Ayşe Özek Karasu

Örtük çağrışım cinsinden Amerika’ya karşı hissiyatımız

27 Ekim 2007
Hani Pew araştırma merkezinin, BBC’nin Türkiye anketleri oluyor da, dünyanın en Amerikan düşmanı ulusu hep Türkler çıkıyor. O anketlere göre Türkler Ahmedinejad’ı da Bush’tan daha çok seviyor. Bu sonuçların tamamı beyan usulüyle elde ediliyor. Yani soru anındaki ruh haline ve yönlendirmeye göre. Türklerin Amerika’ya beslediği hisleri öğrenmenin daha bilinçaltı deşmeli bir yolu var. Harvard Üniversitesi’nin online testi. Adı Örtük Çağrışım Testi (ÖÇT). Asla farkında olmadığımız önyargılarımızı açığa çıkarıyor test. Bilinçaltının da altını.

Öyle bir test ki, kendini en liberal zannedenler, siyahlara ve gay’lere, çok tarafsız davrandığını düşünenler şişmanlar ile yaşlılara düşman çıkıyor. Irk, etnik köken, yaş ve cinsiyete karşı o örtük çağrışımlarla doktorlar yanlış tedavi uyguluyor, gazeteciler taraflı haber yazıyor. Gizli milliyetçileri de ele veriyor ÖÇT. Bu testte milliyetçiliğin nesnesi Amerika oluyor. Şu Irak gerginliği ortamında yapın testi bakalım ne çıkıyor. Ben yaptım. Sonucu veriyorum; "Verileriniz (Amerika’dansa) Türkiye’ye yönelik zayıf bir otomatik tercihe işaret ediyor."


İnanılır gibi değil, zenci görmeden yaşayıp, siyahlara karşı nahoş önyargılar besliyorum.

Yaşlılara karşı da öyle ama, onları görüyorum.

Neyse ki zayıfları şişmanlara tercih etmiyorum.

Ancak eşcinseller karşısında heteroseksüellerden yana orta kuvvette meyil veriyorum. (Bu bölüm Türkçe testte yok. Amerikan testinde var).

En beteri, kadınların fen bilimlerine istidatlı olmadığını düşünüyorum. Gizliden gizliye. Test sonucu şöyle diyor: "Verileriniz Erkekler ve Fen Bilimleri ile Kadınlar ve İnsani Bilimler arasında (Kadınlar ve Fen Bilimleri ile Erkekler ve İnsani Bilimler arasındakine kıyasla) kuvvetli bir çağrışıma işaret ediyor."

Bu "kuvvetli çağrışım" hükmü, testteki en berbat sonuç. İflah olmaz önyargılar barındırdığınızı anlatıyor.

Demek ki, onun için koskoca parçacık fizikçisi Prof. Dr. Engin Arık, bir yazım üzerine bana e-mail attığında ona "Engin Bey" diye cevap verdim. O da kibar bir şekilde "kadın" olduğunu belirterek yazışmayı sürdürdü.

Harvard Üniversitesi’nin sanal ortamdaki testi, tam takke düştü kel göründü cinsinden. Bir ankette sorsalar, "Gençleri yaşlılara tercih ederim" demeyecek insanlar, aslında yaşlılardan pek de hazzetmediğini anlıyor. "Gay’lere karşı hiçbir önyargım yok" diyecek adam, neredeyse homofobik çıkıyor.

Ben de Amerika’ya karşı önyargılı olmadığımı düşünüyorum. Türkçe testi seçip, Atatürk ve Bush resimleriyle, Türk ve Amerikan bayraklarını, Türkiye ve ABD haritalarını iyi ve kötü kavramlarla eşleştire eşleştire gidiyorum. Neyse ki, sonuçta aşk-nefret duygularına dayalı kör bir milliyetçilik çıkmıyor. Doğal olarak Türkiye’den yana otomatik tercih gösteriyorum. Ama şiddetli değil.

Otomatik tercih, sonuçların şiddetine bağlı olarak "zayıf", "orta kuvvette", "kuvvetli" veya "hiç ya da çok zayıf" olarak niteleniyor.

Amerika’yla ilgili örtük ve açık tutumlarım örtüşüyor. Harvard’ın sitesinde örtük-açık tutumla ilgili şu bilgi veriliyor:

"Örneğin ’Türkleri sever misiniz?’ sorusuna kendilerini önyargısız gören pek çok Alman ’evet’ cevabını verecektir. Ancak ÖÇT aynı kişilerin Türklerle ilgili olumsuz çağrışımları olduğunu gösterebilir. Almanya’da benzeri ÖÇT sonuçları alınmıştır. Bu Almanlar örtük olumsuz tutumlarının farkında değildir, dolayısıyla da bunları açıkça belirtmek ellerinde değildir."

Siyahlarla ilgili hiçbir örtülü yargı beslemediğimi de düşünüyorum. Ekran penceresinde beliren siyah ve beyaz yüzleri sağ ve sol diye ayırıyorum. İyi ve kötü kavramları ifade eden sözcükleri de sağ ve sol diye ayırıyorum. Testin ilerleyen safhalarında resimler ve kavramlar yer değiştiriyor.

İyi öğeler şöyle: Mutlu, huzur, keyif, muhteşem, sevgi, kahkaha, neşe, harika.

Kötü öğeler de şunlar: Istırap, acı, başarısızlık, kötü, fena, berbat, korkunç, rezil. Yaptığın teste göre zayıf ve şişman, siyah ve beyaz, genç ve yaşlı yüzleri beliriyor. Onları hızla tasnif etmen gerekiyor.

Yargısız gittiğini sanıyorsun. Sonuçta, iyi kavramlarla siyah yüzleri eşleştirirken daha bir tereddüt ettiğin ortaya çıkıyor. Notunuz: "Verileriniz (Zencilerdense) Beyazlara yönelik orta kuvvette bir otomatik tercihe işaret ediyor."

SİYAH BRÜTÜSLER

Benim beyazları tercih etmem bir şey mi, siyahlar da beyazlardan yana meylediyor.

Harvard Üniversitesi’nin 1998 yılından beri "Project Implicit" (Örtülü Proje) adı altında yürüttüğü teste bugüne kadar 5 milyon insan katılmış. En şoke edici sonuç teste katılan siyahların yarısının anti-siyah eğilim göstermesi. Beyazların beyaz tercihi ise yüzde 88. Bu şartlarda ABD’de Demokratların başkan adayı Barack Obama’nın seçilme şansı çok zayıf. Çünkü araştırmacılar, örtük çağrışımların seçimlerde verilen oyları da etkilediğini düşünüyor.

Daha vahimi, ırk, etnik köken, yaş ve cinsiyet ile bedensel özürlülere karşı örtük önyargılar mesleki icraatı da etkileyebiliyor. Örneğin doktorların tedavi yöntemlerini.

İnsanların farkında olmadığı önyargılarla ilgili ilk çalışmayı yapan Harvard Üniversitesi’nden Mahzarin Banaji ile Washington Üniversitesi’nden Tony Greenwald, Örtük Çağrışım Testi’ni geliştirip bunu bir grup doktora uyguluyorlar. Teste katılan 220 doktor da form doldururken, siyah-beyaz ayrımı yapmadığını söylüyor. Ancak test sonuçları, otomatik tercihlerin çeşitli derecelerde beyazlardan yana olduğunu gösteriyor. Akut koroner rahatsızlığı halinde hekimlerin, beyaz hastanın damarındaki pıhtıyı açmak için hemen müdahalede bulunacağı, ancak beyazdan yana daha kuvvetli otomatik tercih gösteren hekimlerin aynı durumdaki siyah hastayı tedavi etmeyeceği sonucu çıkıyor. Bu sonuç açık ırkçılık anlamına gelmiyor, ancak Banaji ve Greenwald’e göre, hekimlerin ırklara yönelik bilinçdışı önyargılarının tedavi tercihlerini etkilemesi pekala mümkün.

