25 Ağustos 2007
Biz genelde opera haberleri vermeyiz. Ama operada bir haber konusu varsa ondan da iyi anlarız. Mesela opera sanatçıları sahnede ansızın altın ziynet reklamı yaparsa, o manşet olur. Tenorların yuhalanması da seksidir. Hele Roberto Alagna gibi ıslıklanmaya kızıp sahneyi terk edenler olursa. Bayreuth Festivali’nde, Wagner’in, "Bayreuth Hilton" lakaplı torun-torunu yuhalanınca o da haber olur. Ancak yuhalanma vakaları artarsa, sıkar, haber olmaktan çıkar. Mesela Bayreuth’ta baktık ki, seyirci her gece yuhalıyor, sıkıldık. Ama işte o yuhalanmalar opera alemini fena halde strese sokmuş durumda. Alman tenor Endrik Wottrich, bir Alman gazetesine operacıların iç dünyasında kopan fırtınaları anlattı: "Menajer ve sponsorların baskısı yüzünden bisikletçiler gibi biz de doping yapıyoruz. Sesimizi organ değil, makine zannediyorlar. Betabloker, kortizon, alkol alıyoruz." Wottrich, ilginç bir iddia da atıyor ortaya: "Salonlarda özel yuh çekiciler var, bunların bir kısmı da gazeteci." Acaba haber çıksın diye mi yapıyorlar?
Tanrım, çelik konstrüksiyon dekor önünde, gri tayyörlü kadınlar arasında deri pardesüyle şarkı söyleyen Othello’yu yuhalamayı ne kadar çok isterdim. Ama biz operayı ulvi bir görevi yerine getirir gibi seyrettiğimiz için o zulme katlandım. Sinir bozucu derecede geometrik atmosferi uslu uslu seyrettik İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde.
Ama, her seyirci o kadar uslu değil işte. Mesela Almanya’da yönetmenler dahil, opera sanatçılarını yuhalamak neredeyse temsil rutini haline gelmiş durumda. Özellikle de klasik eserlerin modernlik adına deforme edildiği hallerde. O deformasyon ve yuh çekmelerin en álá örnekleri temmuz sonu-ağustos başında Bayreuth Festivali’nde yaşandı.
Almanya’nın Bayreuth kentinde, Richard Wagner tarafından kurulan efsanevi Festspielhaus’ta her yıl düzenlenen festival, müthiş prestijlidir. Orada temsil izlemek için mühim bir kişi olmanız gerekir. On yıllık bilet bekleme listeleri filan vardır.
TORUN WAGNER ISLIKLANDI
Bu yılki açılışta Wagner’in tek opera komedisi Nürnbergli Şarkıcılar Loncası’nı, bestecinin torununun torunu olan 29 yaşındaki Katharina Wagner sahneye koymuştu. Giyimi kuşamı nedeniyle tabloid basının "Bayreuth Hilton" yakıştırmasını yaptığı Wagner, eserin üçüncü perdesinde sahneye üstsüz dansçılar çıkarınca büyük ıslık aldı. Üstelik dedesi Wagner rolündeki figür de donla dans ediyordu. Gelenekçi seyirci bu kadar modernliğe katlanamadı.
Sonra Wagner’in Parsifal’ini sahneye koyan Christoph Schlingensief’e geldi sıra. O da eseri modernleştireyim derken ucube gösterisine çevirdiği için seyirci ortalığı yuh sesleriyle yıktı. Eserin ana karakterlerinden Gurnemanz, kılığı kıyafetiyle bir destan kahramanı olmaktan çok Fred Çakmaktaş’a benziyordu. Basın öyle yazdı.
Bitmedi. Wagner’in Der Ring des Nibelungen dörtlemesinin son bölümü olan Tanrıların Alacakaranlığı’nı sahneye koyan Alman oyun yazarı Tankred Dorst da ıslıklandı. Onun kabahati de epik destanı, müşterilerin canını kurtarmak için kaçıştığı otel yangınına çevirmesiydi. Basın öyle yazdı.
OPERA DÜNYASI HASTA
Die Walküre’de Siegmund rolündeki Endrik Wottrich’in hastalanıp sahneye çıkmaması da basında eleştiri ve protesto konusu oldu. Alman tenor Wottrich, Katharina Wagner’in sevgilisi. Alman gazeteleri, aslında kariyerinin sonuna gelmiş bulunan Wottrich’in rolü torpille aldığını, sonra da yıldız kaprisi yaptığını yazıp çizmeye başladılar. Kimileri de "O aslında tenor değil, şarkıcı" diye yazdı. Sonunda Wottrich patladı ve Frankfurter Allgemeine Zeitung’a konuştu.
"Sadece ben değil, bütün opera dünyası hasta" diye başlayıp, opera sanatçılarının kendilerini makine gibi gören menajer ve sponsorların baskısı yüzünden depresyona girdiğini anlatıyor Wottrich. Korkularını yenmek için betabloker aldıklarını, bazı tenorların seslerini yüksekte tutabilmek için kortizon kullandığını, beklentileri karşılayamama korkusu yüzünden alkol dahil her türlü araca başvurduklarını söylüyor. Aynı Fransa Bisiklet Turu’nda doping yapıp, skandallara yol açan sporcular gibi.
OPERA FAHİŞELİĞİ
Tenora göre sponsorlar, operacı sesinin, hastalanması pekala mümkün bir organ olduğunu anlamıyor. Milyonlarca dolarlık reklam anlaşmaları yapan opera sanatçıları da, bir falso yüzünden bu payeye layık olamamaktan korkuyor.
Birkaç yıl içinde milyonlar kırılacağını bilen menajerler, sanatçılar için öyle 30 yıllık kariyer planları yapmıyor. Wottrich’e göre, kısa sürede mümkün olduğunca çok para istifleme hedefi de fahişelikten başka bir şey değil.
Mesela bu ay Salzburg Festivali’nde Anna Netrebko, Rolando Villazon, Neil Shicoff ve Elina Garanca gibi büyük opera sanatçıları da hastalanıp sahneye çıkmadı. Her biri reklam ikonu haline gelen bu isimler, operada yeni bir kapris dönemini mi başlatıyordu? Wottrich’e göre onların tamamında, sahnede tek bir yanlış ses yüzünden yuhalanma korkusu vardı.
Salzburg’da sahneye çıkmadığı için sahtekarlıkla suçlanan Rus soprano Netrebko, aslında larenjit olmuştu. Tek bir yanlış tonda Salzburg’un kendisine mezar olacağını biliyordu. O zaman üç yıllık reklam anlaşması yaptığı Chopard ile ilişkisi sıkıntıya girebilirdi. Meksikalı tenor Villazon da depresyona girmişti.
