Ayşe Özek Karasu

Sigara yasağıyla gelen flört kültürü Smirting

12 Nisan 2008
Bar ve lokantalarda uzun zamandır sigara yasağı bulunan dünya kentlerinde, nikotini terk edenlerin sayısında ve sigarayla bağlantılı ölümlerde azalma işaretleri var. Mesela New York’ta yasak sayesinde sigara içen yetişkinlerin oranı yüzde 20 düşmüş. Sigara ölümleri de yüzde 11 azalmış. Bu tabii ki iyi bir şey. Ancak sigara içmekte direndiği halde insanların başına iyi şeyler de gelebiliyor. Gelecekteki nikotin bağlantılı olası bir ölüm hariç...

Sonunda sigara yasağının da faydası bulundu. Hayır, yasak yüzünden sigarayı bırakıp sağlığına kavuşanlardan değil, sosyal içicilerin hayatına gelen yeni renklerden söz ediyorum. Zaman değiştikçe yeni oluşlarla dillere yeni kelimeler ekleniyor ya, İngilizce Oxford ve Webster sözlüklerinde bir milyonu bulan kelimelerin arasına yeni bir fiil girdi: Smirting.

Kapalı mekanlardaki yasak nedeniyle kapı önünde sigara içerken flört etmek anlamına geliyor. Yani bar önünde "smoking" eylemi içindeyken, aynı zamanda "flirting" ortamına girmeye "smirting" deniyor. İngiltere’de, Galler ve İskoçya’da hızla yayılıyor smirting. Pub ve barların kapı önlerine artık yeni single barları diyorlar.

Bu yeni flört kültürü Fransa’da da tiryakilerin eğlencesi haline gelmiş durumda. Fransa’da bar, disko ve lokantalarda sigara içmek yılbaşından beri yasak.

Bizim Hürriyet binası sigara yasağına erken davrandığı için arka kapı önlerinde içiyoruz sigarayı. Smirtinge uygun renkli bir ortam olduğunu söyleyemem. Geçen gün gazetenin arka kapısından çıkarken su bidonu taşıyan adam şöyle bir omuz vurup geçti. Hiç sesimi çıkarmadım. Sanırım suçluluk duygusundan. Sigara içenlerin çevresinde oluşturulan düşmanca atmosfer yüzünden illegale geçtiğimi düşünmemden.

Ama alışıyoruz. Şikayetçi değiliz. Yasaklıyız diye kendimizi daha modern hissediyoruz. Çünkü yasak sayesinde Batı dünyasında sigara tüketimi azalırken, sigara şirketlerinin oburca saldırdığı gelişmekte olan ülkelerde yüzde 67 oranında arttı. Yeryüzündeki 1.8 milyar tiryakinin yüzde 84’ü de bu ülkelerde yaşıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün tahminine göre, 2025 yılına gelindiğinde gelişmekte olan ülkelerde sigara ölümleri yılda yedi milyonu bulacak. Gelişmiş ülkelerde ise üç milyon olacak. Türkiye’nin ikinci kategoride yer almasını umut ediyor ve henüz zulüm aşamasına gelmediğimiz için kendimizi şanslı sayıyoruz.

KÖPEĞİNİ AZMETTİREN TİRYAKİ

Sigara içenler için zulüm başkenti New York. Belediye Başkanı Michael Bloomberg, beş yıl önce barı, lokantası her yere yasak getirdiğinden, bu alanda büyük fiyaka sahibi. Ancak yasak yüzünden ayrımcılık ve zulüm almış yürümüş durumda. New York medyasına bakıyorum, büyük apartmanlarda da sigara yasağı uygulamasına başlanmış. Sigara içenlere daire kiralanmıyor, satılmıyor. Yani evinde de sigara içemiyorsun. Hatta bazı kan emici avukatların, sigara içen komşularını dava etsinler diye müvekkil avına çıktıklarına dair haberler var. Geçenlerde New York Times’a konu oldu. Apartman sakini bir çift, 40 yıllık sigara tiryakisi komşuları aleyhinde 67 milyon dolarlık tazminat davası açmış. Davalı, Galila Huff adında, İtalyan lokantası işleten bir kadın. Kendi lokantasında sigara içemediği gibi evindeki hayatı da "zehir" olmuş. Davacılar, dört yaşındaki çocuğumuzun sağlığı tehdit altında diyor. Dava dilekçesinde başka bir iddia daha var: Galila Huff’un köpeği, sigara ihtilafının intikamını almak için kapılarının önüne işiyormuş. Huff azmettiriyormuş.

Sigara yasağı ile bağlantılı farklı cinsten davalar da var. Mesela, İngiltere’de bir çift evlerine bitişik kasaba pub’ının önünde sigaraya çıkan müşteri kalabalığı yüzünden işletmeden davacı oldu. Neil ve Rachel Mutter, sabahın köründen gece yarılarına kadar içen müşteriler kapı önünde şamata yapıyor diye oturdukları evin değer kaybettiğini ileri sürüyor ve 50 bin sterlin tazminat istiyorlar.

Mahkemelik olmaktan daha beter durumlar da var. Zulüm nedeniyle canına kıymak gibi. Bild’in haberine göre Almanya’nın Baden Württemberg eyaletinde geçen ağustos ayında yürürlüğe giren sigara yasağı yüzünden bir bar sahibi intihar ediyor. Adamın adı Uli Stegmaier, 60 yaşında. Geride bıraktığı intihar notunda, yasak nedeniyle müşteri kaybına uğradığını ve ölümünden devletin sorumlu olduğunu yazıyor. Stegmaier yasağa karşı büyük mücadele veriyor, yürürlüğü durdurmak üzere eyalet yönetimini mahkemeye vermek için örgütlenen baskı gruplarına bağışlarda bulunuyor. Ancak fayda etmeyince dramatik bir eylemle hayatını noktalıyor.

YASAK YÜZÜNDEN ALKOL ÖLÜMÜ

Sigara yasağı nikotin bağlantılı ölümleri azaltıyor. Peki bu yasak, alkol bağlantılı ölümleri artırıyor olabilir mi? Amerikalı iki ekonomistin iddiasına göre olabilir. Wisconsin-Milwaukee Üniversitesi’nden Scott Adams ve Chad Cotti, Amerika’daki sigara mevzuatının eyaletten eyalete değişmesi nedeniyle alkollü araç sürenlerin sayısında artış olduğunu tespit etmiş. Ulusal çapta tek bir sigara yasağı düzenlemesi olmadığı için tiryakiler, sigaranın serbest olduğu uzak mahallerdeki barlara gitmek zorunda kalıyor ve dönüş yolunda alkollü araç sürerken ölümlü kazalara yol açıyorlarmış.

Journal of Public Economics’te yayınlanan araştırmaya göre, yasağın bir buçuk yılı aşkın süredir yürürlükte olduğu bölgelerde alkollü tiryakilerin karıştığı kazalarda yüzde 19’luk artış meydana gelmiş. Teoriyi destekleyen başka veriler de var. 2002 yılında Delaware eyaletinde sigaranın yasaklanmasından sonra komşu eyalet Pennsylvania’nın sınır bölgesinde trafik kazaları yüzde 26 oranında artmış.

NİKOTİN ZAPTİYELERİ

Sigara yasağını zulme dönüştürmenin başka yolları da var. Artık sigara içmek gazete haberi olabiliyor. Medya nikotin zaptiyeliği yapıyor. İngiliz Daily Mirror gazetesi, geçenlerde Prens Harry’nin sigara içerken görüldüğünü yazdı. Çocuk Afganistan’da cephedeyken, asker arkadaşları sigara içmediğini söylemiş de, ama Prens cephe dönüşü çıktığı seyahatte havaalanındaki bir sigara noktasında tüttürürken görülmüş de, söylentilere göre bu işi 14 yaşından beri yapıyormuş da...
Yazının Devamını Oku

Eskiden de aptal çok muydu yoksa yarışmalaryüzünden mi öyle görünüyor

5 Nisan 2008
Bilgi çağında yaşarken, insanların giderek bilgisizleşmesi mümkün olabilir mi? Bir ara TV’lerdeki magazin programlarında mankenleri zor sorularla ters köşeye yatırmak pek modaydı. Kendine güvenip de yarışma programlarında cehaletten dökülenlerle kimse ilgilenmiyordu. Şimdi türban ve laiklik ile uğraştığımız için bu tartışmaların altındaki bilgi düzeyini ölçen biçen yok. Amerika’da ise yeni kuşakların giderek bilgisizleşmesini tartışmaya açan kitaplar yayımlanıyor. Akılcılık karşıtı kibirli iklimin gelecekte demokrasiye zarar vereceği tartışılıyor. Çünkü kuruluşu Aydınlanma Felsefesi’ne dayanan Amerika’da, akla aykırı tutum ve cehalet giderek daha geniş kitlelere yayılıyor. Hitler’i silah tüccarı, Abraham Lincoln’ü de Tom Amca’nın Kulübesi’nin yazarı zanneden Amerikalılar var. Daha da ötesi genç Amerikalılar arasında kıtanın 1750 yılından sonra keşfedildiğini zannedenler bulunuyor.