Banaji ve Greenwald’in tezi üzerine çalışmalar yapan sosyal psikoloji uzmanı Brian Nosek, ırk, ten rengi, yaş, cinsiyet ve bedensel kusurlara yönelik örtük öryargıların gazetecilik mesleğini de etkilediği görüşünde.

Neyse ki, bir dış haberci olarak Amerika’ya yönelik örtük önyargılarım yok. Ama dünya sayfasında neden yeterince Obama haberi vermiyoruz acaba? Örtük önyargıyla beyaz olduğu için mi Hillary’ye meylediyoruz. Ama ben onu kadın olduğu için tuttuğumu zannediyordum. Acaba?

Nedir bu örtük önyargı

https://implicit.harvard.edu/implicit/ adresindeki Türkçe bölümünde şöyle yazıyor: Önyargı, bir gruba mensup kişilerin bazı özellikleri taşıdığına dair bir inançtır. Örneğin kadınların daha anaç olduğu inancı. Örtük önyargı ise bilincin denetimi dışında var olabilecek kadar güçlü bir önyargı. Örneğin şu soruya cevap vermeye çalışın: "Özgür Yazar meşhur birinin adı mı?" Eğer size öyle gibi geliyorsa ve Özge Sayın’dansa Özgür Sayın’ın meşhur biri olma ihtimalini daha yüksek görüyorsanız, erkekleri başarıyla özdeşleştiren bir önyargıyı dolaylı olarak dışavuruyor olabilirsiniz. Aynı soyadına sahip meşhur bir kadının varlığı da (Gönül Yazar) bu durumu değiştirmeyebilir.
Yazının Devamını Oku

Tecavüzün de ötesi Kongo

20 Ekim 2007
BM’nin Kadına Karşı Şiddet Özel Raportörü Prof. Dr. Yakın Ertürk ile Kongo’yu konuşuyoruz. Orayı "aklımın durduğu yer" diye anlatıyor. Çünkü on binlerce kadının tecavüze uğradığı o cehennemi, o cinsel terörü tarif edecek kelimeleri bulamıyor, "tecavüzün ötesinde" diyor. Kongolu kadınlar, hem ülkenin resmi askerinin, hem de Ruanda’daki Tutsi kıyımını bitirdikten sonra sınır aşan Hutuların, diğer yabancı milislerin tecavüzüne uğruyor. Sadece tecavüz etmiyor, silah dayayıp kadınların organlarını parçalıyorlar. Süngü, bıçak, ustura, sopalarla tecavüz edip sakatlıyor ve cezasız kalıyorlar. Prof. Ertürk, "Kongo’da tecavüz bir yaşam biçimi olmuş. Evleri soymaya giren hırsızlar bile önce kadınlara tecavüz ediyor" diyor. Kongo’da savaş 4 milyon can aldı. Şimdi savaş sonrası döneme miras kalan korkunç bir salgın tecavüz. Bunların hepsi de Kongo’nun mineral zenginliği uğruna.

O cümleyi çıkarın lügattan. Hayır, "Tecavüz savaşlarda başvurulan bir silah" değildir. Düpedüz insanlık suçudur. Tecavüzü silah yerine koymak, onu meşrulaştırmaktır.

"Bosna’da Sırplar tecavüzü silah olarak kullanıyor" demişlerdi. Şimdi de uzaktan bakanlar Kongo için öyle diyor. Ama oraya gidenlerin aklı duruyor, dilleri tutuluyor, şiddeti tarif etmeye kelimeleri yetmiyor. Tanık oldukları barbarlık Kongo’ya gidenleri değiştiriyor sanki.

BM’nin insani işler sorumlusu John Holmes, dünyanın en büyük insanlık trajedisinin yaşandığı Kongo’nun doğusundaki Kivu eyaletinde, Panzi hastanesinde yatan kadınlardan işittiklerini tarif etmek için kelime bulamıyor. "Şu kadarını söyleyebilirim, o hastaneden içeri adım attığımdan beri, ben artık eski ben değilim" diyor.

BM’nin Kadına Karşı Şiddet Özel Raportörü Prof.Dr. Yakın Ertürk geçen temmuz ayının hemen hemen yarısını orada geçiriyor. Cinsel şiddete dair inanılmaz hikáyeler dinliyor. Onun kelimeleri de yetmiyor. "Orası aklımın durduğu yer. Şiddet ve tecavüz sözcükleri hafif kalır" diyor. Prof. Ertürk, Panzi hastanesine adım atınca hayatı değişenlerden. Anlattıklarından öyle anlaşılıyor:

"Panzi hastanesinde inanılmaz bir doktor var. Dr.Mukwege. Onun çabasıyla yürüyor herşey. Yüzlerce kadın ameliyat için sıra bekliyor. Onlar şanslı olanları. Tecavüze uğrayan kadınlar aile ve toplum tarafından da dışlanıyor" diyor. On yaşında bir kız çocuğunu getirmişler hastanede yanına. Onun da organları, ruhu gibi örselenmiş. Kadınlar, süngü, bıçak, ustura ve sopalarla tecavüze uğramış. Toplu tecavüzlerden sonra cinsel organlara silah sokup ateşlediklerine dair hikayeler anlatılıyor.

Prof. Ertürk BM raportörlüğü görevini 2003’te üstleniyor. Şu anda ikinci üç yıllık dönemini yürütüyor. Dört yılda, Türkiye dahil birçok ülkede kadına karşı şiddete dair inceleme yapıyor, BM İnsan Hakları Komitesi’ne raporlar sunuyor. İsveç’ten İran’a, Meksika’dan Afganistan’a kadına karşı şiddetteki evrenselliği keşfetmek için iz sürüyor. Kongo’daki gibisini ne görüyor, ne de işitiyor.

Görevi, farklı coğrafya, kültür ve hukuk düzenlerinde kadına karşı uygulanan şiddetteki evrenselliği yakalayıp, mücadele yöntemleri geliştirmek. Peki, İsveç’te kadına karşı uygulanan şiddetle Kongo’daki arasında nasıl bir evrensel bağ kurulabilir diye soruyorum. "Modern ve ilkel toplumlarda kadına atfedilen evrensellik, hep ikincil konumda olmaları ve maskülen siyasetler", diyor.

ÇOK ÇIKARLI ÇOK AKTÖRLÜ ÇATIŞMA

Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki savaş, 1996-2004 yılları arasında 4 milyon can aldı. 1994’te Tutsileri katleden Hutular, Ruanda birliklerinin takibi altında, o dönemde adı Zaire olan Kongo’ya kaçtılar. Burundi, Uganda, Zimbabve, Angola ve Namibya’yı da içine çeken bölgesel bir çatışma patlak verdi. Kongo’nun zengin minarelleri ve iktidar uğruna bir çatışma.

2002’deki barış anlaşmasının ardından geçen yıl Joseph Kabila seçimle iş başına geldi. Barış anlaşmasına rağmen doğuda hükümet kuvvetleri, yerel ve yabancı milislerle çatışmalar devam ediyor. Prof. Ertürk anlatıyor:

"Tecavüzlerin yoğunlaştığı yer ülkenin doğusu, Ruanda sınırı yakınları. Ruanda’daki soykırımın ardından Hutular’ın bir kısmı Kongo’ya geçiyor. Ormanda 6-7 bin silahlı adam var. Kongo ihtilafında 5-6 devletin parmağı var. Dolaylı olarak Batılıların da. Çok çıkarlı, çok aktörlü bir çatışma ortamı Kongo. Mineral zengini olduğu için servet üzerinde paylaşım kavgası hüküm sürüyor. Devlet yabancı şirketlere veriyor ihaleleri. Varlık paylaşılmış, ülke dışına çıkarılıyor. Yoksulluk inanılmaz boyutta, içecek suları yok. Çok fazla çıkar olduğu için uluslararası toplumdan tepki yok."