Wottrich, basının yuhalama vakalarında parmağı olduğunu da iddia ediyor. Mesela bir gazete bu yılki bir temsilde Wottrich’in sürekli yuhalandığını yazıyor. Oysa ses kayıtları böyle bir olay olmadığını ortaya koyuyor. Ancak haber başka gazetelere de sirayet ederek yayılıyor. Bu yılki bir Walküre temsilinde salonda özel yuh çekiciler bulunduğunu anlatıyor Wottrich. Bunlardan bir kaçını ismen bildiğini ve aralarında gazeteciler de bulunduğunu söylüyor.
Basının opera sanatçılarına saygısız yaklaşımını da eleştiriyor. Mesela zamanın en büyük tenorlarından Villazon için "Operanın Mr.Bean"i yakıştırması yapılmasını... "Benin onun gibi sesim olsa, sırf bu yakıştırma yapıldığı için kendimi vururdum. Ama kaşları fazla gür ve komik biri olduğu için muhteşem sesiyle kimse ilgilenmiyor" diyor.
Dış görünümünde sopranoların dramı daha derin. Bulgar mezzo-soprano Vesselina Kasarova, reklam ve sponsorluk anlaşmaları yüzünden operanın bir çeşit yamyamlıkla kendini yok etmeye başladığını, bu düzenle başa çıkabilmek için sürekli ilaç kullanıp estetik olmak zorunda kaldıklarını söylüyor.
Galiba operanın trajedisi burada. Modernliğe katlanamayan muhafazakar bir seyirci var. Geri kalanlar ise pop havasında.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2007
Bizim siyasetçiler hálá evrimin bıyık aşamasında ama, bazı dünya liderlerinin vücut kıllarından bile kurtulduğuna dair işaretler var. Kuvvetle muhtemeldir ki, Putin göğsüne ya ağda yaptırıyor ya da son bir yıldır moda olan özel tıraş aletleriyle yok ediyor tüyleri. Üstsüz fotoğrafları öyle diyor. Erkekler arasında böyle bir trend var zaten. Neden siyasi liderler de uymasın. New York Times Magazine’de elektrikli tıraş aleti teknolojisiyle ile ilgili bir yazı okuyorum. Philips Norelco’nun ürettiği "Bodygroom" erkekleri tepeden tırnağa, istenmeyen (!) tüylerinden kurtarıyormuş. Ağdanın
acısına, normal tıraş bıçaklarının yarattığı kesik tehlikelerine meydan vermeden.
İnsandan beş dakika önce doğmuş hissi verdiği için o resmi sayfaya koymayı tercih etmiyoruz. Burt Reynolds’un, doğal trikolu göründüğü sereserpe pozunu kastediyorum.
Hadi açık söyleyeyim, meşhur kıllı resmini kastediyorum.
O resim artık tarih oldu, erkekler hızla kaymak kıvamına geçiyor. Göğüsler, sırtlar ağdalanıyor, tıraşlanıyor. Bu konuda çok sağlam veriler var.
Siyasilerin aynı trende uyduğu yönünde işaretler de var.
Geçen hafta, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Yenisey ırmağında balık tutarken çekilmiş üstsüz fotoğraflarına bakıyorum. Eh, eski KGB ajanı ve judoda siyah kuşak sahibi 54 yaşında bir adamın vücudu bu kadar olur diyorum. Çok sağlam, sıkı duruyor Putin. Komando pantolonu ve postallarıyla yabanıl ortamda macera adamı görüntüsü veriyor. Marlboro ve Camel reklamlarındaki adamlar gibi ama, sigara yok. Aslında biraz Taras Bulba havası da var. Gövdenin tüysüzlüğü tabii ki dikkatimi çekiyor ama, doğal olduğunu düşünüyorum.
Sonra Die Welt gazetesinde, Rusların bu görüntüden ne kadar etkilendiği konusundaki yazıyı okurken şu sözler dikkatimi çekiyor: "Putin’in muhtemelen tıraş edilmiş gövdesiÖ"
Evet olabilir, çünkü binlerce erkek yapıyor.
KONUŞMAKTAN UTANIYORLARPutin’in resimlerini görmeden önce New York Times Magazine’deki bir yazıya takılmıştım. Buna göre, erkekler yaygın bir şekilde vücutlarını tüysüzleştirme operasyonuna girişmişti. Ancak iki sorun vardı. Birincisi bu işlem için uygun bıçak teknolojisi mevcut değildi, ikincisi erkekler bu eksikliği ifade etmekten biraz utanıyordu.
İşte piyasadaki bu talebi ve açığı fark eden Philips Norelco, bir yıl kadar önce yüz dışındaki bölgelerde kullanılmak üzere "Bodygroom"u geliştirmişti. Şimdi, hızla büyüyen bu sektörde dört rakip yarışıyor. Geçen yıl ABD’de vücut tüylerinden kurtulmaya yarayan 250 bin adet cihaz satılmış. Bu perakende rakamına Wal-Mart mağazalarında satılanlar dahil değil.
Son Babalar Günü’nde de satışlar yüzde 50 artmış.
Philips Norelco ürünü çıkarmadan önce yaptığı piyasa araştırmasında şunu tespit ediyor: 20-50 yaş arasındaki müşterilerin yarısından fazlası vücut bakımı yapıyor, ancak mevcut seçenekler onları memnun etmiyor. Mesela ağda canlarını yakıyor, makas ve tıraş bıçağı ise özellikle vücudun belli hassas bölgelerinde tehlikeli bulunuyor. Ancak erkekler bu konuları konuşmaktan utandığı için üretici cephesi, derin ihtiyaç açığını fark edemiyor.
SHAVEEVERYWHERE.COMİyi, hoş ürünü yapıyorsun da, bir de bunu tanıtmak lazım tabii. İşlem de yanakları pembeleştirici cinsten olduğu için Philips değişik bir pazarlama yöntemi deniyor. Her yerinizi tıraş edin anlamına gelen "ShaveEverywhere.com" web sitesinde yapıyor reklamını. Ciddi görünümlü, ancak zarif yapılı bornozlu bir erkek çıkıyor, koltuk altı, sırt ve göğüs kıllarına karşı Bodygroom kullanmanın ne kadar faydalı olduğunu anlatıyor.
Reklam esprili. Adamın yanındaki beyaz alanda iki adet kivi göründüğünde, sesi bipleniyor. Hassas bölgeler sansürlü ama, bip şifresini kırmak mümkün. Böyle bir reklamı televizyon ortamına sürmek imkansız, ancak internette büyük sükse yapıyor, hit oluyor.
Mail zincirlerinde dolaşan, radyo şovlarına espri konusu olan reklamın satışlarda ne kadar etkili olduğunu tespit etmenin yolu yok. Ancak Philips Norelco’ya göre aleti alanların yüzde 60’ı ürünün varlığını web sitesinden öğrenmiş. Yani reklam başarılı olmuş, çünkü vücudu tıraşlama bahsinde çok rahat görünen bornozlu adam empati yaratmış.
Yani burada esas olan ürünün kendisi değil, pazarlama yöntemi. Vücudun belirli bölgeleri için "özel" üretilmiş alet konsepti.