Bunlar, Recep İvedik parodisi değil, gerçek. İngiltere’de, Kim Milyoner Olmak İster benzeri yarışmalarda sorulara verilen cevaplar.

- 22 Kasım 1963’te Dallas’ta ne oldu?

- Bilmiyorum, o tarihte Dallas’ı seyretmiyordum.

- Bob Hoskins’in rol aldığı, Leonardo da Vinci’nin ünlü bir tablosunun adını taşıyan filmin adı?

- Roger Rabbit.

- Mısır ile İsrail arasındaki Altı Gün Savaşı kaç gün sürmüştür?

- 14 gün.

- Esmeralda’ya aşık olan kambur roman kahramanı kimdir?

- Nostradamus.

- Hindistan’ın para birimi nedir?

- Ramazan.

- Johnny Weismüller’in canlandırdığı orman kahramanının adı nedir?

- İsa.

Yarışmaların bizdeki muadillerinde de, Portekiz’in başkentini Madrid zanneden, atların harada yetiştirildiğini bilmeyen öğretmenler; Bağdat’ın Türkiye sınırları içinde olmadığını üç joker hakkını kullandıktan sonra keşfedenler ve üçgeni üç boyutlu cisim olarak algılayanlar çıkıyor.

Yarışmaların Amerikan versiyonlarına ait anekdotlar da var. Ancak ABD’de şu sıra yarışmalarda verilen aptal cevaplar değil, ülkenin aklın yolundan uzaklaşması, genç neslin bilgisizliği tartışılıyor. Hatta ülkeye egemen olan aydınlanma ve rasyonalizm karşıtı iklimin, gelecekte demokrasiyi tehlikeye düşüreceğini iddia edenler bile var.

Tartışmanın zemininde iki kitap yatıyor. Prof. Mark Bauerlein’ın "The Dumbest Generation" (En Aptal Nesil) adlı kitabı mayıs ayında piyasaya çıkacak. Ancak şimdiden TV ve gazetelerde tartışılıyor. İngiliz dili ve edebiyatı uzmanı Bauerlein’ın görüşleri yayın organlarında yer buluyor. Öğrencilerinin aptallık ivmesindeki artış nedeniyle bu kitabı yazdığını söyleyen Bauerlein, yeni kuşaklar yüzünden demokrasinin geleceği tehlikede diyor. Gençleri dijital teknolojinin aptallaştırdığını ileri sürüyor. 49 yaşındaki profesör, "Biz 17 yaşındayken sosyal hayat, kapının önünde sona ererdi. Ancak şimdi gençler sohbetlerine yatak odalarından online ve cep mesajlarıyla devam ediyorlar. Gece boyunca direkt temas... zaman ve mekan sınırlaması olmadan" diyor.

Aptallaşmayı analiz etmek için zayıf bir argüman. Kitabı okumak lazım.

Tartışılan diğer kitap ise Washington Post’un eski yazarlarından Susan Jacoby’nin kaleme aldığı "The Age of American Unreason" (Amerikan Akılsızlık Çağı). Jacoby, bu kitabı 11 Eylül saldırılarının hemen ardından tanık olduğu bir diyalog üzerine yazmaya karar veriyor. İyi giyimli iki erkek arasında şu diyalog geçiyor:

- Aynı Pearl Harbor gibi...

- Pearl Harbor nedir?

- Vietnamlılar bir limanı bombalayınca, Vietnam Savaşı başlamıştı ya!

Böylece Jacoby aptallık ve cehalet üzerine kitap yazmaya başlıyor.

KİBİRLİ CAHİLLER

Jacoby, son yıllardaki dini inanca dayalı siyaset ve eğitim trendinin, yerini daha tehlikeli bir eğilime bıraktığını öne sürüyor; Aydınlanma idealiyle kurulan ülkeye egemen olan entelektüel ve akılcı düşünce karşıtı kibirli hava. Jacoby’ye göre Amerikan karakteri, entelektüel elite karşı duyulan güvensizliği daima içinde barındırmıştı, ancak gelişme ve ilerleme arzusuyla birlikte. Şimdi ise Amerikalılar dünya ile ilgili daha az bilgiye sahip oldukları gibi, cehaletlerini de küstahça dışa vuruyorlar. Nesnel gerçeklerin yerini, kulaktan dolma malumat ve kendince akıl yürütmeler alıyor. Köktendinci akımlar, bilime karşı düşmanlığın beslendiği önemli kaynaklardan birini oluşturuyor.

Jacoby’nin kibirli anti-rasyonalizm salgını dediği çerçevede Amerikalı yetişkinlerin beşte biri güneşin dünyanın etrafında döndüğünü düşünüyor. Halkın yarısı cinlere, perilere inanıyor. Yetişkinlerin üçte ikisi, okullarda evrim teorisiyle birlikte yaratılışçılığın öğretilmesini istiyor. Halkın sadece yüzde 26’sı Darwin Teorisi’ni kabulleniyor. Bilime duyulan kuşku, tarihi bilgi eksikliğiyle pekişiyor. Öğrencilerin pek azı, Amerikan İç Savaşı’nın 19. yüzyılın ikinci yarısında meydana geldiğini biliyor. Gençlerin dörtte biri, Amerika’nın 1750 tarihinden sonra keşfedildiğini zannediyor.

GAZETE OKUMAYAN LİDER

Jacoby’ye göre bu koşullar altında Amerikan demokrasisi, bir umursamazlık ve hafıza kaybı girdabında tehlikeye sürükleniyor ve cehaletin temelinde, okumamak yatıyor. 44 yaş altı Amerikalılar’ın yarısı hiç kitap okumuyor. 1984 yılından bu yana, hiç okumayan 17 yaş gençlerinin sayısı da iki katına çıkmış. Muhafazakar yayın organları cehalet ve bilgisizliğe övgüyü körüklüyor. Sağcı radyo ve bloglar, sürekli sol liberal aydınlara sövüyor.

Halkın önünde iyi bir model de var. Başkan Bush. Halk adamı tavırlarıyla 2000 yılındaki ilk seçimi kazanan Bush, çok sağlam, sarsılmaz değerleri sayesinde iyi ile kötüyü ayırt etmesini bildiği imajını yerleştiriyor. Gazete okumadığını açıklayarak hiçbir entelektüel merakı bulunmadığını itiraf ediyor. Böylece Amerikan halkının çoğunluğu, basit, dobra ve dindar olduğu için Bush’u daha güvenilir buluyor. Yüksek Mahkeme kararıyla da olsa, seçilen Al Gore değil, Bush oluyor.

En aptal ünlü Lindsay

Amerika’da aptal damgası yiyen şöhretlerin başında Lindsay Lohan geliyor. New York Daily News’un "Hollywood’un en aptal 50 ünlüsü" listesinde Lohan birinci, Kim Kardashian ikinci, Spencer Pratt ise üçüncü. Seçimin kriteri; kötü film tercihleri yapmak, seviyesiz davranışlar ve aşk hayatında zevksizlik.
Yazının Devamını Oku

Ayakkabı markası olamıyorsan şöhret falan değilsin

29 Mart 2008
Kurt Cobain hep siyah Converse giyerdi. Kendini öldürdüğünde, ayağında yine siyah lastik pabuçları vardı. 1994 tarihli o meşum fotoğrafta, kapı aralığından görünüyor. Kendini vurmuş, yerde yatıyor. Sağ ayak ucunda olay yeri inceleme ekibi... Şimdi Converse, kuruluşunun 100. yılı nedeniyle sınırlı sayıda Kurt Cobain imzalı seri çıkarıyor. Pabuçların üzerinde Cobain’in şarkı sözleri ve günlük pasajları var. Markanın 100. yıl reklamlarında Sid Vicious, Hunter S. Thompson da olacak. Yani hep asi figürler. Converse giyen başkaldırı simgeleri. Ancak Converse artık bağımsız değil. O bir Nike markası. Peki Nike, başkaldırıyı mı temsil ediyor? Yoksa global düzeni ve ihtirası mı (You can do it)? Aynı rock ikonlarının sembol ayakkabısı gibi, yüksek moda da şimdilerde şöhretlerle özdeşleşiyor. Victoria Beckham, Jennifer Lopez, Suri (Tom Cruise’un kızı) imzalı ayakkabılar çıkıyor. Bu ayakkabıların, birer arzu nesnesi olarak, tasarım çantaların yerini alacağı söyleniyor. Üstelik şöhretlerin isimlerini taşıyan ayakkabılara, Marc Jacobs çantalar gibi 2 bin dolar ödemek gerekmiyor.