DARFUR’A VAR NİYE KONGO’YA YOK

Prof. Ertürk, uluslararası topluluğun yaklaşımını ikiyüzlü buluyor; "Darfur için kıyamet koparılıyor ama, Kongo konusunda bir vurdumduymazlık var. Sudan’da da insanlar yerlerinden oldu ama, en azından kamplarda yaşadıkları için can güvenlikleri var. Aslında orada da kamp dışına çıkıldığı zaman kadınlara tecavüz ediliyor."

Kongo’da, Hutular, milisler, asker ve polis, hepsi kadınlara tecavüz ediyor. Tecavüz artık bir yaşam biçimi haline gelmiş. Sivil halk arasında da yaygınlaşıyor. Mesela bir hırsız soymaya girdiği evde önce kadınlara tecavüz ediyor. Çatışmaların durmasından sonra da tecavüzün bir yaşam biçimi olarak devam etmesi tehlikesi mevcut.

Silahsızlanma süreci yaşanıyor ama, eski milislere orduya entegre olma imkanı tanınıyor. Adıyla sanıyla bilinen tecavüzcüler, suçu sabitler yüksek rütbelere getiriliyor. Mesela bir toplu tecavüz ve talan vakasından sonra yedi ordu mensubu yargılanıp mahkum oluyor, sonra topluca firar ediyorlar. Gardiyan, Ertürk’e anlatıyor: "Mahkumlardan birini yiyecek almaya yolladım. Baktık ki geri gelmiyor, arkasından bakmaya gittik. Ama giderken silahları bırakmıştık. Adamlar kaçmış."

Şimdi Yakın Ertürk’ün raporunda üç çözüm önerisi ön plana çıkıyor:

1- Suçluların cezalandırılacağı yönünde garanti. Tecavüzcülerin himaye edilmemesi için uluslararası baskı gerekiyor.

2- Güvenliğin tesisi. Ruandalı milislerin ülke dışına gönderilmesi gerekiyor. Çok zor ama, bu da uluslararası topluluğun sorumluluğu.

3- Şiddete maruz kalan kadınların bakımı, yaralarının sarılması. Şu anda hayatlarına devam edebilecek durumda değiller. Maddi destek sonuç vermiyor, çünkü paraların nereye gittiği belli değil. Acaba çeşitli Batılı donörlerin raportörün önerileri doğrultusunda parayı yönlendirebileceği yeni bir program oluşturulabilir mi?
Yazının Devamını Oku

Bedavacı gurmeler

13 Ekim 2007
Amerika’daki gastronomi aleminde yeni bir sektör doğuyor; lokantalardan bedava otlanıp blog yazarlığı yapmak. Öyle kalabalıklar ki, başa çıkmak hiç kolay değil. ABD’de tam 21 bin yemek blogu var ve geçen ağustos ayında bu sitelerin sadece 25’i, 40.5 milyon kişi tarafından ziyaret edilmiş. Yani artık online yemek eleştirmenleri referans kaynağı olarak kabul görüyor ve en ünlü şefleri bir kalemde harcadıkları için korku salıyorlar. New York’taki Le Cirque gibi şöhretli lokantalar, anlı şanlı şefler bile karizmaları çizilmesin diye bedavacılara teslim olmuş durumda. Blogcuları davet edip pahalı büfeler hazırlıyorlar. Halkla ilişkiler şirketleri de en dişli yemek blogu yazarlarını listelerine dahil etmiş. Açılışlar, özel günler için davetiye gönderiyorlar. Bedavacıların en azılıları öğün sektirmeden lokantaları dolaşıyor. Lokantaları yemek haracına bağladıkları gibi sitelerine ilan alarak para kazanmaya başlayanlar da var.

Yemek yazarlığı ciddi bir iş. ABD’de bu işin erbabı, tebdili kıyafet edip öyle gidiyor lokantalara. Hatta tip değiştirmek için peruk takanlar bile oluyor. Gurme yazarlığını layıkıyla yapmak, ortalama bir müşterinin nasıl muamele göreceğini doğru yansıtmak için anonim kalmak, dolayısıyla yemeğin parasını bastırmak gerekiyor.

Gazete ve dergiler böyle yapıyor. Ancak internet medyasında kurallar farklı yazılıyor. Habercilikte olduğu gibi yemek eleştirmenliğinde de rekabet haksızlaşıyor.

Wall Street Journal yazıyor, blogları izleyip analizlerini yapan Technorati adlı şirkete göre ABD’de tam 21 bin yemek sitesi bulunuyor. Bu siteler başlangıçta yeme içme mekanlarıyla ilgili tarafsız görüşleri yansıttığından iyi iş görüyor. Sitelere üye olanlar, profesyonel yemek yazarlarının züppece burun kıvırmalarından uzak, lokantalarla ilgili samimi izlenimlerini aktarıyorlar.

Sonra aniden canavar blog yazarları piyasaya hakim olmaya başlıyor. Tabii tuhaf sonuçlar çıkıyor ortaya. Mesela Chicago’da daha iki yıl önce açılan Dine adlı lokanta, bir web sitesinde bütün üyelerden yıldız üstüne yıldız alıyor. Buna karşılık New York’taki ünlü Le Cirque yerin dibine batırılıyor.

Nedeni gayet açık. Chicago’daki Dine, tüketicilerin lokantalarla ilgili görüşlerini yazıp puan verdiği Yelp adlı yemek sitesinin üyelerine ziyafet çekiyor. 1500 dolarlık bir büfe hazırlayıp Yelp üyelerini ağırlıyor, ileri tarihler için yemek fişleri de dağıtıyor. Dine’de "dineye" giden 100 kadar üye, web sitesinde öve öve bitiremiyor lokantayı. Hiçbiri de bedava yediğini açık etmiyor.

Buna karşılık "Amateur Gourmet" sitesinde blog yazan Adam Roberts, "Ancak bir hıyar Le Cirque’de yemek yer" diye bir eleştiri yayınlıyor. Lokantayı, insanlık için tehlikeli bir yer diye yerden yere vuruyor, çünkü anne ve babasıyla Le Cirque’e gittiğinde ücra bir masaya oturtulmuş ve patron da annesine yüz vermemiş. "Yaşlı ve zengin, ya da zengin ve şöhretli veya yaşlı ve şöhretli olmadığınız sürece orada kimse suratınıza bakmaz. Sizinle alay eder, adam yerine koymazlar" diye yazıyor.

Adam Roberts’in yazısına gelen yorumlar da geri kalmıyor ve herkes Le Cirque’de başından geçen nahoş hikayeleri anlatıyor.

Bunun üzerine Le Cirque’in ortaklarından Marco Maccioni derhal harekete geçerek Adam Roberts’in anne ve babasının izini Florida’da buluyor, bir e-mail göndererek lokantaya davet ediyor. Bu ikramın ardından Adam Roberts, "Serious Eats" adlı sitede Le Cirque’i öven bir yazı yayınlıyor. Yemeğin bedava olduğunu da ekliyor.

Üç yıl önce yemek blogu yazmaya başlayan 28 yaşındaki Adam Roberts şimdi serbest yazarlık ve online reklam geliriyle geçiniyor. Ayrıca geçenlerde "The Amateur Gourmet" adlı bir kitap da yayınladı.

Online yemek sitelerinin gastronomi dünyasında giderek nüfuz sahibi olması üzerine şefler ve lokanta sahipleri de kendilerince taktikler geliştirmeye başlıyorlar. Kimisi, web sitelerine kendini öven yorumlar gönderiyor, kimisi bizzat blog yazıyor, büyük çoğunluğu da blog yazarlarını besliyor. Yemek kıyakçıları arasında piyasanın büyükleri de var. Mesela New York’taki Artisanal Bistro ve Picholine’in şef ve ortağı Terrance Brennan, blog yazarları için peynir kursu düzenliyor. Katılımcıların en nadide peynir çeşitlerini tadıp üretim sırlarını öğrendiği bu kursta normalde adam başı 75 dolar ödeniyor. Ancak blogculardan para alınmıyor.

