dinlediklerim, Antalya’daki Nimet Demir’in anlattıklarıyla birebir örtüşüyor. Dayak kısmı hariç. Ama küfür, hakaret, aşağılama gırla.
Sabah toplantısında kadınlara "Hayvan herifler, yine tuvalet kağıdını bitirmişsiniz" diye bağırmalar, öfke nöbeti geçirip elinde ne varsa etrafa savurmalar. Yemeğini getirene, "Nereden biliyorsun aç olduğumu" diye çıkışmalar, getirmeyene "Aç olduğumu bilmiyor musun" diye çemkirmeler, sürekli "Burada patron benim" diye büyüklenmeler. İş ortamındakilerin çoğu kadın, dolayısıyla küfür ve hakaretleri işitenler de onlar. Üçüncü şahıs kadınlardan da "o" ile başlayıp "u" ile biten sıfatla bahsediyor Engin Bey. Ama hakkını yemeyelim, ofiste kimseye el kaldırmamış.
SANAT ORTAMINDA ŞİDDET
Nimet Demir dayağı şöyle anlatıyor:
"Bana doğru tekmeler, yumruklar savurmaya başladı, bir yandan da küfür ediyordu. Herkes arkasından koşmuş tutmaya çalışıyordu. O an yumrukların bana ulaşmadığını düşünmüştüm, sabah kollarımda ve sırtımda morluklar vardı."
Olay Antalya Kültür Merkezi’nin fuayesinde meydana geliyor. Nimet Demir, elemanlarına hırçın davranmaması için uyarmak istiyor Engin Yiğitgil’i. Ancak beriki öfkeleniyor. Bir sanat kurumunun başındaki adam, bir kariyer kadınına el kaldırıyor.
O kalkan eli, dayağı önlemek için tutan bir adam var. Antalya Kültür Sanat Vakfı Başkanı Erol İşbilir. Önce gazetelere şu açıklamayı yapıyor: "Olay doğrudur. Yiğitgil’i fiziksel olarak engelledim. Kişisel bir saldırı vardı. Bana da küfür vardı, ne kadar insan varsa herkese vardı. Engin Yiğitgil kendisinde değildi, iğne yapıldı." Ama ertesi gün Emel Armutçu’ya konuşurken İşbilir renk değiştiriyor, "İş ortamı stresi, büyütecek bir olay yok. Olan festivale oldu" diyor.
TÜRSAK Genel Müdürü Sevinç Baloğlu ise "Olay doğru olsaydı, vakıfta çalışan onca kadın, biz günde üç posta dayak yerdik. Olay sırasında sinirliydi, ancak dayak yok. Bu kadın zaten oraya skandal yaratmaya gelmişti" diyor.
Tanık ve kurbanlardan dinledikledim ise şiddet ve korku dolu bir işyeri tablosu gösteriyor. İşyerinde terör estiren bir patron ve onu idare etmeyi sanat haline getirmiş kadınlar. Engin Bey mağduru anlatıyor:
"Sürekli herkesin içinde bağırıyor, küçük düşürüyor, aşağılıyor, duygu dünyamı alt üst ediyordu. Her gün eve ağlayarak gidiyordum. Daha yeniyim, beceremiyorum diye kendime kızıyor, adam haklı diye kendimi azarlıyor ve hızlanmak için gayret sarf ediyordum. Konuşma ve davranış üslubunun bende bıraktığı yaraları anlatacak kelimelerim yok. Ben tüm yüreğimle o kadına (Nimet Demir) inanıyorum, ben sessiz kaldım, o kalmasın istiyorum. O şiddete tanık olup hiçbir şey yapmadığım için özür diliyorum kendisinden."
Bu mağdur, çalışma arkadaşı olan kadınlar tarafından "Erkekleri idare etmeyi bilmiyorsun" diye de eleştiriliyor.
İNTİHARA SÜRÜKLENENLER
İşyeri şiddetiyle ilgili global motifler, mağdurların anlattıkları aşağı yukarı aynı. Pohpohlanmayı seven, benmerkezci tacizciler ve nispeten zayıf halka mağdurlar. Sürekli küfür ve hakaret eden tacizciler ve gözyaşlarına sığınan ezik kurbanlar. Bu yüzden stres ve depresyona girenler, hatta intihar edenler. "Mobbing" kavramını işyerinde psikolojik şiddet anlamında ilk kez kullanan Dr. Heinz Leymann İsveç’te intiharların yüzde 15’inin mobbing kaynaklı olduğunu söylüyor. İrlandalı uzman Dr. John McDermott’a göre ise her beş intihardan biri işyeri taciziyle bağlantılı.
ABD’deki istatistiklere göre çalışanların yarısı ya taciz mağduru olmuş, ya da tacize tanıklık etmiş. Kurbanların yüzde 57’si kadın. Tacizcilerin ise yüzde 60’ı erkek. Ancak tacizci kadın ise seçtiği kurban da yine kadın oluyor; yüzde 71.
"Mobbing" kavramı Türkiye’de de yaygınlaşmış olmakla birlikte henüz Türk hukuk sistemine girmedi. Yeni Ceza Yasası’ndaki "cinsel taciz" ise çok sınırlı ve psikolojik şiddet kadar yaygın olmayan bir suçu içeriyor. Gelişmiş ülkelerde işyeri tacizi artık, cinsel ve ırka dayalı tacizin üzerinde bir hukuki tanım. Bir çalışan hakkında maksatlı dedikodu yaymak, yapılamayacak işler yüklemek de mobbing kapsamına giriyor. Bu nedenle yeni mobbing yasaları çıkarılıyor. Avustralya ve Kanada’nın bazı eyaletlerinde taciz yüzünden sağlığı tehlikeye giren çalışanlar dava açabiliyor, işyeri doğrudan sorumlu oluyor. İsveç ve İrlanda’da da mobbing yasalarına göre işyerleri çalışanlarını psikolojik şiddete karşı korumakla yükümlü. İngiltere’de de 1997 tarihli Tacize Karşı Koruma Kanunu, aynı işlevi görüyor.
ABD’de federal yasa çıkarılması için hazırlık var, 13 eyaletin meclislerinde ise şu sıra yasa tasarıları görüşülüyor. Ayrımcılık ve tacizle ilgili çeşitli yasalar çalışanları psikolojik şiddete karşı güvence altına aldığı halde yeni yasal düzenlemelere ihtiyaç duyuluyor.
Yazının Devamını Oku