Android görünümlü Victoria Beckham da ayakkabı markası oluyor, rock ikonu Kurt Cobain de. Hangisi hangi marka bahsine girmeden soruyorum: Bu şartlar altında Nirvana hayranları ne yapar?

Fena halde kızar tabii.

Bu işe izin veren dul eş Courtney Love’a küfür üzerine küfür sallıyor, "Cobain’in hatırası iğrenç bir sömürüye alet ediliyor" diye isyan ediyorlar.

Converse’in pazarlama direktörü Neil Stevens, markanın 100. doğum günü nedeniyle Cobain "onuruna" sınırlı sayıda üç seri ürettiklerini söylüyor. Ayakkabılar mayıs ayında piyasaya çıkıyor. Nirvana fanatikleri en çok bu "onuruna" meselesine takılmış durumda. Yani, kim kimi onurlandırıyor? Onlara göre, Cobain adının bir ayakkabıda markalaştırılması, sanatçının düzene aykırı duruşuna tamamen ters düşüyor, hatırası kirletiliyor. Onun büyük bir müzisyen olarak anılması gerekiyor, bir marka olarak değil.

Converse firması ise "Bu marka her zaman özgün yaratıcılığı, iyimser başkaldırı ruhunu temsil etmiştir" mesajını veriyor. Hayatına kendi eliyle son veren bir adamın başkaldırısı iyimser olabilir mi, acaba?

Geçen yıl Dr. Martens marka bot reklamları da, rock’çılar üzerinden benzer bir infiale yol açmıştı. Ölmüş rock yıldızlarının, bulutlar üzerinde meleksi kıyafetlerle süzülmesi asi ruhlara aykırı bulunmuştu. Bloglardan Dr. Martens’e küfürler savruluyordu. Markaya "rezalet" diye sövenlerden biri de Courtney Love’dı. Dijital ortamda değiştirilen görüntülerle bulutların üzerinde kondurulan rock yıldızları arasında Joey Ramone ve Sid Vicious da vardı. Reklam kampanyası için izin alınmamış, telif ödenmemişti. Kopan gürültü üzerine Dr. Martens, kampanyayı hazırlayan Saatchi & Saatchi’nin işine son verdi.

Şimdi Converse de benzer bir kampanya hazırlığı içinde. Ancak Courtney Love’ın izniyle. Sex Pistols’ın Sid Vicious’ı, gonzo gazeteci-yazar Hunter S. Thompson ve NBA yıldızı Dwyane Wade de yine aynı başkaldırı ve özgünlük mesajıyla 100. yıl reklamlarına dahil ediliyor.

BASKETBOLDAN DANSA

Converse, 100 yıl önce Massachusetts’de, spor ayakkabısı olarak piyasaya çıkmış ve ünlü All Star modeli 1921 yılında Amerikalı (beyaz) basketbolcu Chuck Taylor’ın imzasıyla yeniden dizayn edilmişti. Kanvas ayakkabıların müzik ile ilk buluşması 1920’li yıllara denk düşüyor. O yıllarda siyah basketbolcular, spor salonlarında değil, müzikhollerde maç yapıyor ve karşılaşmalardan sonra ayaklarında Converse’ler, aile yakınları ve dostlarıyla dans ediyordu. 1950’lerde ise rock’n’roll Amerika’yı kasıp kavurmaya başlayınca, siyah-beyaz Chuck Taylor’lar, dans salonlarının resmi aksesuvarları haline geldi. James Dean’in tişört, Levi’s marka jean ve beyaz Converse ayakkabılarla poz vermesiyle birlikte "Converse" ebediyen sürecek asi statüsüne kavuşmuş oldu.

Converse’ler o günden beri rock ve punk aleminin üniforması. The Clash, The Replacements, Green Day, Amy Winehouse, Beatles, Beach Boys, Lily Allen, Arctic Monkeys... Hepsi Converse giydi ve giyiyor.

LASTİK PABUCUN YENİLGİSİ

Peki Converse bugün, rock kültürünün asi ruhunu temsil yeteneğine sahip mi? Mesela globalleşme karşıtları bugün dev şirketleri protesto ederken, ayaklarına Converse geçirse, yeri midir?

Çünkü Converse artık Nike’a ait bir marka. Ve Nike, denizaşırı ülkelerde ucuz emeği kullandığı için global sömürünün köşetaşlarından biri olarak görülen, küçükleri yutan dev bir şirket.

1970’lerin sonlarında Converse, kült statüsü sayesinde pazarda yer bulabiliyordu. Ancak lastik pabucun karşısında, Nike ve Reebok’ın yeni teknoloji ürünü spor ayakkabıları piyasanın esas hakimleriydi. 1990’lı yıllarda grunge müzikle bağlantısı sayesinde Converse’in satışları yükseldiği halde, borçlar da kabardığından, 2001 yılında Nike’ın eline geçti. Nike, Converse’i satın alır almaz Amerika’daki bütün fabrikaları kapatıp, imalatı Asya’ya taşıdı. Converse giyenlerin boykot tehditleri ise kesinlikle sökmedi. Nike’ın markayı pazarlama harcamalarını artırması sayesinde Converse artık her zamankinden daha yaygın bir ürün.

Rock’ın kanvaslı dünyası ile tasarım modanın kesiştiği noktalar da var. Mesela Amy Winehouse. Hem Converse giyiyor, hem de Jonathan Kelsey tasarımı "Amy" imzalı ayakkabısı var. Ayakkabılara şöhretlerin ismini verme trendi tırmanışta. Otoritelere göre kadınlar yakın gelecekte daha az ama, daha pahalı ayakkabılar almaya başlayacak. Bunlara, 14 cm’ye varan platform pabuçlar da dahil. Mesela İtalyan tasarımcı Giambattista Valli’nin, Victoria (Beckham) modeli. Babetlerde bile şöhret imzaları var. Calvin Klein’ın "Suri"si gibi. Yani Tom Cruise’un kızı Suri.
Yazının Devamını Oku

Biz de bu bakanlardan isteriz

22 Mart 2008
Fransız modacıların elbiselerini ortalık yerde fiyakayla taşıyacak, ikon statüsünde şöhretler yok artık. Ancak, yeni bir müşteri kitlesi var. Kadın politikacılar. Fransız kadınları zaten hoştur da, Sarkozy’nin kadın bakanlarında başka türlü uçarı bir hava esiyor. Ayakları yerden kesilecek gibi hafif, flörtçü bir halleri var. Davetlerde mutlaka tasarım giyiyorlar. Tuvaletler kiralık. Çünkü her birinin değeri binlerce Euro. Bir numaralı figür, Adalet Bakanı Rachida Dati. Beyaz Saray’daki yemek davetinde üzerinde 15 bin Euro değerinde ipek Dior tuvalet vardı. Maliye ve insan hakları bakanları da Chanel ve YSL giymişti. Model gibi incecik bu kadınlar, sürekli medyanın odağında olduğu için modacılar bayılıyor onlara. Biraz da Carla Bruni faktörü kızıştırıyor galiba onları. Sarkozy’nin de kadın bakanların kılık kıyafetini inceleyip yorumlarda bulunduğu söyleniyor.

Biz neden Fransız kadınları gibi olamıyoruz? Bu soruyu Türk kadınları olarak biz de sorsak iyi olur ama, soru bana ait değil.