Tabii ben işin aslını bilmiyorum ama, New York Times Magazine’e göre vücut tıraş aletleri teknolojik yenilik olmaktan çok, bildiğimiz elektrikli tıraş makinelerinin varyasyonları. Neticede o aletler de yıllardır, "boyundan aşağıda da kullanılabilir" ibaresiyle satılıyor ama, hiçbiri böyle pazarlanmıyordu.
Peki acaba vücut tıraşlama erkeklerin bireysel tercihi mi? Bu işte kadınların payı yok mu? Var elbette. Philips onun araştırmasını da yapmış. Güney Afrika’da. Çıkan sonuç şu; kadınlar, erkeklerin tüysüz olmasını tercih ediyormuş. Kadınların sadece yüzde 12’si erkeğin kıllısını severim demiş. Yani bu sonuca göre fazla tüylü erkeklerin fazla şansı yok. Zaten aynı araştırmanın erkekler cephesinde de yüzde 50’lik bir grup, bir şekilde vücudundaki tüylerden kurtulmaya çalıştığını, bunu da kadınları etkilemek için yaptığını söylemiş. Bu arada vücudunun fazla ormansı göründüğünü itiraf eden erkeklerin oranı da yüzde 85.
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2007
Bana mı öyle geliyor, yoksa bizim siyasetimiz biraz aseksüel mi? Hayır, seks skandallarından değil, dozunda seksten söz ediyorum. Mesela Fransa’daki gibi. Sarkozy’nin iki yıl önce karısı tarafından aldatılması sıkı bir skandaldı ama, Cecilia’yı geri kazanmasında romantizm ve seksapel vardı. Şimdi ABD’de seçim kampanyası da böyle yürüyor. Hem de muhafazakar Cumhuriyetçilerin cephesinde cinselliğin dozu daha da yüksek. En parlak aday adayı Giuliani tantanalı bir şekilde karısından boşanmıştı, şimdi genç karısıyla dudak dudağa pozlar veriyor. Diğerlerinin eşleri derin dekoltelerle dolaşıyor. Demokrat cephede Hillary’nin dekoltesi tartışılıyor. O da bozulmuş gibi yapıp, göğüs çatalı üzerinden bağış artırmaya çalışıyor. Los Angeles’taki vaka da çarpıcı. Evli belediye başkanının TV sunucusuyla ilişkisi sarsıcı bir şekilde ortaya çıkıyor. Hem başkanın, hem de sunucunun çalıştığı kanalın reytingi artıyor. Seks iyi satıyor da, olan sunucuya oluyor.
Geçen yıl bugünlerde ortalık Ali Kırca’nın seks kasediyle çalkalanıyordu. Kovuldu, meslek hayatı bitti palavralarından sonra izinden döndüğü gün atv ana haber bülteni reytinglerde birinciliğe yükseliyordu.
Şimdi Amerika’da da benzer bir olay yaşanıyor. Geçen ay, Los Angeles Belediye Başkanı Antonio Villaraigosa’nın, İspanyolca yayın yapan Telemundo kanalının haber sunucusu Mirthala Salinas ile ilişkisi ortaya çıkınca, kanalın reytingi aniden yükseliyor. Geleceğin valisi gözüyle bakılan başkanın popülaritesi de öyle.
Aslında ilişkinin kendisinden çok ortaya çıkış biçimi skandalvari. Çünkü, Villaraigosa’nın 20 yıllık karısından ayrılacağı haberini ekranda okuyan kişi sevgilisi Mirthala Salinas. Haber patlayınca, kanal soruşturma açıyor ve sonunda Salinas’ın davranışını etik kurallara aykırı bulduğu için tazminatsız işten atıyor.
Reyting rakamlarına göre skandalın patladığı gün akşam haberlerini izleyenlerin sayısı 200 bin kadar artıyor. Hatta İspanyolca bilmeyenler bile meraktan o kanalı izliyor. Salinas’ın işten atıldığı güne kadar da kanalın reytingi tavan vaziyette kalıyor.
Tabii gazete ve internet siteleri de olayı iyice salçalayıp, merakı körüklüyor. Gazeteler Ricky Martin’in şarkısına gönderme yaparak "Villaraigosa is living La Vida Loca" diye başlıklar atıyor. Yani başkanın çılgın yaşamı anlamında. Sonra, eyalet meclis başkanından senatörlere, Mirthala Salinas’ın yattığı diğer politikacıların isimleri ortaya dökülmeye başlıyor.
Villaraigosa, muhtemelen 2010’da valilik seçimlerinde adaylığını koyacak. Karısını aldattığı için haksız rekabete uğraması söz konusu değil. Çünkü muhtemel rakibi, şimdiki San Francisco Belediye Başkanı Gavin Newsom da kampanya danışmanının karısıyla yattığını itiraf etmiş bulunuyor.
Los Angeles’ta heyecan uyandıran aşk üçgeni, Demokrat Parti’nin başkan aday adayı Hillary Clinton’ı da yakından ilgilendiriyor. Hayır, kendisi de kocası tarafından defalarca aldatıldığı için değil. Villaraigosa İspanyol kökenli seçmen arasında çok sevilen, parlak bir isim, Demokrat Parti’nin Latin yıldızı. Hillary de kampanyasında onun cazibesinden yararlanıyor. Villaraigosa, Hillary’nin kampanyasında rol alıyor.
Peki Hillary, aşk skandalından zarar görür mü, ya da Villaraigosa ile arasına mesafe koyar mı? Siyasi analizciler buna pek ihtimal vermiyor. Çünkü Hillary bir seri aldatıcı ile evli, yani kampanya ortağının ihanetini sorgulayacak hali yok.
SERİ ALDATICILAR
Ayrıca karısını aldatan, boşanan, sonra başka kadınlarla evlenen siyasetçiler kesinlikle puan kaybetmiyor. En çarpıcı örnek de New York’un eski Belediye Başkanı Rudy Giuliani. Belki de bu alanda paradigmaları kıran adam o. Şimdi Cumhuriyetçi Parti’nin başkan aday adayları arasında bir numara.
Ya geçmişteki numaraları? Adam, St.Patrick gününde sevgilisi Judith ile birlikte önce yürüyüşe katılıyor, sonra basın toplantısı düzenleyip gizli ilişkisini afişe ediyor. Karısı, aldatıldığını o toplantıdan öğreniyor.
Şimdi Giuliani üçüncü karısı Judith ile birlikte Harper’s Bazaar dergisine Hollywood pozları veriyor.
Cumhuriyetçi Parti’nin diğer aday adayları da Giuliani’den geri kalmıyor. Senatör John McCain 1979 yılında evliyken 25 yaşındaki eski bir ponpon kızla ilişkiye giriyor. Üstelik kendisi Vietnam’da savaş esiriyken karısı tek başına üç çocuğa bakmış bir kadın. Buna rağmen McCain karısından boşanıp sevgilisi Nancy ile evleniyor ve yeni karısının ailesinden aldığı parayla politikaya atılıyor.