İnternet analizleri yapan comScore’a göre geçen ağustos ayı içinde 25 yemek sitesi tam 40.5 milyon kişi tarafından ziyaret edilmiş. En popüler siteler arasında yer alan "Chow"un mesaj tahtasında ziyaretçiler birbirine lokantalarla ilgili tavsiyelerde bulunuyor. "eGullet" adlı sitede herkes son yediği yemeğin resmini paylaşıyor, üç yıldızlı Fransız lokantasında görgü kuralları üzerine sohbetler yapılıyor.

GAZETEYE TRANSFER

Özel gastronomik takıntısı olanlara göre siteler de var. Mesela Brooklyn’li bir peynir hastasının kurduğu "Curdners". "Chocolateandzucchini" adlı sitede bir Fransız kadın yemek günlüğü tutuyor. Danyelle Freeman’ın yazdığı "Restaurantgirl" de çok tutulan yemek bloglarından. New York’taki Telepan’ın şef ve ortağı Bill Telepan, bu siteye bağışlarda bulunuyor. Danyelle Freeman öyle popüler oluyor ki, sonunda o da basılı medyaya transfer olan blogcular arasına katılıyor, New York Daily News’un yeni yemek eleştirmeni oluyor. Freeman gazetede yazmaya başlayınca bedava yemek yemeyi de bırakıyor.

San Francisco’daki "Tablehopper" ise yemek üzerine bir dedikodu blogu. Tablehopper’ı yazan Marcia Gagliardi, yemeklerin bedava olduğunu gizlemiyor. Her üç öğünden ikisine asla para ödemediğini, ancak bedava yemek yediği için ille de olumlu eleştiri yazmak zorunda olmadığını söylüyor.

Blogcuların müdahalesi tüketici yararına sonuçlar da veriyor. Örneğin Yelp sitesi üyeleri, San Jose’de geçen yıl açılan seçkin bir lokantanın porsiyonları küçük, fiyatları ise pahalı diye koro halinde şikayetçi oluyorlar ve sonunda lokanta porsiyonları büyütüp fiyat düşürüyor.
Yazının Devamını Oku

Biliyor musunuz agflasyon başladı

6 Ekim 2007
Kuraklık, etanol çılgınlığı ve Çinliler dünyayı agflasyona sürüklüyor. Agflasyon şöyle bir şey: Çinliler süte üşüştü diye Almanya’da peynir ve yoğurt fiyatları fırlıyor, Fransızlar baget pahalılandı diye Sarko’yu suçluyor, Amerikalılar pizzaların durup dururken zamlanmasına anlam veremiyor, İtalyanlar makarna fiyatları artıyor diye boykot eylemi düzenliyor. Almanlar ve Fransızlar peynir-ekmek uğruna seksten vaçgeçer mi bilmiyorum. Ama son ankete göre her iki İtalyan’dan biri "Makarna için seksi bile bırakabilirim" diyor. Tabii, yiyecek içeceğin pahalılanmasına alışık değiller. Bu nedenle de enflasyon lafını yakıştıramıyor, tarıma dayalı gıda ürünlerindeki fiyat artışları için yeni bir kavram icat ediyorlar: Agflasyon (Agflation). Denemek için Türkçe Google’a "agflasyon" yazdım. Hiç sonuç gelmedi ve Google sordu: "Enflasyon mu demek istediniz?"

Çinlilerin sadece pirinç yediği günler dünyanın iyi günleriydi. Şimdi ise süte taktılar. Milyonlarca çocuğa okullarda süt içiriyorlar. Yetişkinler de peynirin, yoğurdun tadını keşfetmiş durumda.

Çinliler büyüyünce neden süt içemez?

Bilmiyordum, bir Alman uzmandan okudum. Kuzey Avrupalılar 5 bin yıllık süt içme geleneği nedeniyle genetik olarak sütü sindirmeye çok yatkın. Afrikalı ve Asyalılar’ın ise yüzde 90’ı sütü sindiremiyor. Emzirme çağındaki çocukların midesi sütü kaldırıyor. Ancak yetişkinlik çağında, süt şekeri laktozu, glukoz ve galaktoza dönüştüren laktaz enziminin faaliyetleri durduğu için sindirim zorlaşıyor. Laktoz intoleransı denilen bu durumda karın ağrısı gibi semptomlar görülüyor. Yoğurt, peynir ve kefirde ise laktoz sindirilmiş olduğu için problem yok.

Ama Çin’in dışında yaşayanlar için problem var. Süt geleneği bulunmayan 1.5 milyarlık Çin’den gelen talep nedeniyle süt fiyatları fırlıyor. Şu anda dünyada üretilen sütün üçte biri Çin’e akıyor. Hani boru hattı kurulsa yeridir.

SÜT HIRSIZI ÇİNLİLER

Çin efektine ilk uyanan Almanlar oluyor. Yılda 27 milyar litreyle AB’nin en büyük süt üreticisi Almanya. Sütler Çin’e akmaya başlayınca stok sıkıntısı patlak veriyor. AB Komisyonu, 1984’te konulan üretim kotalarını yukarı çekelim mi diye düşünürken, Alman üreticiler bürokrasinin kararını beklemeden zam yapmaya başlıyor.

Alman basınında "Çinliler sütümüzü kapıyor" diye feryat kopuyor. Adamları kapkaççı yerine koyuyorlar. Bütün kabahat Çin Başbakanı Wen Jintao’ya yükleniyor. "Bir rüyam var, bütün Çinli çocukların günde en az yarım litre süt içmesi" dedi diye, Alman medyası Jintao’ya yükleniyor.

Almanya’da süt fiyatındaki artışın yüzde 50’yi bulması bekleniyor. Dolaylı olarak süt mamullerinde de fiyat artışları geliyor.

Fiyatı artan sadece süt ve süt ürünleri, tüketenler de sadece Çinliler olsa yine iyi. Aynı Çin gibi, Hindistan’da da orta sınıf giderek zenginleşiyor, beslenme alışkanlıkları değişiyor. Düşünün, bu iki ülkenin nüfusu toplamda 2.4 milyar ediyor. Bu demografik etki nedeniyle başta buğday, tahılın fiyat grafiği tırmanıyor.

Tabii bütün suç Çin ile Hindistan’ın değil. İklim değişikliği ile biyoyakıt üretimindeki hızlı gelişme de gıda fiyatlarını yukarı tetikliyor. Amerikan, İngiliz ve Avustralya basınındaki ekonomi yazılarında bu artış trendine "agflasyon" teşhisi konuluyor. "Tarımla ilgili" anlamına gelen "agro" kökünden türetilmiş bir kavram. Aynı 1970’lerde uydurulan "stagflasyon" gibi.

Şimdi aşırı sıcak ve soğuk nedeniyle hasat zamanı kestirilemediğinden dünyanın en büyük tahıl ambarları olan ABD, Kanada ve Avustralya’da buğday stokları hızla eriyor. Avustralya’da stoklar son 25 yılın en düşük seviyesine indi ve son üç ay içinde buğdayın fiyatı yüzde 50 arttı.

HAMURLAR ARTIK DAHA PAHALI

Türkiye’de de yetersiz yağış nedeniyle buğday rekoltesi düştüğünden pahalı ithalat kaçınılmaz olacak, bu da ekmek ile diğer unlu gıdalarda fiyat artışlarına yol açacak. Türkiye’nin 2007’de buğday rekoltesi 2006 yılına göre 3.5 milyon, 2005’e göre ise yaklaşık 5 milyon ton azalarak 16.5 milyon tona geriledi.

Geçen aylarda Avrupa’da ekmek fiyatları tırmanmaya başladı. İngiltere’nin en büyük gıda üreticilerinden Premier Foods ekmek fiyatını artırdı ve gelecek yıl gıda maddelerinde enflasyonun yüzde 5’i bulacağını açıkladı.