Son günlerde Amerikan ve İngiliz basınından kadın yazarların kalemleri bu soruyla meşgul? Neden Fransız kadınları gibi her yaşta seksi, havalı, şık ve hoş ve de "ince" olamıyoruz? Kadın politikacılar, iş kadınları neden ciddiye alınmak için ille de erkek gibi takım elbise giymek zorunda kalıyor? Fransız muadilleri renkler, tüller, eşarplar arasında uçuşurken...

Fransız kadınları hoş halleriyle hep orada duruyordu ama, şimdi Paris siyaset sahnesindeki kadınların albenisi bu soruları tetiklemeye başladı.

The Observer yazarı, İngiliz kadın siyasetçileri, deli dolu Vivienne Westwood kıyafetleri içine yerleştirmeye çalışıyor hayalinde. Olmuyor tabii. Kaknem ve pasaklı görünümlü İngiliz kadınlarını o kalıba oturtmak ne mümkün. Yazar kendisi de itiraf ediyor; İngiliz kadınları kafasının çalıştığını göstermek için pejmürdeliği gurur vesilesi sayar diye.

Oysa Sarkozy’nin kadın bakanları öyle mi? Adalet Bakanı Rachida Dati, Elysee Sarayı’ndaki son davette öyle derin yırtmaçlı bir tuvalet giyiyor ki, first lady Carla Bruni bile gölgede kalıyor. İçişleri Bakanı Michelle Alliot-Marie’nin üzerinde kiraz rengi tek omuzlu tuvalet. Kültür Bakanı Christine Albanel de taftalar içinde. Ve bu kadınların tamamı 40’lı yaşlarda.

The Observer’ın yazarı Ruth Sunderland, "neden" sorularına şu yanıtı veriyor: Güç ve iktidar sahibi İngiliz kadınları, şık ve bakımlı göründüğü takdirde fazla parası ve zamanı olduğu düşünülür diye endişe ediyor. Cinselliğini öne çıkarmaktan da çekiniyor. Çünkü İngilizler kadın-erkek denkleminde "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" aşamasına gelebilmiş değiller. Kökende Fas-Cezayir karması Dati, hem dişi davranma hem de Dior’dan giyinme hakkını kendinde bulabiliyor.

Aslında Fransızlar, liberte meselesini o kadar da ileri götürmüş değiller. Çünkü Dati, leopar baskılı pembe Dior elbise, file çorap ve stiletto topuk siyah çizmelerle Paris-Match’a poz verdiği için hukuk camiasında, böyle hafiflik olur mu diye kıyamet kopmuştu. Sarkozy de fazla bling-bling göründüğü için okkalı eleştiriler alıyor.

Ancak kabinenin tasarım şuuruyla hareket etmesi, modacıları fazlasıyla memnun ediyor. Dati’yi giydiren Parisli tasarımcı Nathalie Garcon, "Cannes film festivallerinde tanık olduğumuz türden bir yıldız sistemi doğuyor siyasette" diyor. Dati ve Sarkozy, Montaigne Bulvarı’ndaki lüks Dior butiğinin müdavimi haline gelmişler. Sarkozy’nin kadın bakanlarıyla birlikte resmi gezilere çıktığı zaman, mutlaka kılık kıyafetleriyle ilgili yorumlarda bulunduğu da söyleniyor.

Nitekim geçen yıl Washington’a gittiklerinde hep birlikte Beyaz Saray’ı podyuma çeviriyorlar. Bush’un verdiği akşam yemeğinde, Dati 15 bin Euro’luk Dior giyiyor. Maliye Bakanı Christine Lagarde’ın üzerinde yarı şeffaf bir Chanel, Senegal kökenli İnsan Hakları Bakanı Rama Yade’de ise ipek-kadife karışımı bir Yves Saint Laurent.

Fransız tüketim uzmanı Dominique Culliver, siyasetçilerin sahneye çıkmasıyla büyük markaların hedef kitlesinin artık değiştiğini söylüyor; "Şöhretlerin sayısı azalıyor. Siyasetçiler tam zamanında imdada yetişti" diyor.

FRANSIZ KADINI YÜRÜR

Bir Amerikan blogunda "Fransız kadınlarından neler öğrenebiliriz" başlığı altındaki sorulara şu yanıtlar veriliyor:

- Bakım için haddinden fazla zaman harcamıyorlar. İyi bir saç kesiminin önemini biliyor, saçlarını yıkayıp çıkıyor, açık havada kurutuyorlar, az makyaj yapıyor, ağdayla manikürle fazla uğraşmıyorlar, abur cubur yemiyor, çok iyi cilt bakımı yapıyor, pahalı parfüm kullanıyorlar ve her yaşta seks yapıyorlar.

Şampanya markası Veuve Clicquot’nun direktörü Mireille Guiliano’nun best-seller’i "Fransız Kadınlar Niçin Kilo Almaz" da bazı ipuçları veriyor. Fransız kadınlarının, kruvasan yiyip şarap içerek nasıl şişmanlamadığını anlatıyor. Amerikalı, televizyon karşısında hızlı hızlı biteviye aynı abur cuburu tıkınırken, Fransız kadını beş duyusu ile yiyor ve yemeği ritüele dönüştürüyor. Farklı çeşitlerden azar azar ve yavaş yiyor. Koca bir kase makarnanın yeknesaklığı insanı sıkıyor ve daha fazla yemeye itiyor. Oysa fazla çeşit, porsiyon kontrolü ve tatmini beraberinde getiriyor. Fransız kadını herşeyi yiyor ama çok yürüyor. Amerikalı kadına göre üç kat daha fazla yürüyor.

VE HER YAŞTA SEKS YAPAR

Porsiyon kontrolü ve egzersiz sayesinde herşeyi yiyerek ince kalmanın keyfini çıkaran Fransız kadınlarının diğer bir ayrıcalığı da cinsel yaşamları. Geçenlerde 600 sayfalık "Fransa’da Cinsellik Araştırması" yayınladı. 18-69 yaş arasındaki 12 bin kadın ve erkek üzerinde yapılan araştırma, bu yaş grubundaki bütün Fransızlar’ın hiçbir dönemde olmadığı kadar aktif bir şekilde seks yaptığını ve kadınların cinsellikte hızla erkeklere yetişmek üzere olduğunu gösteriyor. Partner sayısındaki artışı ve cinsel faaliyetlerdeki yükselişi rakamlarla belirtmem gerekiyor. İşte en çarpıcıları: 18-35 yaş grubundaki kadınların sadece yüzde 3.5’i seks yapmadığını söylüyor. Aynı yaş grubundaki erkeklerin ise yüzde 6.2’si seksten uzak duruyor. 30-49 yaş grubu kadınlarda ortalama partner sayısı 5.1 çıkıyor. 1970 yılındaki rakam ise 1.5.

Erkeklerde ortalama partner sayısı 12.9. Ancak 1970’teki rakam da 12.8. Yani yükselme yok.

Ve 50 yaşın üzerindeki kadınların yüzde 90’ı aktif seks hayatı olduğunu söylüyor ki, en büyük hamle de burada. Çünkü 1970 yılında hálá düzenli seks yaptığını söyleyen 50 yaş üstü kadınların oranı yüzde 50’ydi.
Yazının Devamını Oku

Merak etmeyin biz demografik kışta değiliz

14 Mart 2008
Başbakan’dan kadınları eve kapatmayacak öğütler bekleriz. Ancak, bilimsel konuşmasını da bekleriz. Genç nüfusun azalmaması için ortaya attığı en az üç çocuk fikri, sosyal ve ekonomik bir sorun olmakla kalmıyor, bunun bilimsel yanı da bulunmuyor. Çünkü, demografik yapının korunabilmesi için yetişkin her kadının sahip olması gereken çocuk sayısı 2.1. Son nüfus ve sağlık araştırmasına göre Türkiye’deki rakam 2.2. Yani hiç fena değil. Tamam genç nüfus azalıyor, ülke yaşlanıyor. Ancak bu trendle önümüzdeki 30 yıl içinde, niteliksiz 0-14 yaş grubu istikrar kazanacak ve ekonomik olarak üretken 20-54 yaş grubu iki katına ulaşacak. Nüfusları hızla tükendiği için esas alarm verenler ise beter durumda. Mesela çoğunluğu Katolik olduğu halde doğum kıtlığı çekip Vatikan’ı çileden çıkaran İtalya (1.2) ve İspanya (1.1). İşte muhafazakar Amerikan vakıflarının desteklediği Demografik Kış adlı belgesel bu sınıfa giren ülkelerin gelecekteki felaketlerini anlatıyor ve genç kuşakları bencil davranıp çocuk yapmamakla suçluyor.