Diğer aday adayı, eski aktör ve eski senatör Fred Thompson’un kendisinden 24 yaş küçük karısı Jeri Kehn, yanında kızı gibi duruyor. Kadın öyle bir kırmızı halı dekolteleriyle dolaşıyor ki, Washington şok geçiriyor; medyada "Acaba zamanında striptizci miydi?" diye yorumlar yapılıyor.
McCain’in kendisinden 18 yaş küçük karısı da Fox televizyonuna evini açıyor, aynı zamanda dekoltesini de iyice açarak. Hem de şaşırtıcı derecede ağır bir makyajla.
Bu arada yaş uçurumu rekoru Demokrat aday adayı Dennis J.Kucinich’in elinde, karısından 31 yaş büyük.
BENDE HÁLÁ İŞ VAR
Seks ve politika seçmen için iyi yeni bir şey değil, ancak bu sefer "Bir first lady ne kadar seksi olabilir, başkan adaylarıyla eşleri ne kadar cinsel yakınlık sergileyebilir?" soruları hasıl oluyor. Yaşı geçkin erkek adaylar, acaba seksi görünümlü eşleriyle "Bende hálá iş var" mesajı mı veriyor?
Geçmişin deneyleri, bu sorunun çok hayati olduğunu gösteriyor. 1992’deki seçim kampanyasında danışmanları Baba George Bush’a, "Barbara’ya karşı biraz sevgi gösterisinde bulun" diye taktik veriyor. O ise buna yanaşmıyor ve seçimi, karısını aldattığını itiraf eden Bill Clinton kazanıyor.
Şimdi Demokrat cephede seksapel daha zayıf. Adaylık için Hillary ile kapışma halinde olan Senatör Barack Obama, karısı Michelle ile dergi kapaklarına mazbut karı-koca pozları veriyor. Ancak bikinili kızın görüntüsüyle internette dolaşan "Obama’ya vuruldum" şarkı klibi, Obama’yı bir anda seks sembolü haline getiriyor.
Seksapel yarışında en şanssız politikacı tabii ki Hillary. First lady’lik günlerinde, kocasıyla sahilde mayolu vaziyette dans ederken fotoğrafları çekildiği için kimse Hillary’nin endamına yabancı değil. Ama, geçenlerde gayet usturuplu görünen bir dekolte yüzünden kıyamet koptu. Washington Post’taki moda yazısına göre o göğüs çatalıyla cinselliği vurgulama çabası uygunsuzdu. Bu yazı üzerine Hillary’nin danışmanı Ann Lewis, hemen bağış toplama amaçlı bir e-mail yazıp yüzlerce adrese postaladı. Lewis şöyle diyordu:
"Kafasının içindeki fikirler yerine bir kadının vücuduna odaklanmak küçük düşürücü ve bayağı bir davranıştır. Washington Post’un Hillary’nin göğüs çatalı hakkında 746 kelimelik yazı yayınlaması olacak iş mi? Bir yayın organının insanların uzuvlarıyla uğraşması ayıptır. Bu tür bayağılıklara karşı tavır alın."
Yani kampanyamıza para bağışlayın.
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2007
Bugün Milano’da ve İrlanda’nın muhtelif şehirlerinde kadınlar arası büyük arbedeler yaşanabilir. Çünkü son günlerin moda bombası "I’m not a plastic bag" çantaları o iki adreste bugün satışa çıkıyor. New York ve Londra’da kadınlar bu çanta için geceden yağmur altında kuyruğa girdi. Tayvan ve Hong Kong’da çanta kuyruğunda kavga çıkınca olaylara polis müdahale etti, izdihamda yaralananlar oldu. Çin ve Endonezya’da kadınlar kapışmasın diye çantanın piyasaya çıkışı durduruldu. İngiliz tasarımcı Anya Hindmarch’ın bu alışveriş çantalarını icat etmesinde maksat, çevre bilinci yaratmak. Ucube plastik poşetlerin yerini alsınlar diye. Pazarlama taktiği de çok dahiyane. Bir kere "sınırlı üretim" lafı kadınları fena halde kışkırtıyor. Keira Knightley ve Scarlett Johansson da o çantaları kullanınca provokatif atmosfer iyice kızışıyor. Ama belki de sakil torbaları yeryüzünden silmenin yolu budur. Düşünün sadece Çin’de bir günde 2 milyar plastik poşet tüketiliyor.
Ajans haberinde "Tayvanlı kadınlar tasarım çanta kuyruğunda birbirine girdi" başlığını görünce, tamam dedim görgüsüzler yine Prada kuyruğunda kapıştı. Asya’da adet öyle. Tokyo’da Louis Vuitton, Gucci mağazası filan açıldığı zaman kadınlar önce geceden kuyruğa giriyor, sabah saatlerinde kepenkler açılınca da çığlık çığlığa, saç saça baş başa birbirlerine giriyorlar.
Ama hayır, bu seferki öyle değil. 1800 dolarlık sınırlı üretim Prada’lar yüzünden değil, bildiğimiz bezden pazar çantası yüzünden kapışmışlar.
İngiliz tasarımcı Anya Hindmarch’ın kanvastan ürettiği alışveriş çantasının fiyatı topu topu 15 dolar, üzerinde kocaman "I’m not a plastic bag" yazıyor. "Ben plastik torba değilim" diye meydan okuyor. Ancak asıl meydan okuma çantanın sınırlı üretim olmasında ve şöhretlerin de o çantayı kullanmasında. Reese Witherspoon, Keira Knightley ve Scarlett Johansson’un o çantayla görüntülenmesinde.
Yılbaşında Londra’da piyasaya çıkıp bir gecede moda fenomeni olan çantalar, New York’ta da kapışılıyor. Şu anda Anya Hindmarch’ın web sitesinde "ABD’de sınırlı sayıdaki stoklarımız tükenmiştir" diye bir not var. Moda şuuru olan her kadını çıldırtacak bir not.
Asyalı kadınlarda da fazlasıyla moda şuuru bulunduğundan ve onlar daha Ninja tabiatlı olduğu için 15 dolarlık tasarım çantalar uğruna müthiş cenk sahneleri yaşandı. Tayvanlı kadınlar mağaza önlerinde birbirini ezdi ve 30 kişi yaralanarak hastanelik oldu.
Çanta bu ay başında Hong Kong’daki Harvey Nichols’ta satışa çıktığında yeni bir Tayvan vakası patlamasından endişe ediliyordu. Nitekim geceden mağaza önünde toplanan iki bin kadar kadın arasında sabah saatlerinde itiş kakış başlayınca kapılar açılmadı. Mağaza yönetimi içeride kaos çıkmasın diye, ön siparişlerle stok tükendi deyip kalabalığı dağıtması için polis çağırdı. "Kapıları açın" diye bağıran öfkeli kadınlar, çantalarını ileri bir tarihte almaları için ellerine birer fiş tutuşturularak güçlükle dağıtıldı.
Hong Kong’taki öfke iyice ders olunca Endonezya’nın başkenti Cakarta’da çantanın piyasaya çıkışı durduruldu.