Ekmek zamları insanları sokağa dökmese de, makarnaya zam gelmesi İtalyanların gücüne gitti. Malum, yılda kişi başına 28 kilo yiyorlar. Geçen ay, bir günlük makarna almama eylemi yaptılar. Fransızlar ise bagete gelen yüzde 5’lik zammı kaldıramadı. Hesaba göre her on Fransızdan dokuzu her gün taze baget alıyor ve çoğunluk günde üç öğün baget yiyor. Hükümet, paniğe gerek yok dediyse de, Fransızlar bagetin fiyatı yeni yönetimle birlikte arttı diye Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’yi suçlamaya başladı. Sol basın da fırsattan istifade Sarko’ya yüklendi. Liberation, altından yapılmış baget resmi koyup, "Yeni ekonomi politikaları sadece zenginlere" diye yazdı. Le Monde’un ünlü karikatüristi Plantu, Cecilia Sarkozy’yi Marie Antoinette kılığında çizip, "Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" şeklinde gayet bayat bir espri patlattı.

Şimdi Avrupa Komisyonu, tarım yönetmeliğini değiştirmeye hazırlanıyor. Son 20 yıldır uygulanan kurala göre AB’li çiftçinin her yıl toprağının yüzde 10’unu nadasa bırakması gerekiyor. Yeni öneriye göre ise bu topraklarda da ekim yapılacak. Böylece 17 milyon tonluk ek tahıl üretimi yapılabileceği hesaplanıyor.

SİNEMA MISIRI NE OLACAK

Biyoyakıtın başlıca hammaddesi olan mısırın etanol üretimine kayması nedeniyle de hayvan yemi ve insan gıdası olarak mısırın sıkıntısı başlıyor.

Hayvan yemi olarak mısır sıkıntısı süt ve et fiyatlarını da artırıyor. Peki o zaman ne oluyor? Amerikalının en sevdiği yiyeceklerin fiyatları zincirleme bir etkiyle artmaya başlıyor. Dondurma, çikolata ve pizza (peynir ile etten ötürü) aniden pahalılanıyor. ABD’de tam yağlı sütün galonu 19 centlik artış gösteriyor, New York’ta pizzanın dilimi 2.15 dolardan 2.30 dolara çıkıyor. Tahminlere göre ABD’de mısırın fiyatı yıl sonuna kadar yüzde 50’lik bir artış daha gösterecek.

İşte esas felaket o zaman gelebilir, sinemalarda tonlarca tüketilen patlamış mısırın da fiyatı artabilir. Etanol piyasasının mısır sömürüsüne karşı propaganda yapanlar, "Sinema mısırına 25 cent zam gelecek, ona göre" diyor.
Yazının Devamını Oku

Çay efsaneleri vallahi de doğruymuş

29 Eylül 2007
Amerikalılar hesaplamış. Aldıkları kalorinin yüzde 21’i içeceklerden geliyor. Yani sıvılar da obezite suçlusu. Daha düne kadar suç payının yüzde 10 olduğu tahmin ediliyordu. ABD’deki yeni hesap üzerine hemen, uzmanlar paneline bir sağlıklı içecek piramiti hazırlatılıyor. Lipton çaylarını üreten Unilever Sağlık Enstitüsü finanse ediyor çalışmayı. ABD’nin önde gelen beslenme uzmanlarının hazırladığı piramit, sıvı tüketiminin kalori ve sağlık bilinciyle yapılmasını amaçlıyor. Piramidin önemli bir mevkiine çay oturtuluyor. Amerikalılara şimdi fincan fincan çay empoze ediliyor. Çünkü sadece geçen yıl yayınlanan bin kadar araştırma, çayın alzheimer ve parkinson’dan kansere, kalp-damar hastalıkları, diyabet, kemik erimesi ve kolesterole karşı müthiş bir antioksidan olduğunu gösteriyor. Şimdi yine Unilever finansmanıyla dört Türk uzman, sıvı piramidinin Türk versiyonunu hazırlıyor. Tamamen bizim alışkanlıklarımıza göre. Ve ellerinde önemli bir avantaj da var. Bardak bardak çay deviriyor olmamız.

Naftalinli kocakarı lakırdılarını çıkarın sandıktan. Çünkü hepsi doğruymuş, çay gerçekten de her derde devaymış. Sadece yeşili değil, bizim bardak bardak içtiğimiz kara çay da öyle. Hele limonlusu. Bir zamanlar C vitamininin sıcak suyla birleşmesi asla tavsiye edilmezken, şimdi bilimsel bir yenilik olarak limon da giriyor çayın içine. Yani, şekerli içimi hariç, çay alışkanlığımız çok yerinde.

Hani İngilizler, çayı kaynamış suyla fazla haşlayarak demliyorsunuz diyordu ya, bilim o konuya pek karışmıyor. Peki İngiliz usulü sütlü çay? Hayır hiç tavsiye edilmiyor. Çünkü süt, sindirimi geciktiriyor, lüzumsuz kalori oluşturuyor.

Dünyada sudan sonra en çok içilen sıvının çay olduğu hesaplanıyor. Siyah çayın da yeşili kadar antioksidan etkisi bulunuyor. Bir de şarabın antioksidan etkisi vardı değil mi? Evet, 60 litre içince gayet iyi antioksidan oluyor. Çayın ise günde beş fincanı yetiyor. ABD’deki araştırmalarla ilgili küçük bir not; şarap içenler çay içmeyi pek sevmiyor. Çayı daha çok, üst gelir grubundaki beyazlar (çoğunluğu kadın) içiyor. Bunları Amerikan Tarım Bakanlığı’ndaki Dördüncü Uluslararası Çay ve İnsan Sağlığı Bilimsel Sempozyumu’nda öğreniyoruz. Toplantıda Türkiye’den dört bilim adamı da var. Prof. Dr. Ekrem Sezik, Prof. Dr. Sevinç Yücecan, Prof. Dr. Gülden Pekcan ve Prof. Dr. Tayfun Ersöz. Unilever Sağlık Enstitüsü’nün sponsorluğundaki Türk tipi içecek piramidini onlar hazırlayacak. Aynı Amerikan sıvı piramidini hazırlayan uzmanlar gibi bağımsız bir kurul sıfatıyla. Türk tipi piramit, standart sıvı rehberi olacak.

FARELERİN BEYNİ ÇAYLA TAZELENDİ

Neydi bizim kocakarı lakırdıları? Çay zihni açar, yüreği ferahlatır, harareti alır, hazmı kolaylaştırır vs.

Bakanlıktaki toplantıda Japon’undan İsrailli’sine bilim adamlarını dinlerken, bakıyorum bilimsel çay literatürü bizim kocakarı jargonunun çevresinde dönüyor. Farklı ülkelerden uzmanlar deney sonuçlarını açıklarken, çayın sindirime ve kilo kontrolüne faydasını, anksiyeteyi bastırdığını, iyi bir serinletici olduğunu da anlatıyorlar.

New York Üniversitesi’nden nörolog Prof. Dr.John Foxe, çayın içerdiği "teanin"in beyindeki etkisi sonucu dikkatin yoğunlaştığını söylüyor. Teanin bir amino asit. Yeşil, siyah ve oolong çay türlerinde bulunuyor. Bu madde beyindeki alfa dalgalarını güçlendiriyor. Alfa ritmi, zihnin daha uyanık ve soğukkanlı olmasını sağlıyor. Yani teanin zihni açıyor.

Dr. Foxe ve ekibi, bir denek grubuna 250’şer mg teanin, bir gruba da plasebo verdikten sonra, teanin alan grupta konsantrasyonun arttığını tespit ediyor. Çay içtikten 20 dakika sonra başlayan etki üç-dört saat sürüyor. Teanin-kafein (tein) kombinasyonunda ise etki daha da fazla. Bu durumda çay daha gevşetici olduğu için çay-kahve sinerjisi zihin için birebir. Bir fincan çayda 20-25 mg teanin bulunuyor.