Edison’a ölüm döşeğinde sormuşlar, ampulü nasıl icat ettin diye. Mucit, son nefesini verirken, gidin kasaya bakın demiş. Bakmışlar. Kasadan Nur Suresi çıkmış.

Bu bir fıkra da olabilir, dinsel bir şehir efsanesi de. Anlatana göre değişir. Ancak, ciddi olma ihtimaline inanarak anlatanlar olduğunu biliyorum.

Başbakan Erdoğan’ın "en az üç çocuk doğurun" diskurunu işitince, aklıma bu fıkra/kent efsanesi geldi.

Sözün, bilim dışılığından olsa gerek.

Başbakan, nüfusu korumak için en az üç çocuk yapmak gerektiğini söylüyor. Oysa bilimsel veriler, nüfusu korumak için her kadının üreme çağı sonuna kadar doğurması gereken çocuk sayısının 2.1 olduğunu gösteriyor. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması-2003’e göre, kadınların üreme çağı sonunda sahip olduğu çocuk sayısı 2.2’ye düştü.

Ve bu iyi bir rakam. Avrupa’da bunu arayıp da bulamayanlar var. Danimarka, kadın başına düşen 1.9 çocukla el üstünde tutuluyor. Model olarak inceleniyor.

2.2’lik toplam doğurganlık oranı, 1950’lerdeki 6.6 çocuktan bu yana katettiğimiz bir aşama. Hızlı kentleşme, aile planlanlaması yöntemlerinin devreye girmesi ve değişen yaşam beklentileriyle 1980’lerde 4.1 çocuğa geriliyor ve şimdi bu noktaya geliyoruz. Gelişmeyi büyük ölçüde 1965 tarihli Nüfus Planlaması Kanunu’na, devletin ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarına borçluyuz. Bu kuruluşlardan biri de Türkiye Aile Planlaması (TAP) Vakfı. Son günlerde TAP’ın televizyon reklamlarını görmüşsünüzdür. Kağıt kesme makinesinden şerit şerit çocuk resimleri çıkıyor. Sonra anne ve çocuk ölümlerine son mesajı veriliyor.

1985 yılında Vehbi Koç önderliğindeki iş adamları, akademisyenler, iş ve işveren temsilcileri tarafından kurulan vakıf, aile planlamasının geniş kitlelere yayılması için çalıştı. TAP’ın sitesinden geleceğe dönük beklentilere bakıyorum. TNSA-2003 raporundan şu tespit aktarılıyor:

"Gelecek otuz yıl içinde 0-14 yaş nüfus grubumuz uzun yıllardan sonra istikrar kazanarak dengelenecek. Ekonomik olarak üretken 20-54 yaş grubu hızla büyüyerek neredeyse iki katına ulaşacak. Bugün 3.6 milyon olan yaşlı nüfus ise, 2030 yılında 10 milyon, 2050 yılında 15 milyonu bulacak."

TAP’ın görüşü ise şu: AB’ye katılım sürecinde genç nüfus potansiyelini nitelikli insan kaynağı haline getirmek, nüfus yapısına uygun ekonomik ve sosyal politikaları geliştirmek şart. Yaşlı nüfusa ilişkin toplumsal politikaların, sağlıktan sosyal güvenlik sistemlerine geniş bir açılım içinde geliştirilmesi için çalışmaya başlamak gerekiyor.

Yani üç çocuğun getireceği bereketi beklemek yerine, çalışmak gerekiyor.

DEMOGRAFİK KIŞ LAİKLİK YÜZÜNDEN Mİ GELDİ

Batı’nın Hıristiyan toplumlarında uzun süredir azalan nüfus alarmı var. Papa mütemadiyen, bol bol çocuk yapın diye çağrıda bulunuyor. Hıristiyan álemindeki bu kaygı şimdi bir belgeselle manifestoya dönüştürülüyor. Bir saatlik belgeselin adı "Demografik Kış: Ailenin Çöküşü". Heritage, Family First ve New America gibi, geleneksel Amerikan değerlerini savunan, Hıristiyan aile yapısını korumayı amaçlayan muhafazakar vakıfların desteklediği bir film. Müthiş felaket tellallığı yapıyor ve çocuk doğurmayan genç kuşağa karşı saldırgan bir dil kullanıyor.

Muhafazakar platformlardan takip edebildiğim kadarıyla ana mesaj şu: "Genç kuşaklar zevk düşkünü ve bencil bir yaşam tarzına kapıldığı için evlenmiyor, çocuk yapmıyorlar. Özellikle erkekler evlilikten kaçıyor. Kadınlar da kariyer peşine düşüp ekonomik açıdan başarılı olunca çocuk yapmaktan kaçıyor. Bunda medyanın, eğlence sektörünün, akademik dünyanın da rolü var. Boşanmanın kolaylaşması, birlikte yaşamalar da üremeyi engelliyor. Yaşlanan nüfusu ikame edecek genç nüfus olmazsa büyük bir ekonomik ve sosyal çürüme meydana gelecek. Geleneksel aileyi erozyona uğratan bu eğilim yüzünden global düzeyde sosyal ve ekonomik intihar yaşanacak. Avrupa’da doğurganlık 1.3’e düştü. 2030’da AB’de 20 milyon işgücü eksik olacak. Bu işleri şu sıra Kuzey Afrikalı ve Ortadoğulular yapıyor. 50 yıl sonra Avrupa etnik, kültürel ve dinsel açıdan farklı bir Avrupa olacak. Avrupalılar, artık Avrupa’da yaşamak istemeyecek. Kültürel ve ulusal kimliklerini yitirecekler."

Yani burada İslamofobi devreye giriyor.

Filmin web sitesindeki verilere göre Batı’da evliliklerin yarısı boşanmayla sonuçlanıyor. Anne babası boşanan çocuklar da ileride evlenmiyor. İskandinavya ülkelerinde evlilik dışı yaşayan çiftlerin sayısı, hemen hemen evli çiftlerin sayısıyla eşit. Bu denklemlerden de çocuk çıkmıyor.

Film, çöküşün durdurulması için geleneksel "ataerkil" aile yapısına dönülmesini savunuyor. Ve belgeselin demografi uzmanı Phillip Longman bir iddiada bulunuyor: Sorunun temelinde, insanların dinden uzaklaşması yatıyor. Laiklik çocuksuzluğu özendirdiği için geleneksel aile yok oluyor.
Yazının Devamını Oku

Abanoz Prenses’in ölümü

8 Mart 2008
Annesi sinema diye sünnet ettirmeye götürmüştü ömrü boyunca o günün intikamını aldı O, Yves Saint Laurent’nin Abanoz Prensesi, Paris-Milano podyumlarının siyah cazibesiydi. Katoucha Niane, moda eskizlerindeki ultra ince, upuzun çizgileri andıran figürü, Modigliani başıyla 1980’li yıllarda Givenchy ve Lacroix’dan Chanel ve Dior’a bütün büyük imzaların modellerini taşıdı. O klas cazibenin ardındaki acı hayat, geçen yıl yayınladığı otobiyografisiyle ortaya çıktı. Katoucha, dokuz yaşında sünnet edildiğini anlatıyordu. Cinsel organları sakatlanmış 140 milyon kadının yaşadığı şu dünyadan kadın sünneti denilen insafsız geleneği silmek için mücadele ediyordu. Ancak mücadelesi yarım kaldı. Paris’te bir tekne evde yaşayan 47 yaşındaki Katoucha, geçen ocak ayında ansızın ortadan kayboldu. Ve cansız bedeni Seine Nehri’nin sularından çıkarıldı.

Katoucha Niane, yoksulluk ve ıstırap yüklü Gine’nin mutlu ve ayrıcalıklı çocuklarındandı. Babası Cibril Tamsir Niane, üniversitede tarih hocası, annesi ise Fransız tahsilliydi. Ancak Katoucha’nın kalburüstü hayatı dokuz yaşında sona erdi. Annesi, dokuz yaşındaki kızının elinden tutup Beatles filmine diye sünnetçiye götürdüğü gün, Katoucha’nın mutlu ve şen çocukluk günleri de bitti. Milyonlarca Afrikalı kız çocuğu gibi, pis ve sefil bir mekanda anestezi yapılmadan cinsel organı paralandı. İyi eğitimli bir ailenin kızı olması, Katoucha’yı o insafsız geleneğe kurban gitmekten kurtaramamıştı.