Singapur’da binlerce kişi bekleme listesinde. Ancak çantalar geldiğinde sadece ilk 200 kişi çağrılarak siparişleri teslim edilecek. Gizli teslimat sayesinde izdiham önlenmiş olacak. Krem rengindeki çantanın gri versiyonu satılacak orada.
ASLI DA KORSANI DA ÇİN’DE ÜRETİLİYOR
Kadın dalaşı korkusundan çanta Pekin’de de piyasaya çıkamıyor. İşin ironik yanı, bu çantalar Çin’de üretiliyor. Anya Hindmarch’ın sitesinde "Çantalar, Çin’de tamamen etik kurallar çerçevesinde, işçilere asgari ücretin iki katı ödenerek imal edilmiştir" notu var.
Çin’de üretilen çantaların korsanları da tabii ki Çin’de üretiliyor ve gerçekleri ile birlikte sahteleri de eBay’de normalin kat kat üstünde fiyatlara satılıyor.
Pekin’de henüz satışa çıkmamış kaç adet orijinal çanta bulunduğu konusunda müthiş bir spekülasyon havası hakim. Medyada farklı rakamlar telaffuz ediliyor. Dağıtımcı firma ise şehirde sadece 1300 çanta bulunduğunu ve satış için uygun bir strateji arayışı içinde olduklarını açıklıyor.
Çantanın Çin’deki yasal üretimi etik olabilir, ancak satışında bazı etik ihlalleri yok değil. Mesela yer yer, plastik poşete konularak satıldığı haberleri var.
GÜRÜLTÜ ÇIKSIN DİYE SINIRLI SAYIDA
Oysa çantanın varlık nedeni çevre dostu olması. Maksat plastik poşet kullanımının sona erdirilmesi. Fikir, "We Are What We Do" adlı çevreci eylem grubuna ait. Bu grup yararına çantayı üreten Anya Hindmarch, modanın insanları değişime zorlamak için bir platform olduğunu, 15 dolarlık bir ürünle bilinç yarattığını söylüyor. Daha fazla gürültü çıksın diye de çantaları sınırlı ürettiğini açıkça itiraf ediyor.
Eğer ilan edilen satış programı uygulanırsa, o gürültü bugün de Milano’daki Corso Como mağazasıyla İrlanda’nın dört kentindeki Brown Thomas mağazalarında çıkacak.
ABD’nin poşetlerine 12 milyon varil petrol gidiyor
Plastiğin doğada imha olması en az bin yıl sürüyor ki, bu süreçte doğal yaşamı öldürüyor, suları zehirliyor. Plastik poşetin üretim süreci de çok israflı. Mesela ABD’de bir yılda kullanılan 30 milyar poşetin üretimi için 12 milyon varil petrol tüketiliyor. Kağıt poşetler de plastiğin alternatifi değil. ABD’de bir yılda kullanılan 10 milyar kağıt poşet ve kesekağıdı, 14 milyon ağaca mal oluyor. Yani alışverişe kendi çantanla gitmen gerekiyor.
Son yıllarda birçok perakende zinciri, müşterilerini plastik poşetlerden uzak tutmak için bunları parayla satmaya başladı. Alışverişte organik malzeme kullanımı için yasal önlemler de alınıyor. San Francisco’da bu yıl sonundan itibaren market zinciri ve eczanelerin "biodegradable" (doğada canlı organizmalar tarafından parçalanan organik malzeme özelliği) olmayan poşetle satış yapmaları yasak. Londra belediyesi de bu yönde hazırlık yapıyor.
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2007
Spor malzemeleri ile lüks modanın yolları giderek kesişiyor. Chanel, Hermes spor eşyalarında da aynı Nike ve Adidas gibi marka oluyor, Stella McCartney Adidas’a koleksiyon hazırlıyor, Alexander McQueen Puma’ya 800 dolarlık spor ayakkabısı tasarlıyor. Michael Jordan’ın Nike ayakkabılarına adını verdiği o ikonik, ancak teknik dönem sona eriyor. Yıllar önce saha ve kortlardan sokaklara geçiş yapan spor giyim-kuşamı artık yüksek moda ikonu oluyor. Madonna’lar, Cameron Diaz’lar Puma’larla dolaşıyor. Ve Fransız lüks tüketim devi PPR, geçen hafta, dünyanın üç numaralı spor malzemeleri üreticisi Puma’nın çoğunluk hissesini ele geçiriyor. Böylelikle Puma, Gucci ve YSL ile aynı çatı altına girmiş oluyor.
Marlene Dietrich ile Greta Garbo o erkeksi kıyafetlerinin altına düpedüz spor ayakkabı çektiklerinde görenler inanamamıştı.
İlk kez 1896 Atina Olimpiyatları sırasında tasarlanmıştı o ayakkabılar. Şöhretler tarafından sokakta giyildiği de pek görülmemişti. 1930’lu 40’lı yıllarda belli ölçüde saygınlık kazansalar da, spor pabuçlar şöhretlerin ayağına göre değildi.
Bu yüzden, Dietrich ve Garbo’dan 30 yıl kadar sonra bile, Mick Jagger’ın düğününde spor ayakkabısı giymesi olay olmuştu.
1980’lerde NBA yıldızı Michael Jordan’ın Nike’ın o müthiş reklam hamlesine ortak olmasıyla birlikte spor ayakkabıları ikon haline geldi, ancak teknik detaylar da ön plandaydı. Böylece çocukluğumuzun lastik ayakkabıları en sofistike biçimleriyle spor alanlarından çıkıp sokakları iyice fethettiler.
Lacoste ve Le Coq Sportif gibi markalar da, spor malzemelerinin sokaklara taşması üzerine koleksiyonlarını genişleterek gündelik yaşama ayak uydurmaya başladılar.
Şimdi ise artık başka bir fetih dönemini yaşıyoruz. Artık Air Jordan dönemindeki gibi aerodinamik değil, stil konuşuyor.
Alman markası Puma’nın geçen hafta yüzde 62.1’lik çoğunluk hissesiyle Fransız PPR’ın eline geçmesi de işte bu stil döneminin ürünü.
Yüksek moda ile spor malzemelerinin yolu ilk kez 10 yıl önce kesişmişti. Aristokrat Fransız tasarımcı Jean-Charles de Castelbajac, dağcılık ve kış sporu malzemeleri üreten Rossignol için koleksiyon hazırladığında spor ile tasarımın yolları birleşmişti. Sonra Japon modacı Yohji Yamamoto da Adidas ürünlerine imzasını attı.
Şimdi ise Adidas koleksiyonlarında Stella McCartney’in imzası var. Sözleşmeye göre İngiliz tasarımcı ile Adidas’ın beraberliği 2010 yılına kadar devam edecek.
Bu trend, büyük haute couture markalarını da spor malzemelerine yönlendiriyor. Örneğin Chanel, tenis ayakkabısı ve ski üretiyor, Dior golf piyasasına giriyor, Hermes de binicilere hitap etmeye başlıyor.