Araştırmalar, meyve sebzelerin içerdiği flavonoid’in antioksidan mekanizmaları harekete geçirerek beyin sağlığı üzerinde etkili olduğunu gösteriyor. Şimdi dünyanın dört bir yanından toplanan epidemiyolojik verilere göre de, çayın içerdiği flavonoid grubu "kateşin"ler yaşlanırken beyinlerimize destek çıkıyor.

İsrailli Dr.Silvia Mandel’in 10 yıllık araştırma sonuçları yeşil çayın parkinson ve alzheimer’li farelere iyi geldiğini gösteriyor. Parkinson’lu farelere her gün, iki-dört fincan yeşil çaya eş değerde saf EGCG (kateşin) veriliyor ve beyinde hücre ölümlerinin engellendiği görülüyor. Alzheimer’li farelerde ise beyinde lezyonlara yol açan bileşimler azalıyor. Dr. Mandel’e göre EGCG beyindeki hücrelerin ölümünü engellemekle kalmıyor, hasar görmüş nöronları da kurtarıyor. Oysa bugüne kadar, hasarlı beyin hücrelerinin onarımının mümkün olmadığı düşünülüyordu. Şimdi geriye tek mesele kalıyor; acaba insanlar da fareler kadar şanslı mı? Bunu belirlemek için daha hayli araştırma gerekiyor.

KALBE DE KANSERE DEİYİ GELİYOR

Kalp-damar hastalıklarıyla bazı kanser türlerinde ise çay içicilerin şanslı olduğu insan deneyleriyle tespit edilmiş durumda. Günde üç fincan veya üzerinde çay içildiği zaman kalp hastalıkları, kalp krizi ve inme riski azalıyor. Japonya’da 40 bin kişiyle yapılan çalışmaya göre, günde iki fincan yeşil çay içenlerde kalp-damar hastalıklarından ölüm riski erkeklerde yüzde 22, kadınlarda yüzde 33 oranında azalıyor. Erkeklerdeki etki azlığının nedeni onların daha çok sigara içmesi.

Birçok çalışmanın birlikte analizi sonucunda kalp krizi oluşma sıklığında yüzde 11 azalma hesaplanıyor. Hollanda’daki bir çalışmanın sonucunda günde dört fincandan fazla çay içenlerde damar sertliği riskinin yüzde 69 oranında daha az görüldüğü saptanıyor.

Çay, bazı kanser türlerinde risk azalmasını da sağlıyor. Kuzey Carolina Üniversitesi’nin çalışmasına göre günde 2.5 fincan ve üzerinde çay tüketimi rektum kanseri riskini kadınlarda yüzde 60 oranında azaltıyor. Kolon kanseri riski de yüzde 42 oranında düşüyor. Prostat, akciğer, idrar yolları ve kadınlarda yumurtalık kanser riski de özellikle yeşil çay tüketimi ile azalıyor.

Amerikan Tarım Bakanlığı’ndaki sempozyumda çayın yanı sıra meyve ve sebzelerin antioksidan etkisi de önemle vurgulanıyor ve kahve aralarında çay ile ananas, üzüm, kavun ikram ediliyor. Deneyin, iyi gidiyor.

Bilimsel çay sözlüğü

á Antioksidan: Hücrelere zarar veren serbest radikalleri etkisiz hale getirerek kansere ve erken yaşlanmaya neden olabilecek zincirleme reaksiyonları önleyen moleküller. Çay, meyve ve sebze tüketmek gerekir.

á Flavonoid: Çaydaki antioksidan maddenin adı.

á Kateşin: Çay ile bazı meyve ve sebzelerde bulunan antioksidan etkili flavonoid grubu.

á Tein: Diğer adıyla kafein. Çayda, kahvenin yarısı kadar kafein bulunur. Günde sekiz bardak çay, ihtiyaç duyulan kafeini karşılar.

á Teanin: Sadece çayda bulunan amino asit. Rahatlatır, konsantrasyon sağlar.
Yazının Devamını Oku

Jessica Alba’nın seksi olduğunu ve rock starların genç öldüğünü biliyor muydunuz

15 Eylül 2007
Evet tabii biliyordunuz. Ancak bilim alemi aleni şeyleri birtakım hesaplarla kanıtlamaya bayılıyor. Bir araştırma Jessica Alba’nın gerçekten seksi olduğunu oraya çıkarıyor. Bir başkası rock yıldızlarının erken öldüğünü. Bitmedi. Bir araştırmaya görede erkekler güzel kadınlardan, kadınlar da matrak erkeklerden hoşlanıyormuş. İnek öğrencilerin daha uzun süre bakir/bakire kaldığını bile bilimsel olarak kanıtlamış durumdalar. Sigara içmenin cebe zarar verdiği, silahlı sürücülerin daha bir trafik canavarı olduğu, uzaktaki nesnelerin daha zor görüldüğü, yaşlandıkça hafızanın zayıfladığı, bir işle meşgulken zamanın gerçekten çabuk geçmiş gibi hissedildiği de bilim adamları tarafından insanlığa sunulmuş sansasyonel gerçekler arasında bulunuyor.

İşte en sevdiğim araştırma sonucu; birden fazla mıknatıs yutmak vücuda zararlıdır.

Aslında araştırma değil de, Amerikalı bir hekimin çoklu mıknatıs yutma vakasından sonra kaleme aldığı upuzun makalenin özü bu. Amerikan Radiology dergisinin Kasım 2004 sayısında yayımlanmış. Radyolog Alan Oestreich, karın ağrısı ve yüksek ateşle hastaneye getirilen 12 yaşındaki bir hastanın midesinde birbirine yapışık birtakım nesneler tespit ediyor, bunlar operasyonla alınıyor. Görülüyor ki, çocuk birkaç adet mıknatıs yutmuş. Bu nedenle doktorumuz makalesinde, "Birden fazla mıknatıs yuttuğunuz takdirde acil cerrahi müdahale gerekir" diyor.

Şaşmaz bir şekilde kesinlik taşıyan aleni gerçekleri bilimsel olarak kanıtlamak için onlarca araştırma yapılıyor, gayet ciddi bilim adamları hiç de sarsıcı olmayan keşiflerde bulunuyorlar. Bunları bilim organlarında yayınlamaları ise gerçekten sarsıcı oluyor.

Mesela Cambridge’li matematikçilerin Jessica Alba’nın seksi olduğunu keşfetmesi gibi. Alba’nın bel-kalça orantısındaki matematiksel mükemmellik nedeniyle seksi bir şekilde kıvırtarak yürüme hünerine sahip olduğunu bulmuşlar. 0.7 orantısına sahip sağlam gövdeli kadınların, bu özellik sayesinde şöyle kalçalarını hoplatarak salınabildiklerini tespit etmişler. Kırıtarak yürüme bahsinde Alba’nın Kate Moss, Angelina Jolie ve hatta Marilyn Monroe’ya fark attığını düşünüyor Cambridge’li matematikçiler. Tabii fantazi onların da hakkı.

Son günlerin en şok edici bilim haberlerinden biri de rock yıldızlarının daha hızlı yaşayıp genç öldüğü şeklinde. Bilin bakalım neden ölüyorlarmış? Liverpool’daki John Moores Üniversitesi araştırmacılarına göre alkol ve uyuşturucu yüzünden. İstatistiklere bakmışlar ve hayrettir, Amerikalı ve İngiliz rock yıldızları arasında erken ölüm ihtimalinin, sıradan yaşıtlarına göre gerçekten de iki kat fazla olduğunu keşfetmişler. Rock, punk, rap, R&B, elektronik ve new age müzikle iştigal eden 1064 sanatçının durumunu inceliyor, aralarından 100 kişinin öldüğünü tespit ediyorlar. Herhalde bilmeyenler için isim de veriyorlar: Kurt Cobain, Jim Morrison, Jimi Hendrix, Janis Joplin diye. Amerikalı yıldızlarda ortalama erken ölüm yaşı 42, Avrupalılarda 35.