Cinsel organıyla birlikte ruhunun da sakatlandığı o uğursuz gün, Katoucha’nın hayatında dönüm noktası oldu. Kadınlığı elinden alınmıştı ya, ileride en kadınsı, cinsiyetinin en kibirli halleriyle, sakatlandığı günün intikamını almaya çalışacaktı.

Cinsel ıstırap Katoucha’nın peşini hiç bırakmadı. Fransız sömürgesi Gine’nin bağımsızlığına kavuşmasından sonraki diktatörü Ahmed Seku Ture aileyi tehdit ettiği için baba Cibril Tamsir Niane, kızını henüz 10 yaşındayken Mali’deki amcasının yanına gönderdi. Gerçi Gine rejimi Katoucha’ya ilişemiyordu ama, o kadar. Mali’de defalarca cinsel tacize uğradı. Dört yıl sonra Senegal’de ailesine kavuştu. Yine güvende değildi. 17 yaşında hamile kaldı. Kızı Amy’nin babasıyla kısa bir evlilik yaptı. İleride birkaç kez daha evlenip boşanacak ve iki çocuğu daha olacaktı.

PODYUMLAR HARLEM’E DÖNDÜ

1980 yılında Essence dergisinin kapağında siyah bir modelin çehresini gördüğü an kararını verdi. O da model olacaktı. Paris’e kaçtı. 1970’lerin sonlarına doğru Paris podyumları siyahlarla renklenmeye başlamıştı. Amerikalı tasarımcıların getirdiği siyah modellerin cazibesi Parislileri pek etkilemişti. Hubert de Givency de siyah modellerde, hani neredeyse Audrey Hepburn’ün zarafetini yakalayan o alımlı hali farkedip Martinik’li Mounia’yı lanse etmiş, 1978’deki defilesinde ise topyekün siyah modelleri çıkarmıştı podyuma. /images/100/0x0/55eac0b9f018fbb8f8947a6e

Katoucha, Paris’e çıkageldiğinde züppe moda dergileri "Podyumlar Harlem’e döndü" diye burun kıvırıyordu ama, Somalili bir diplomatın kızı olan İman da, süksenin doruğundaydı.

Katoucha anne ve babasına "Şöhreti yakalayıp büyük yıldız olacağım" demişti. Onlar ise kızın Parisli bir fahişe olacağından neredeyse emindi. Tabii haksız çıktılar, ancak Katoucha’nın düşünü gerçekleştirmesi biraz zaman aldı. Önce Lanvin modaevine prova mankeni oldu, sonra da Thierry Mugler tarafından podyuma çıkarıldı. Hemen ardından Paco Rabanne’dan teklif aldı. Güçlü kuvvetli omuzlarından aşağı doğru uzanan üçgen silueti 1980’lerin modasına hakim olan geometriye birebir uyuyordu.

Hızla yükselmeye başlamıştı. Yves Saint Laurent’nin "Abanoz Prensesi" olarak, podyumu bırakan Mounia’nın yerini alıverdi. Arkasından Ferre, Lacroix, Chloe, Givenchy, Chanel, Balenciaga ve Dior defileleri geldi. Ancak podyum gerisinde sigara ve şampanyayı elinden düşürmemesi de dikkat çekiyordu. Ve tek bağımlılığı alkol ile sigara değildi.

O yıllarda, uyuşturucu aleminin çağrısına kapılmamak için New York’a gitmediğini söylüyordu. Ancak geçen yıl yayınlanan "Dans Ma Chair" (Benim Etimde) adlı biyografisinde uyuşturucu bağımlılığını itiraf ediyordu. Ayrıca akli dengesinde de gelgitler yaşadığından, kızı Amy ile diğer çocukları Alexandre ve Aiden’in velayetini üstlenecek durumda olmadığına hükmedilmişti. Sonunda Katoucha şunu farketmişti; çocukluğunda yaşadığı acı ve korkular onun kendi kendini örselemesine yol açmış, ancak aynı zamanda şöhret olmasını da sağlamıştı. "Kadınlığım yok edilmişti ama, kadınlığın en kibirli ve gıpta edilen türünü temsil ediyordum" diye yazıyordu.

Katoucha 1994 yılında podyumu bırakmış, kadın sünnetine karşı hareket başlatmış ve kadınları bu geleneğe boyun eğmemeleri için ikna etmek üzere Senegal’e gitmişti. Sonra 1995 yılında kendi giyim markasını oluşturmuş, ancak pek başarılı olamamıştı.

ASİ RUHLU GÜZEL

Geçen yıl yayınladığı otobiyografisi bir içsel yolculuktu. Kadın sünnetine karşı mücadelesini anlatırken, annesinin ona bu kötülüğü neden yaptığını da anlamaya çalışıyordu. Anne ve babasıyla uzlaşmazlığı artık sona ermişti. Gerçi babası, üniversiteye gitmediği için ona hálá içerliyordu. Ama Katoucha yüksek kazancı sayesinde kardeşlerinin Fransa’da öğrenim görmesini sağlamıştı. Ayrıca Senegal’de bir yetimhane kurmayı planlıyordu. Sonra geçen yıl Senegalli yazar Abbas Ndione’nin romanı Ramata’nın beyazperde uyarlamasında rol almış, bir bakanın asi ruhlu güzel karısını canlandırmıştı. Katoucha’nın karakteriyle paralellikler taşıyan bir roldü.

Bir süredir Seine Nehri’ndeki bir tekne evde yaşaması da o ruh halinin bir dışavurumuydu belki. Geçen ocak ayında bir partiden evine dönerken görülmüştü son kez. Bir daha haber alınamayınca nehirde aramaya başladılar Katoucha’yı. O son gün elinde olan çantası teknede bulunmuştu. Sonra Katoucha’nın kendisi de bulundu. 28 Şubat günü, Garigliano Köprüsü yakınlarından çıkarıldı cesedi. Bedeninde darp izi yoktu. Muhtemelen alkol ya da madde etkisi altında dengesini kaybedip düşmüştü nehre.

Henüz vizyona girmeyen Ramata filminin yönetmeni Leandre-Alain Baker, "Çocukluğunun acı tecrübelerini kafasından, ruhundan asla atamadı. Bir an gülerken, aniden öfkenin koynuna yuvarlanıverir ama, her seferinde geri dönerdi" diyor Katoucha için. Ama o artık dönmeyecek.
Yazının Devamını Oku

Çevreye çok düşkünseniz gazeteyi káğıttan okuyun daha iyi

1 Mart 2008
Karbon emisyon hacmini azaltma aleminde tuhaf şeyler oluyor. Bir araştırma, boşanmanın global ısınmayı tetiklediğini söylüyor. Çiftlerin ayrılmasıyla hane sayısı arttığı için su ve enerji kullanımı tavan yapıyor. Eh bu durumda çiftlere "barışın" diyor bilim adamları.14 Şubat Sevgililer Günü’nde geleneksel kırmızı rengin yerini yeşil alıyor. Sonra Fransız şarap üreticileri aniden 19. yüzyıl yöntemleriyle ihracat yapmaya karar veriyorlar. On binlerce şişe şarabı, bırakın İngiltere ve İrlanda’ya, Kanada’ya bile 1800’lerin yelkenlisiyle gönderiyorlar. Böylece şarabın nakliyesinde karbon salmamış oluyorlar. Sonra medyada da, dönüştürülmüş kağıttan gazete basma eğilimi yükseliyor. Bu yolla karbondioksidi tutan ormanlar korunmuş oluyor. Gazeteyi internetten okumak ise ekolojik açıdan hiç makul bir yol değil.

Neden gazete almıyorsun diye sordum. Káğıt israfı olmasın, ormanlar zarar görmesin diye kafa buldu benimle. Onca yıllık arkadaşım gazeteleri internetten okuyor. Espri de olsa, internet üzerinden okumanın ekolojik açıdan daha cool bir davranış olduğunu zannediyor.

Zannediyor, diyorum. Çünkü öyle değil. Ağaç öldüren gazetelerle, o gazetelerin online versiyonları arasında ekolojik açıdan tek bir fark var. O da şu; yarım saat süreyle online gazete okuyanlar, şöyle kağıt üzerinden cumartesi-pazar gazetelerinin tadını çıkaranlara göre çevreye daha fazla zarar veriyor.