KERESTECİLİKTEN LÜKS SPORA
Puma, spor malzemelerinin bir numarası değil, ancak ikonik alanda en çok onun markası parlıyor. Madonna ve Cameron Diaz gibi şöhretler o iri kedili marka ile görününce Puma salgını yayılıyor. İşte bu trendden cesaretle firma, İngiliz tasarımcı Alexander McQueen’e ayakkabı siparişi veriyor. O da piyasada 800 dolara satılacak bir çift Puma tasarlıyor.
15 yıl önce iflasın eşiğinden dönen Puma, öyle ışıltılı bir marka haline geliyor ki, Fransız PPR (Pinault-Printemps-Redoute) Puma’yı da lüks zincirine katmaya karar veriyor. Nisan ayında Alman markasının yüzde 27.1’ini alan PPR, çoğunluk hisseyi ele geçirmek için birim başına 455 dolarlık teklifte bulunuyor. Böylece pazarlık geçen hafta nihayetleniyor, şirketin değeri 7.3 milyar dolara çıkıyor ve toplam yüzde 62.1’lik hissesi de PPR’ın oluyor.
Puma’yı lüks zincirine katmaya karar veren PPR’ın başkanı François-Henri Pinault, bu hamlesiyle bir kez daha parlıyor. Pinault, efsanevi Fransız işadamı François Pinault’nun oğlu ve Salma Hayek’in de nişanlısı. Çift şimdi çocuk bekliyor.
Baba Pinault’nun, 1963 yılında kerestecilikle başlayıp ardından mobilya zinciri kurması, Fnac’ı ve Printemps’ı satın alması, ilaç pazarına girmesiyle genişleyen imparatorluğu, 1999 yılında yeni bir dönemece girmişti. O tarihte PPR zorlu bir savaştan sonra Gucci Grubu’nun yüzde 42’sini 7.2 milyar dolara satın alarak lüks piyasasına adım atmıştı. YSL, Balenciaga, Alexander McQueen ve Stella McCartney markalarını da içeren grubu almak için mobilya ve elektronik işini elden çıkarmıştı.
Şimdi ise Puma, Gucci ve YSL gibi parlak markalarla aynı çatı altına giriyor. Aslında Puma’nın spor ayakkabıları şimdi bile, Gucci’nin lüks ürünleri kadar yüksek bir kár marjı getiriyor.
Yine de Puma, PPR için sadece bir prestij meselesi. Çünkü pahalı malların satışı PPR’ın cirosunun sadece yüzde 20’sini oluşturuyor. Esas kazanç, ucuz mobilya zinciri Conforama, Fnac ile Afrika’daki otomobil ve ilaç işinden geliyor.
Avrupa piyasasında spor eşyalarının satış hacmi geçen yıl 7.8 milyar dolara ulaşmıştı. Bakalım PPR bünyesindeki Puma bu pastadan ne kadar pay alacak.
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2007
Her türlü küresel sorunun içindeyiz ama, bu tartışma bizi zerrece ilgilendirmiyor. Çünkü kaz ciğeri ezmesiyle pek bir hukukumuz bulunmuyor. Ancak yine de kazların, foie gras, yani yağlı ciğerleri uğruna mezalime uğrayıp zorla beslenmesi, artık küresel bir sorun oluşturuyor. Hayvan hakları savunucuları bastırıyor, foie gras Avrupa'nın çeşitli ülkeleri ve ABD'de bazı kentlerde yasaklanıyor. Kaliforniya'da "hayvanların gırtlağından zorla tek lokma geçirilmemesini" öngören yasa, 2012'de yürürlüğe giriyor. Bir tek Fransa, milli hazinesi olduğu için foie gras yasağını asla tartışmıyor. Endüstriyi kurtarmak için yeni zorla besleme cihazları icat ediliyor, yeni öğün taktikleri geliştiriliyor. Bazı üreticiler, "biz hayvanları zorla beslemeden yağlı ciğer elde ediyoruz" diyor. Ancak ne rakipleri, ne de gastronomi şefleri, bu iddiayı yutuyor. Şimdi bütün kaz çiftlikleri, hayvan severlerin şerrine uğramadan nasıl etik foie gras üretilir formülünün peşinde koşuyor.
New York'ta bir lokantada yemek yiyorsunuz ve aniden camın önünde, küreselleşme karşıtı gösterilerde görülen tarzda gençler beliriyor. Ellerinde bir takım resimler var. Boyunları zorba bir el tarafından kavranmış, boğazlarından aşağı çelik tüpler daldırılmış kazların resimleri.
Resimleri içeride yemek yiyenlere gösterenler, In Defence of Animals (IDA) adlı grubun üyeleri. Kaz ciğeri ezmesi yiyen gafilleri bilinçlendirmeye çalışıyorlar.
ABD, dünyanın en büyük foie gras üreticisi değil. Yılda yaklaşık 19 bin tonluk üretimle Fransa birinci, 1920 tonla Macaristan ikinci, 1500 tonla Bulgaristan üçüncü. Sonra ABD geliyor ki, yıllık üretim topu topu 340 ton. Ancak bu kadarı bile hayvan hakları savunucuları için çok fazla. Çünkü o ezmeler, karaciğerlerini yağlandırmak için hayvanları zorla beslemek suretiyle elde ediliyor.
Baskılar sonucu Şikago, geçen yıl kaz ciğeri ezmesi satışını yasaklıyor. Kaliforniya ise çok daha önce harekete geçiyor ve 2004 yılında hayvanların zorla beslenmesi yasaklanıyor. Daha doğrusu 2012 yılında yürürlüğe girmek üzere bir yasa kabul ediliyor. Üreticiler o tarihe kadar hayvanı zorlamadan ciğerini yağlandırmanın yolunu bulursa ne álá. Aksi takdirde çiftlikler başka kaz projeleri icat etmek zorunda.
MACAR MODELİ
İşte bu meydan okuma nedeniyle ABD ve Avrupa'daki üreticiler yeniliklerin peşine düşüyor. Kimisi Macar bir çiftçinin geliştirdiği, hayvanın canını daha az yakan plastik besleme tüpünden edinip, Macaristanlı kümes hayvanları uzmanı Dr. Ferenc Bogenfürst'ün besleme programını uyguluyor, kimisi de İspanyollar'ın zorlamasız besleme modelinin esrarını çözmeye çalışıyor.
Bogenfürst'ün programında, kazların zorla beslendiği süre 15 güne, günlük eziyet de bir öğüne iniyor. Fransız yönteminde ise kazlar belirli dönemlerde aç bırakılıp midelerinde yer açılıyor.
Aslında foie gras üreticilerinin, sığır, koyun ya da domuz yetiştiricileri gibi hem etik yollar bulması, hem de şefleri memnun etmesi o kadar kolay değil. Çünkü karaciğeri yağlandırma işi, eski Mısırlılar'dan beri aynı şekilde, hayvanları hayatlarının son 21 gününde zorla besleyerek yapılıyor.