Bir de iyi haber veriyorlar. Şöhretin üzerinden 25 yıl geçtikten sonra rock yıldızları ile sıradan vatandaşlar arasındaki ölüm paritesi normale dönüyormuş. Mick Jagger ve Keith Richards kadavra görüntülerine rağmen hala hayatta olduklarına göre onu da biliyoruz herhalde.

Bir uzman da rock yıldızları arasındaki ölüm oranının gelecek yıllarda azalacağını, çünkü 30 yıl önce daha hedonist yaşam tarzlarının hüküm sürdüğünü söylüyor.

Hayret verici iki araştırma daha var. Konu, kadın-erkek ilişkileri. Münih’te 26 erkek ile 20 kadını içeren bir çöpçatanlık testi yapılıyor. Detaya girmeden sonucu veriyorum: Erkeklerin seksi kadınları tercih ettiği ortaya çıkıyor!

Tabii kadınların tercihleriyle ilgili kısım biraz komplike. Kadınlar, sosyal, entelektüel, fiziksel ve duygusal açıdan kendilerinden fazla aşağıda olmayan, ancak yine aynı kategorilerde fazla yukarı seviyelerde de bulunmayan erkekleri seçiyor. Çünkü, içgüdüsel nedenlerle reddedilme riskini göze alamıyorlarmış.

Geçen yıl Ontario Üniversitesi’ndeki psikoloji öğrencileri arasında yapılan bir araştırma da kadınların, matrak ve neşeli erkekleri daha çekici bulduğunu, erkeklerin ise şaka kaldırabilen kadınlardan hoşlandığını ortaya çıkarmış. Araştırmacılar zaten bilinen bu gerçeklere evrimbilimsel bir açıklama da getiriyor. Erkekler, içgüdüsel olarak genleri aktarabilecek birden fazla potansiyel aday bulabilmek için mizah gücünü kullanıyormuş.

AKILLI GENÇLER SEKS YAPMAZ

Kuzey Carolina Üniversitesi’nde de zeka seviyesiyle bekaret arasındaki ilişki test edilmiş. Araştırmacılar, akıllı ve çalışkan gençlerin, zeka seviyesi vasat öğrencilere göre daha ileri yaşta cinsel ilişkiye girdiğini tespit etmişler. Hatta akıllı ve çalışkan öğrenciler erken yaşta öpüşmeye bile yanaşmıyormuş, çünkü bu eylemin pekala hamilelikle sonuçlanabileceğini biliyorlarmış. Mesela IQ’su 100 olan bir öğrencinin, 120-130 tutturan bir yaşıtına göre cinsel ilişkiye girme ihtimali beş kat fazlaymış.

Çalışmanın başlığı biraz ahlakçı ve didaktik: "Akıllı Gençler Seks Yapmaz". Ancak aynı araştırmaya göre zeka seviyesi iyice düşük olan gençler de en az akıllılar kadar seksten uzak duruyor. Araştırmacılar bunun nedenini bilemiyor, ancak ailenin koruyucu tutumundan kaynaklanıyor olabilir diyorlar. Bu durumda araştırma şu başlığı hak ediyor: Sadece inekler değil, salaklar da seks yapmaz.

Trafik canavarları silahlı olur

Harvard Üniversitesi’nin trafik kazalarına karşı alınabilecek önlemlerle ilgili çalışmasında da gayet evrensel saptamalar var. Mesela diğer sürücülere müstehcen hareketlerde bulunanlar çoğunlukla alkollü sürücüler oluyormuş. En korkunç trafik canavarları da evet, silah taşıyanlar arasından çıkıyormuş.

İş toplantıları çalışanlar arasında stres yarattığı için "Şu toplantılar olmasa daha fazla iş çıkaracağız" duygusunun yaygınlığı tespit edilmiş bir araştırmada. Üstelik bu sonuca varmak için iki üniversite birden efor sarfetmiş. Minnesota ve North Carolina üniversiteleri.

Lüzumsuz bir çalışma da Washington Üniversitesi’nden. Psikolog Geoffrey Loftus "Birini yakın mesafeden görmek neden daha kolaydır" başlıklı araştırması için öğrencilerine George W. Bush ve Julia Roberts’in bulanık resimlerini göstermiş ve alenen bildiğimiz nedenlerle simaları tanımak için yakın durmak gerektiğini kanıtlamış.
Yazının Devamını Oku

Artık zemheri zürefası olmak söz konusu değil

8 Eylül 2007
Biliyorum laf çok eski. Eskiden kış günü zibidi gibi sokağa çıktığımızda büyükler öyle derdi; zemheri zürefası. Yeni kuşaklar artık bu lafı işitmiyor. Küresel ısınma nedeniyle mevsim farkları eridiğinden, yıl boyu beyaz giymek mümkün. Amerikalı konfeksiyoncular ısınmaya uyum sağlamak için ince ve hafif giysiler içeren daha esnek koleksiyonlar hazırlıyor. Liz Claiborne gibi markalar kumaşından indirimli satışlara kadar her şeyi iklim uzmanlarına danışıyor. Haute couture’cüler ise henüz küresel ısınmayla ilgilenmiyor.

Amerikalı iklim uzmanı Radley Horton, yerkürenin 1890’dan bu yana geçirdiği en sıcak 12 yılın 11’inin 1996 sonrasına denk düştüğünü anlatıyor. Mevsimler arasındaki keskin farklar azalıyor. İlkbahar 10 gün kadar erken başlıyor, sonbaharın gelişi de bir hafta kadar gecikiyor.

Bu eğilim gardıroplara da yansıyor, yazlık-kışlık farkı kapanıyor.

Horton, New York’taki Columbia Üniversitesi İklim Sistemleri Araştırma Merkezi’nde görevli ve Wall Street Journal’a göre, Liz Claiborne’un iklim danışmanlığını yapıyor. Geçen ay Liz Claiborne’dan davet alan Horton, şirketin 30 yöneticisiyle toplanıyor. Gardıroplarda yıl boyu kalabilecek nitelikte kumaşların seçimini, yılın hangi dönemlerinde indirimli satış yapabileceklerini konuşuyorlar.

YIL BOYU MAYO SATACAKLAR

İklim danışmanıyla çalışan başka firmalar da var. Mesela Target, meteoroloji istihbaratına dayalı koleksiyon planlaması yapıyor. Firmanın gelecek planlamasındaki en önemli değişiklik şu; ocak ayından itibaren yıl boyu mayo ve plaj giysileri satacaklar. Kohl’s da mevsimlik indirimleri meteoroloji uzmanına danışıyor.

Farklı iklimlere hitap eden Amerikalı konfeksiyoncular, iklim değişikliği nedeniyle strateji değiştiriyor. Yüksek modacılar, gelenek icabı yılda iki kez koleksiyon yenilemeye devam ediyor. Çünkü onlar esas kazancı aksesuvardan elde ediyor. Ancak perakendeciler önümüzdeki kış aylarının koleksiyonlarını bahar aylarında da giyilebilecek hafif yünlü ve trikolarla donatıyorlar.

Aksesuvardan çok giyime dayalı iş yapan Giorgio Armani de son yıllarda mevsim bilincinden soyutlanmış hafif kıyafetler hazırladığı için Amerikalı iş kadınları tarafından tercih edilen marka oluyor.

MEVSİMSİZ GİYİMİN MUCİTLERİ

Theory, J. Crew ve Eileen Fisher gibi Amerikan firmaları ise mevsimsiz giyimin gerçek mucitleri. Henüz 10 yıllık geçmişi bulunan Theory’nin sattığı ürünlerin sadece yüzde 20’si soğuk havada giyilebilecek nitelikte. Firmaya göre modern insanın ağır flanel ve yünlülere ihtiyacı yok. Bu nedenle de koleksiyonlar, yıl boyu giyilebilecek türde streç pamuklu ve streç hafif yünlülerden oluşuyor.