Şöyle oluyor.

Gazetelerin çevre açısından maliyetini bulmak çok kolay. Amerikalılar hesaplamış. Bir ton gazete basmak için ki, bu aşağı yukarı 280 bin sayfa ediyor, 12 ağacı heba etmek gerekiyor. Dönüştürülmüş káğıt kullandığınız zaman ağaç kıyımı azalıyor. Mesela İngiltere’de dönüştürülmüş káğıt kullanma oranı ortalama yüzde 80. Yani çok yüksek bir rakam. Amerika’daki ulusal ortalama sadece yüzde 35.

Ancak gazete basmanın ekolojik etkisi ormanlarla sınırlı değil. Gazete basımının en enerji yoğun evresi, ağaç kesildikten sonra başlıyor. İsveç Kraliyet Teknoloji Enstitüsü’nün geçen yılki raporuna göre, káğıt endüstrisindeki enerji tüketiminin üçte ikisi gazetelere ait.

İsveç’te káğıt üretimi, karbondioksit emisyon hacmi en yüksek dördüncü endüstri kolu durumunda. Kimya, petrol ve metal sanayiinden sonra.

Tabii gazete dağıtımı da karbon emisyonuna katkıda bulunuyor. Dünyanın dört bir yanında tonlarca gazete yüklü kamyonlar kilometrelerce yol yapıyor. Ayrıca dönüştürülmek üzere biriktirilen gazeteler yine kamyonlarla recycling merkezlerine götürülüyor. Amerika’da gazetelerin yüzde 69’u dönüştürülüyor. Üstelik bunların üçte biri Çin’e gönderiliyor. Oralara gönderildiği yetmiyormuş gibi, bir de üstelik Çinliler recycling tesislerinde kömür kullanıyorlar. Yani gazete káğıdının dönüştürülmesi de ekolojiye yük oluşturuyor.

Bir hesaba göre, bir nüshası 200 gram çeken ortalama bir tabloid gazetenin her biri 190 gram karbon salmış oluyor.

Káğıt üzerindeki gazetenin enerji denklemi böyle.

Peki bu gazetenin online versiyonu? Elektronik gazete okumak için kullandığımız bilgisayarın, o gazeteleri ulaştıran sunucuların enerji sarfiyatı? ABD’deki Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuvarı’nda yapılan bir hesaba göre bir sunucu yılda ortalama 4,505 kilowatt/saat elektrik harcıyor. Bu miktar, hardware’in soğutulması için harcanan enerjiyi de içeriyor. Bir online gazeteye erişim için kaç tane sunucuya ihtiyaç olduğu belli değil. Üçüncü taraflardan da sunucu kiralandığı takdirde sayı yüzleri bulabilir.

Yine bir İsveç raporuna göre, 120 watt ekranlı 160 watt’lık bilgisayardan gazete okuyan kullanıcı, 30 dakikalık gezinti sonucu çevreye, ağaç öldüren okurdan daha fazla zarar vermiş oluyor.

Gazete káğıdının dönüştürülmesi ideal bir durum. Ama diyelim ki, gazete káğıdı dönüştürülmüyor ve atık olarak doğaya bırakılıyor. Bu durumda da káğıt, atmosfere karbon salmıyor, uzun vadede fosil yakıta dönüşüyor.

Yani insanların, eski arkadaşlarının yazılarını gazete üzerinden takip etmesinde yarar var.

AĞIR AĞIR ŞARAP İHRACATI

Global ısınmada kim ne kadar vebal sahibi diye başka ince hesaplar da yapılıyor. Mesela, Fransız şarap üreticileri, bir keyif alanında faaliyet gösteriyor, fakat atmosfere ne kadar karbon saldıklarını da hesap ediyor, sonuçta denizaşırı satışta 19. yüzyıl usullerine dönmeye karar veriyorlar. Şarabın ağır ağır kıvam bulma kültürüne uyumlu bir şekilde hayatın temposunu yavaşlatıyorlar.

Languedoc bölgesinden 60 bin şişe şarap, Dublin’e dört günde gönderiliyor. Şarabı taşıyan üç direkli yelkenlinin adı Belem. 1896 yapımı. Fransızların ticaret gemisi olarak imal ettiği son barka. Zamanında Güney Amerika’dan çikolata taşırmış. Zaten adını da Brezilya limanından alıyor. Şimdi ise global ısınmaya karşı mücadelede Fransız şarapçıların hizmetinde. Fransa’nın güneyindeki Languedoc bölgesi şarapları önce nehir yoluyla Bordeaux’ya gönderiliyor. Bordeaux’dan yüklenen şaraplar Dublin’in ardından, Bristol, Manchester ve hatta Kanada’ya da gidecek. Böylelikle atmosfere salınan karbondan tasarrufta bulunulacak.

Bu yolla ihraç edilen şarap şişelerinin üzerinde de, ürünün "gezegenin iyiliği için yelkenli gemiyle taşındığına" dair bir ibare yer alacak. Şu anda Languedoc’taki 250 üretici, şaraplarını yelkenliyle ihraç etmek üzere sıraya girmiş durumda. 2013 yılına kadar altı yelkenli daha hizmete girecek. Gemiyi, Compagnie de Transport Maritime a la Voile (CTMV) adlı acenta işletiyor. Yedi özel yatırımcının yüzde 70 katkısıyla 80 milyon dolarlık bu işe girişilmiş. Geri kalan para banka kredisiyle karşılanmış. Yelkenli şarabı boşalttıktan sonra tonlarca kırık cam yüküyle dönecek. Bu camlar Bordeaux’daki tesislerde şarap şişesine dönüştürülecek. İhracat için lüzumundan fazla zaman harcandığı halde, şarap yine ucuz olacak. Şişesi 7-20 Euro arasında.

Bu arada şarabı yelkenliyle taşıtmanın bazı koşulları da var. Bölgenin en iyi şarapları arasında olması ve mümkün mertebe doğal ürünlerin kullanılmış olması gerekiyor.

Şarabın üretimi ve içimi gibi ihracatı da ağır bir seremoniye dönüştürülüyor ya, hedef limana vardıktan sonraki aşama da aceleye getirilmiyor. Malı taşıyan yelkenlide potansiyel ithalatçılar için tadım şöleni düzenleniyor. Yaklaşık 100 misafire yer var gemide.
Yazının Devamını Oku

Gay adamdan neden topçu olmasın

23 Şubat 2008
Vallahi biz futbolun mekkelerinden ilerideyiz. Eşcinsel adamdan futbolcu olur mu olmaz mı tartışmasını tüketip bitireli şöyle kabaca üç yıl oluyor. Avrupa ise daha yeni tartışıyor. Ancak bu tartışmadaki uygarlık dozu bizden biraz ileride. Örneğin Almanya’da futbol alemi hálá heteroların son kalesi, ortam hálá homofobik, ancak azimliler. Alman futbolunun patronu Theo Zwanziger, "Kendilerine güvenen futbolcular çıkıp gay olduğunu açıklasın, ben arkalarındayım" diyor. Avusturya da İsviçre ile birlikte Euro 2008’e ev sahipliği yapacağı için gay’lere karşı sevecen bir iklim yaratmaya çalışıyor. Yani bir cadı avı söz konusu değil. Oysa Tan Sağtürk "Tanıdığım eşcinsel futbolcular var" dediğinde, "Kimse onlar çıksın açıklasın. /images/100/0x0/55eb25edf018fbb8f8ae681dBütün topçular töhmet altında kalmasın" türü feryatlar yükselmişti. Cadı avı söz konusu olmasa da, Avrupa’da hiçbir futbolcunun cinsel tercihini açıklayacak cesarete sahip olması beklenmiyor. Sporda eşcinsellik üzerine araştırmalar yapan Alman uzman Eggeling de şu sıralar hiç kimseye gay’im diye açığa çıkmasını tavsiye etmiyor, çünkü futbolun sert erkek imajı hálá çok baskın.

Ne kadar sağlam olduğunu bilemediğim bazı araştırmalara göre yeryüzündeki erkeklerin yüzde 4-6’sı eşcinsel. Dağıt bu potansiyeli bütün mesleklere, sanatından siyasete, medyadan spora bütün cemaatlerde ille de gay figürler olması gerekiyor. Spor dediysem, güreşçi ya da cimnastikçi değil, futbolcuları da kastediyorum.