Muhaliflere göre bu yöntem hayvanlara büyük eziyet çektiriyor, foie gras savunucuları ise "Göç öncesi bol miktarda yolluk aldıkları için bu kuşların yemek borusu esnektir, canları yanmaz" diyor.
Bazı üreticiler, kazların göç öncesindeki oburca tıkınma döneminden yararlanıyor. Kaz ciğeri pate üreten Pateria de Sousa adlı İspanyol firması, hayvanları zorla semirtmeden imalat yaptığını iddia ediyor. Hatta bu icatla Paris'te yemek fuarında ödül bile kazanıyor.
İSPANYOL PALAVRASI MI
İspanya'nın Extremadura bölgesindeki yetiştirme alanında serbest bırakılan kazlar göç öncesinde bol bol ot, meşe palamudu ve incirle besleniyor, sonra akabinde kesiliyor. Böylece her hayvandan 450-500 gramlık karaciğer elde ediliyor. Fransa'da geçerli yasaya göre, bir karaciğerin foie gras sayılması için ördeklerde 300 gram, kazlarda ise 400 gram olması gerekiyor.
Pateria de Sousa'nın uyguladığı bu serbest tıkınma yöntemi sektörde hayli kuşkuyla karşılanıyor. Fransız Ulusal Tarım Araştırma Enstitüsü 2002 yılından beri bu yönteme dayalı deneyler yaptığı halde yasaya uygun ağırlıkta karaciğer çıkaramıyor. Kaz ve ördeklerin beslenmesi bir süre engellendikten sonra göç zamanı hayvanlar, kendi kendilerine semirsinler diye içgüdülerinin akışına bırakılıyor. Bu yolla karaciğerlerin aldığı boyut, normalin ancak iki ya da üç katını buluyor, foie gras olarak pazarlanabilecek ürün çıkmıyor. Böylece Fransızlar, İspanyollar'ın palavra sıktığını düşünüyor.
Buna karşılık İspanyollar, "Bizim Extremadura'nın çayırları farklıdır, tamamen doğal bir ortamdır. Ayrıca biz hayvanlarımızı tamamen özgür bıraktık" diyor.
Avrupa Birliği raporlarına göre foie gras elde etmek üzere yetiştirilen ördeklerin yüzde 4.2'si, kazların ise yüzde 5.3'ü, kesimden önce ölüyor. Amerikan Tarım Bakanlığı'nın tespitlerine göre ise Macar usulüyle kesime giden hayvanlarda fire olmuyor.
Yani bu yol en azından daha sağlıklı görünüyor. Ancak Amerikan İnsaniyet Vakfı'na göre hayvanın kesimden önce ölmemesi, kaz ya da ördeğin iradesi dışında aşırı beslendiği gerçeğini değiştirmiyor. Kazlar acı çekmese de, zorla beslemeye karşı çıkacakları belli.
Sorunu çözmek için geriye bir tek yol kalıyor: Kaz ciğeri ezmesi sevenlerin bu keyiften vazgeçmesi.
Belki şu bulgu vazgeçmelerine yardımcı olabilir: Tennesse Üniversitesi araştırmalarına göre foie gras, yani yağlı karaciğerlerin içerdiği anormal proteinler alzheimer hastalığına yol açabilir.
Deney farelerinde öyle olmuş.
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2007
Küresel ısınmanın yeni marifeti tırtıl istilaları. ABD’de, İngiltere’de haddinden fazla çoğalıp ormanları istila eden tırtılların tüyleri yüzünden alerji vakalarına rastlıyor.
Geçenlerde Tunceli’nin Ovacık ilçesini de tırtıllar bastı ve meyve ağaçlarını talan ettiler. Bu iklim değişikliği felaketi bize biraz farklı yansıdı. Tırtılların Tunceli’ye İsrail uçakları tarafından atıldığı şeklinde komplo teorileri dolaşıyor ortalıkta.
Kaderin ağlarını yavaş yavaş ördüğü o felaket filmlerinden birinin sekanslarını seyredermiş gibi hissediyorum yine kendimi.
Bu seferki sekans tırtıllarla ilgili.
Önce ajanslardan, haddinden fazla çoğalan tırtıllarla ilgili haberler düşüyor. İngiltere ve ABD’de tırtıl istilası yüzünden alerjik reaksiyon vakalarına rastlanıyor, itlaf harekatı için alarm veriliyor.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2007
Cecilia Sarkozy’nin maceralarını Fransız ve İngiliz gazetecilerin bloglarından izleyin. Prosper Merimee hikayesi okur gibi olursunuz. Aman o ne asi ruh, o ne kor bakışlar, ne yakıcı, dikbaşlı duruşlar. Aldatan ve fakat küstah kadın! "Esrarengiz" first lady, görevlerini yerine getirecek mi, kocasının yanında uslu uslu oturacak mı diye merak ediyorlar şimdi. Oysa Fransa bu görevi asla umursamayan first lady’lere çok alışık. Madam Danielle Mitterrand, bu anlamda Cecilia’nın üstadı olurdu. Yakından aşina olduğumuz siyasal içerikli maceralarıyla kocasının dışişlerine torpil üzerine torpil attığı gibi Elysee’deki devlet yemeklerine katılmak için para istediği bile olmuştu. Gerilla romantizmi içinde geçen bir Latin Amerika turu sırasında, Paris’teki kocası acil prostat ameliyatına alındığında geri dönmeye gerek duymamıştı. Şimdi kimse esas asi madamın adını anmıyor. Acaba, maceralarında seks-avantür tadı eksik olduğu için mi?
İnsan hiç, kocası Fransa cumhurbaşkanı olarak yemin ederken Prada elbise giyer mi?
Giyer. Cecilia Sarkozy giydi ve o gün bugündür fildişi rengi zarif saten elbise, hani neredeyse başkaldırışın simgelerinden biri haline geldi. Hanım hanımcık bir Chanel ya da Dior yerine, ince endamını ortaya çıkaran 1.965 dolarlık bir İtalyan robunu tercih etmesi bir meydan okuma olarak yorumlandı.
Yakın geçmişte de "Bir damla Fransız kanı taşımadığım için gurur duyuyorum" demişti zaten.
Cecilia’nın şahsında bağımsız ve küstah bir kadın kahraman figürü yaratılmasının nedeni biraz da hanımefendinin kökeni. Maceraperest Beyaz Rus bir babayla İspanyol annenin çocuğu olarak Cecilia Maria Sara Isabel Ciganer-Albeniz adıyla Paris’te dünyaya gelmesi.
Yine tören sırasında Sarkozy, karısının yanağındaki gözyaşını şefkatle hafifçe silmişti de, "Cecilia bu hareket yüzünden kendisini çok küçük düşmüş hissetti" demişti gazeteciler. Yani o kadar vakur bir kadındı, topluluk içinde şefkat gösterisinden hiç hazzetmemişti.
O okşayışın fotoğrafına bakınca, Cecilia hiç de öyle görünmüyor ya, neyse.