Milyarlarca dolarlık yüksek moda sektörü ise iklim değişikliğiyle ilgilenmiyor. ABD’de yayınlanan moda dergilerinin eylül sayıları bu konuda bazı ipuçları veriyor. Mesela, şu önümüzdeki sonbaharın olmazsa olmazları diye sunulan aksesuvarlar, dirseğe kadar uzanan deri eldivenler ve otrüşlü yakalar, örme ceketler... Bu sıcakta karabasan gibi geliyor.

Oysa küresel ısınmayla birlikte kadınlara yıl boyu beyaz giyinmenin kapıları açılmış bulunuyor.
Yazının Devamını Oku

Harabeler de yanar

1 Eylül 2007
Yunanistan’daki orman yangınları çok can aldı, çok can acıttı. Hükümet çok çaresiz kaldı. 2 milyon dönüme yakın arazi yok olurken çok gözyaşı döküldü. O yok olan hayatlar kadar, Olimpia antik kentini kurtarmak için verdikleri çaba da gözlerimi yaşarttı. Sonunda arkeolojik hazineleri kurtardılar. Biz, dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı’ndan bir kundakçı yüzünden yoksunuz şimdi. Ve orman yangınları başka yoksunluklar yaratmaya devam ediyor. Daha geçen temmuz ayında İzmir’deki bir orman yangınında Notion antik kentini hemen hemen kaybettik. Dünyanın üç büyük kehanet merkezinden biri olan Klaros da büyük hasar gördü.

Yunanistan’daki yangınlarda alevlerin neredeyse antik Olimpia şehrini de yutacağını yazınca bazı okurlarımız abarttığımızı zannetti.

Hatta "taş yığını yanar mı?" diyecek kadar ileri gidenler de oldu.

Hayır taş tutuşmaz ama, mahvolur. Kimyasal ve fiziksel değişim geçirerek tarumar olur.

Dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı da bir kundakçı tarafından mahvedilmişti. Yapımı 120 yıl kadar süren tapınağı, milattan önce 356 yılının 21 Temmuz’unda Herostratus adlı bir zat kundaklamıştı. Maksadı şöhret olmaktı.

Bugün tapınak bataklık üzerindeki tek bir sütun ve birkaç taş parçasından ibaret. Tabii bu acıklı görüntü sadece Herostratus’un eseri değil. Tapınak kundaklandıktan sonra restore edildi, sonra bir Got akınında yıkıldı, ateşe verildi. Efesliler Hıristiyanlığa geçince de bu sefer tapınağın kalıntıları başka yapıların inşasında kullanıldı. Ayasofya dahil.

Olimpia’da da alevler antik stadyumun bir ucuna kadar geldi, ancak Yunanlı itfaiyeciler arkeolojik hazineleri kurtarmayı başardı.

Peki antik eserler yangın halinde nasıl bir kimyasal ve fiziksel değişime uğrar?

Kireçtaşı ve mermerden yapılmış antik harabeler tutuşmaz, ancak aşırı ısı nedeniyle çökerler, patlarlar. Doğrudan alevlere maruz kalmasalar bile, yakındaki orman ve çalılık yangınlarının yaydığı ısı yapı yüzeylerini kızıştırır ve dökülmeler, çökmeler meydana gelir. Yanan ağaçların yaydığı ısı 350 dereceye, çalılarınki ise 1000 dereceye kadar yaklaşabiliyor.

Isı 500 dereceye ulaştığı zaman taşlar karbondioksit salmaya başlar. Karbondioksit kireçtaşı ve mermerin tutunmasına yardımcı olduğu için, yüksek ısı malzemenin zayıflamasına ve sonunda toza dönüşmesine yol açar.

Olimpia, gayet sık ağaçlı çam ormanlarının ortasında bulunduğu için, antik kenti korumak amacıyla kuzeyindeki tepelerde 15’er metrelik metal yangın kuleleri bulunuyor.

KLAROS FELAKETİ

Orman yangınlarında hep milli servetin yok olduğunu söyler, kül olan arazi hesapları yaparız ya, insanlığın ortak serveti olan eserler de yaralar alıyor o yangınlarda.

Şöyle bir hafızamı zorlayınca Efes’teki çalıların tutuşup Kuşadası’na kadar dayandığını, Antalya’daki bir orman yangınında Perge antik kentinin zarar gördüğünü hatırladım.

Olimpia’nın kurtarılmasından sonra DHA İzmir Büro Şefi İlyas Özgüven’i arayıp, Ege bölgesindeki antik kentlerin orman yangınlarından ne kadar etkilendiğini sordum. Efes antik kenti çevresinde orman olmadığı için tehlike altında olmadığını, Pamukkale’deki Hierapolis antik kentinin çevresindeki otların ise hemen her haziran ayında tutuştuğunu anlattı.

Ancak esas acıklı olay, geçen temmuz ayında İzmir’in Menderes ilçesine bağlı Ahmetbeyli beldesinde yaşanmıştı. Dünyanın üç büyük kehanet merkezinden biri olan, milattan önce 2. yüzyıldan kalma Klaros ile 2 km kadar yakınındaki Notion antik kentini içine alan bölgede çıkan yangın harabeleri harap etmişti. Klaros kahin tanrı Apollo adına inşa edilmişti.

Açıkçası ne o yangını hatırlıyorum, ne de binlerce yıllık kültür değerlerinin yok olduğunu.

11 Temmuz tarihli haberlere baktım. Ege Üniversitesi Arkeoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi ve Klaros kazı başkanı Prof.Dr.Nuran Şahin, yangında Klaros’un zarar gördüğünü, ancak asıl hasarın sahildeki Notion antik kentinde meydana geldiğini söylüyor. Yangın haberini alınca oğluyla birlikte hemen bölgeye gidip makilik alanı sulayarak Klaros’u korumaya çalıştıklarını, ancak yangının 3 bin 500 kişilik antik tiyatro ile kaya mezarlarının bulunduğu kısımda büyük hasara yol açtığını anlatıyor; "Burada güneş, günbatımında seyircilerin oturduğu yere vururdu, çok güzel bir manzarası vardı" diyor. Taş ve mermer eserlerin yangınlarda patladığını, kireçtaşına dönüştüğünü söylüyor.

YANGIN İŞE YARADI

Taş ve mermer yapıların felaketi böyle oluyor. Peki ya ahşap malzeme kullanılan arkaik eserler? Yedinci ve altıncı yüzyılda yapılmış, ahşap sütun ve çatılı tek bir eser bile bulunmuyor bugün dünya üzerinde.

Sadece Anadolu ve Grek topraklarındaki antik eserler değil, başka kıtalardaki harabeler de yangınların tehdidi altında.

Mesela Peru’daki meşhur Machu Picchu antik kenti. Çiftçiler tarla alanı açmak için sürekli ormanları kundakladığından Machu Picchu sık sık yangınlara maruz kalıp zarar görüyor.

Bazen yangınların işe yaradığı da oluyor. Mesela ABD’nin Colorado eyaletindeki Mesa Verde Ulusal Parkı’nda böyle bir olay meydana geldi. Bu bölgede 100 yıl kadar önce kovboylar, Pueblo yerlilerine ait yamaç evlerini bulup ortaya çıkarmışlardı.

2000 yılında Amerikalı arkeologlar, 5 milyon dolarlık bir proje çerçevesinde yamaç evlerinde çalışmalar yürütürken yıldırım düşmesi ve aşırı sıcak sonucu ulusal parkta fundalık yangını çıktı ve kuvvetli rüzgar yüzünden hızla yayılarak bütün bitki örtüsünü yok etti. Felaket büyük bir sürprizi de beraberinde getirdi. Fundalık kalmayınca 10 yeni arkeolojik alanda 1400 yeni yapı gün ışığına çıkıverdi. Üstelik yamaç evleri de zarar görmemişti.
Yazının Devamını Oku