Almanya’da sporda eşcinsellik üzerine araştırmalar yapan Tatjana Eggeling, Frankfurter Allgemeine gazetesine açıklamasında, "Mutlaka eşcinsel futbolcular vardır" diyor. Aynı gazete, Doğu Almanyalı eski bir gay futbolcunun görüşlerine de yer vermiş. 1980’li yıllarda genç milli takım oyuncusu olan Marcus Urban, eşcinselliğini futbolcu bedeninin içinde hapsetmeye dayanamadığı için birinci lige adım atmadan, henüz 23 yaşında kariyerine son vermiş. "Alman birinci ve ikinci liginde mutlaka gay futbolcular var. Önümüzdeki dönemlerde cinsel kimliğini açıklayanlar çıkabilir. Çünkü oyuncular artık çok değişti. Eskiye oranla daha zeki kafalar var" diyor.

Ancak futbol aleminin bu açıklamaları kabullenmesi öyle kolay görünmüyor. Geçmişten bugüne bir ufuk turu yapalım.

Yaklaşık 10 yıl kadar önce Alman futbolcu Lothar Matthaeus, "Eşcinsel adamdan futbolcu olmaz" diyor.

Üç yıl önce Avusturya Milli Takımı’nın Teknik Direktörü Otto Bariç, "Benim oyuncularımın şöyle sıkı herifler olması gerekir. Demek ki eşcinseller benim takımımda oynayamaz" diye buyuruyor.

Hemen hemen aynı günlerde Türkiye’de, "Memlekette eşcinsel futbolcular mı var?" paniği çıkıyor. Bale sanatçısı Tan Sağtürk’ün, kendi mesleğine yönelik bir önyargıya, "Tanıdığım eşcinsel futbolcular var" çıkışıyla cevap vermesi üzerine. Müthiş bir infial kopuyor. Turgay Şeren, Profesyonel Futbolcular Derneği Başkanı sıfatıyla konuşuyor: "Tan Sağtürk, bu futbolcuların kimler olduklarını açıklasın. Çirkin yalanlarıyla spor kamuoyunu şüphelere düşürmesin."

Tanju Çolak, sanki korkunç bir suç işleniyormuş gibi, "Bütün futbolcu arkadaşlarıma güveniyorum" diyor.

Kimi futbolcular da, töhmet altında kalmamak adına, gay topçuların hemen ortaya çıkmasını istiyor. Sağtürk’ün eşcinsel olup "adam olmadığı" için "çamur attığını" söyleyenler çıkıyor. Bir savunmadır, saldırıdır gidiyor. Sadece Ümit Karan ile Oktay Derelioğlu, kimsenin cinsel tercihiyle ilgilenmediklerini açıklıyorlar.

FUTBOL ARKAİKTİR

Almanya’da gay olduğunu açıklayan çok önemli siyasetçiler var. Berlin Belediye Başkanı Klaus Wowereit ve FDP Başkanı Guido Westerwelle gibi. Eşcinsel dergisi Front, geçen aralık ayı sayısında, milli futbolcu Philipp Lahm’a soruyor, neden futbolcular da açıklamıyor diye. Lahm’ın yanıtı şu: "Belki de eşcinsel futbolcu yoktur. Eğer varsa da, açıklamanın sonuçlarından korkuyordur. Çünkü futbol arkaiktir."

Futbol seyircisi de feminen çağrışım yapan hiçbir şeye tahammül edemiyor. Örneğin Werder Bremen’in kalecisi Tim Wiese bir maça şeker pembesi üstle çıkıyor ve tribünlerden gelen müstehcen tezahüratla boyunun ölçüsünü alıyor. O formayı bir daha asla giymiyor.

Alman Futbol Federasyonu Başkanı Theo Zwanziger de geçenlerde L-Mag adlı lezbiyen dergisine konuşurken yeni açılımlar getiriyor. "Keşke birileri cesaret edip de gay olduğunu açıklasa. Elbet, günün birinde, evet ben eşcinselim diyen bir futbolcu çıkacaktır. Ancak ben gerçekçi bir insanım, bugünden yarına olmaz" diyor. Erkekler ya da kadınlar liginde bu cesareti gösterecek gay-lezbiyen herkesi sonuna kadar destekleyeceğini söylüyor. Çünkü federasyon yönetmeliği her türlü ayrımcılığı yasaklıyor. Cinsiyet ayrımcılığı dahil.

Federasyon geçen yıl, homofobiyi ve cinsiyet ayrımı güden küfürleri sahalardan silmek için harekete geçiyor. Bundesliga ve bölge liglerinden bütün kulüpler, Berlin Olimpiyat Stadı’nda federasyon temsilcileriyle birlikte, homofobiye karşı eylem toplantısına çağrılıyor. Profesyonel takımlardan sadece dördü, Werder Bremen, Hertha Berlin, Energie Cottbus ve Carl-Zeiss Jena toplantıya katılıp, futbolda ayrımcılığa son bildirgesine imza koyuyor.

İngiltere Futbol Federasyonu bu alanda daha ileride. Federasyon yönetmeliğinde 2001 yılında yapılan değişiklik, stadlarda homofobik davranış ve tezahüratta bulunanların cezalandırılmasını öngörüyor. Nitekim iki yıl önce Norwich City’de iki fanatik taraftar, rakip takıma yönelik cinsel tercih içerikli (i...) küfürleri yüzünden bir yıl stat yasağı yiyor.

İngiltere’de eşcinsel futbolcu tartışmasının geçmişinde hayli hazin bir öykü var. Nottingham Forest’li Justin Fashanu’nun öyküsü...

Fashanu 1990 yılında The Sun’a eşcinsel olduğunu açıklıyor. Gazete futbolcuya 80 bin sterlin ödeyip "I am gay" diye manşetini atıyor. Aradan sekiz yıl geçiyor ve 17 yaşında bir gençle ilişkiye girmekle suçlanan Fashanu hakkında soruşturma açılıyor, ancak tutuklanmıyor. Futbolcu gidip bir garajda kendini asıyor. Ölümünden sonra delil yetersizliğinden dosya kapanıyor.

İtalya’da kulüpler gay futbolculara göstermelik kadın buluyor

Sporda eşcinsellik araştırmaları yapan kültür antropolojisi uzmanı Tatjana Eggeling, futbolculara gay olduğunu açıklamalarını hiç tavsiye etmiyor. Çünkü, gay adam gerçek bir erkek olarak görülmüyor ve futbol cemaati henüz, eşcinsellikle oyunun sert doğasını bağdaştıracak olgunluğa erişemedi. Gay olduğunu açıklayan futbolcunun takımdan kesilmesi işten değil. Bu nedenle birçok iyi futbolcu, kimliğinin önemli bölümünü gizlemek zorunda kalıyor. Gay oyuncuların çoğu, gerçeği örtmek için kadınlarla geziyor, hatta kimileri evleniyor. Eggeling’in iddiasına göre İtalya’da bazı kulüpler, kamuoyu önünde birlikte görünsünler diye gay oyuncularına birer dam temin ediyor. Bu oyunculara gay cemaatiyle temas yasaklanıyor. Peki kadın futbolu? Genel kanı zaten kadın topçuların tamamının lezbiyen olduğu şeklinde. Gerçek birer kadın gibi görülmedikleri için eşcinsel olup olmadıkları tartışılmıyor bile. Ancak Eggeling’e göre kadın futbolcular arasında hem heterolar, hem de gay’ler var.

Hayır, Guti kız kardeşini öpüyormuş

İspanyol tabloid gazetesi Cuore, Real Madrid’li Guti’nin, sokakta bir erkekle öpüşürken çekilmiş fotoğrafını yayınlayınca ülke medyası, "Guti eşcinsel mi?" tartışmasıyla çalkalanmaya başladı. Guti, TV sunucusu Arancha de Benito ile evli ve iki çocuğu var. Guti’nin eşi bu olay üzerine, sekiz yıllık evliliğine ara verme kararı aldığını açıkladı. Ardından Guti’nin menajeri Zoran Vekiç, El Pais gazetesine konuştu ve futbolcunun öptüğü kişinin kız kardeşi olduğunu, kardeşi hamile olduğu için de sevinçten dudağına öpücük kondurduğunu söyledi.
Yazının Devamını Oku