Fransız gazetecilerin şu ana kadar halen çözemediği esrar şu: Madam Sarkozy seçimin ikinci tur oylamasında neredeydi? Chirac’ın karısı Bernadette bile son mitingde Sarkozy’ye eşlik etmiş, ancak Cecilia ortalarda görünmemiş, oy kullanmamıştı. Nerede olduğuna ilişkin hiçbir ipucu yoktu. İşte bu gizem, Cecilia’nın first lady olarak görevini yerine getirip getirmeyeceği konusunda sorulara yol açtı.
İki yıl önce Richard Attias’la birlikte New York’ta kendini bir maceranın akışına kaptıran Cecilia Sarkozy, kocasının yalvarmaları üzerine 10 ay sonra geri dönmüştü. O dönemdeki dedikodulara göre Cecilia, kocasının ilgisizliği ve flörtleri yüzünden çekip gitmişti. Sarkozy de karısını kıskandırmak için gazeteci Anne Fulda ile ilişkiye girmişti.
Cecilia geri dönmüştü ama, acaba kalıcı mıydı? O özgür ve isyankar ruh yine kaçıp gitmek ister miydi?
Bir keresinde "Kendimi first lady olarak göremiyorum. Bu iş bana göre değil, çok sıkıcı" dediği de olmuştu.
Sonra Almanya’daki G-8 zirvesinde şöyle bir görünmüş ve kızının doğum gününü bahane ederek geri dönmüştü. Belli ki diğer lider eşleriyle sürü halinde müze-saray-bahçe gezmek avanakça gelmişti Cecilia’ya.
MEDYA HAYRANLIĞI
Liberation gazetesinin siyaset editörü Paul Quinio’ya göre seçim kampanyasının başında gayet aktif rol alan, hatta kocasının varoşlara karşı sert tutumunu yumuşatan Cecilia, sonra ne olduysa aniden bir kopuş yaşamıştı. Ve bu kopuşun nedeni de muhtemelen siyasi değil, kişiseldi.
Quinio, ABC’ye konuşuyor: "Cecilia’nın kendi hayatı var. Kocasının peşinden ayrılmayacak sersem bir kadın değil. O yanak okşama hareketinden nasıl da alındı. Elysee’de ilk kez Cannes’da kırmızı halı tarzı bir şöhret pırıltısıyla karşı karşıyayız."
Bu arada Cecilia, hukuk okumuş bir piyanist, model ve halkla ilişkiler uzmanı.
İngiliz basını da hayranlığı paylaşıyor. Daily Telegraph’ın kadın köşe yazarı Bryony Gordon, "Sarkozy’lerin aşk hikayesi büyüleyici. Adamın, kadını baştan çıkarışı. Ona ulaşmak için önce başka bir kadınla evlenmesi. Cecilia, her erkeğin birlikte olmak isteyeceği bir kadın" diyor.
Nouvel Observateur dergisi de Elysee’deki törenden sonra Cecilia’yı "Fransız usulü Jacqueline Kennedy" ilan etti.
ÖBÜR MADAMIN MANİFESTOSU
Fransa’nın daha önceki birinci hanımefendileri de bu işe çok hevesli kadınlar değildi. Mesela de Gaulle’ün karısı "Yvonne Teyze" gayet sofu bir kadındı ve tek derdi taşrada yaşamaktı. Giscard d’Estaing’in karısı ise "First lady olarak en çok ne yapmak istersiniz?" sorusuna "Asla first lady olmamak" diye yanıt vermişti. Bernadette Chirac ise hayır işleriyle uğraşırken, kocasının kaçamaklarına göz yummayı vazife edinmişti. Ama, "Napolyon, Josephine’i bıraktığı gün her şeyini kaybetti" diye de uyarmıştı Chirac’ı.
Elysee’deki başkaldırı ruhunun esas temsilcisi ise Danielle Mitterrand’dı. Aynı zamanda ketumdu da. Kocası François Mitterrand’ın, metresinden çocuk sahibi olmasının Madam’ın ruhunda nasıl fırtınalar yarattığını bilemeyiz, ancak bu sırrı yıllarca saklamıştı. Kocasının ölümünden sonra, "O François’ydı, baştan çıkarıcıydı. Ben ise onu hiç aldatmadım" diye içini dökmüştü.
Kendisiyle sürekli didiştiğimiz için yakından bildiğimiz üzere Madam militan siyasetin kadınıydı. Der Spiegel’e verdiği röportajda, gençlik yıllarında birlikte siyasete atıldıkları kocası için "O Mitterrandist, ben ise Sosyalistim" diye manifestosunu ortaya koymuştu. Özgürlükler Vakfı’nın kurucusuydu ve oradaki faaliyetleriyle Fransız dışişlerine saç baş yolduruyordu.
GERİLLASEVER KADIN
Militan siyaset lafının hafif kaçtığını biliyorum. Çünkü, Ankara’ya göre Leyla Zana’ya destek veren Madam, "terörün hamisiydi".
Madam sadece Ankara’yı değil, Amerika’yı da çok sinirlendiriyordu. El Salvador gerillalarına, Küba’ya arka çıkması, Reagan yönetimi ile Paris arasında kriz yaratmıştı. Tibet’in ruhani lideri Dalay Lama’ya Nobel Barış Ödülü’nü kazandırtarak Çin’i delirtmişti. Madam’a söz geçiremeyen Fransız Dışişleri, Pekin’den "Ayrılıkçıları destekliyorsunuz" diye protestoları yemişti. Polisario gerillalarını ziyaret ederek de Fas ile Paris’i birbirine düşürmüştü.
Aslında Mitterrand’ın seçildiği ilk günlerde Madam, finolarla çevrili bir first lady görünümündeydi, ancak sonraları Sosyalist kocası siyasetin gereklerini yerine getirirken, Madam da onun "sol vicdanı" olmaya soyunmuştu. "Adamın beni paket gibi yanında taşımasından bıktım. Bundan böyle siyaseten başıma buyruk davranacağım" demişti. Sonunda birbirlerini pek seyrek görmeye başlamış, hatta mektupla haberleşir olmuşlardı. Hatta Madam’ın devlet yemeklerine katılmak için para isterim dediği de rivayet edilmişti.
Madam iki-üç yıl öncesine kadar da káh Meksika ormanlarında Zapatistaların lideri Marcos ile görünüyordu, káh Kuzey Irak’ta Kürt liderlerle.
Şimdi ise medya Madam’ı hiç hatırlamıyor, Cecilia’daki başkaldırı ruhunu konuşuyor.
Cecilia tabii ki çok çekici, ancak mesele güzellikse zamanında Madamı da o minyon hali ve yüz yapısıyla, Leslie Caron’a benzetenler vardı. Madam’ın da önemli bir Kürt şahsiyetle macera yaşadığına dair dedikodular vardı.
Peki o halde Cecilia’yı daha asi kılan nedir?
Acaba esrarengiz havası mı?
Sarkozy ile eşlerini aldatarak başladıkları hikayenin bugün halen seksapel saçarak, aldatmalarla devam etmesi mi?
Yazının Devamını Oku