Ayşe Özek Karasu

95’inde dünyayı gezen kadının oğlu yaşlı mıdır

16 Şubat 2008
Amerikan başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti’nin adayı büyük ihtimalle Senatör John McCain olacak. Ancak parti saflarına göre iki önemli problem var. Bir kere McCain şöyle sıkı bir muhafazakar olarak görülmüyor. Geçen hafta haberlere yansıdı. Sağ kesimin önemli yazarlarına göre McCain fazla liberal. İkinci sorun ise McCain’in yaşlı bulunması. Yaş 72. Zaman, genç liderler zamanı. Ancak McCain, yaşlı olmadığı görüşünde; "Anneme bakın, 95’inde" diyor. Genlerini referans gösteriyor. Roberta McCain, kampanyada ara sıra oğlunun yanında görünüyor, dimdik sırım gibi bir kadın. Ve ikizi Rowena’yla birlikte inanılmaz bir hikayesi var. Arabaya atlayıp Fransa’dan /images/100/0x0/55ea0bf2f018fbb8f866edaeTürkiye’ye, Avrupa’yı dolaşıyorlar. Ürdün çöllerinde macera yaşıyorlar. Fransa’da "Madam çok yaşlısınız, size araç kiralayamayız" denince anında bir BMW satın alacak kadar inatçı bir kadın Roberta McCain. Sonra o BMW’yi gemiye yükletip, Amerika’nın doğu yakasından San Francisco’ya kadar 4 bin 500 km direksiyon sallayacak kadar azimli. Oğlunun senatör olarak temsil ettiği Arizona’da saatte 160 km hızla giderken gözaltına alınacak kadar da cüretkar.

Anneannem 95 yaşında. Ablası Rasime Teyze 97.

Nimet ve Rasime hemşireler oturup sohbet ederken, biri biraz ağırca işittiğinden, diğeri berikinin kulağına kulağına konuşur. Torunlardan, başbakandan, türbandan ve tabii ki eski günlerden konuşurlar. Bir de ömür üzerine konuşurlar. Son zamanlarda sohbetlerine kulak verirken, yeterince yaşlandıklarının farkına varmadıklarından kuşkulanmaya başladık. Aralarındaki diyalog şu:

- "Seneye de yaşlanacağız artık."

- "İster misin bir de çok uzun yaşayalım."

Onlar kendilerini henüz uzun yaşamış saymayabilir ama, devlete göre yeterince yaşamış durumdalar. Geçen yıl sonu Rasime Teyze maaşını almak için Ziraat Bankası’na gittiğinde "artık ölmüş bulunduğunu" öğreniyor. Maaş yok. Hesabı bloke olduğundan kira gelirini de alamıyor. Hani şu rahmetli annesinin kılığına girip emekli maaşı alanlara karşı tedbir olsun diye, Rasime Teyze’yi "öldürmüşler". Ankara’lara gidiliyor, yeniden nüfus kaydı yaptırılıyor.

Amerikalı Roberta ve Rowena hanımların inanılmaz hikayesini okurken, bizim hemşireleri düşünüyorum. Yaş aynı, hayat serüvenleri farklı. Ama iyimserlik aynı. Roberta ve Rowena hanımlar da hálá bir gelecekleri olduğunu düşünüyor. 95 yaşa rağmen. Biri pasaportunu henüz uzatmış. On yıllığına. Çünkü daha çok gezecekler.

Roberta McCain, Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adaylığına koşan Arizona Senatörü John McCain’in annesi, ikizi Rowena da dolayısıyla teyzesi. Kızlar daha küçük yaşta, babaları Archibald Wright’ın seyahat merakı sayesinde Mojave Çölü’nden Superior Gölü’ne gezip görmedik yer bırakmıyorlar. Aile seyahat bahsinde öyle ısrarlı ki, çocuk sayısı beşi bulunca, aynı araca sığmadıklarından ikiye bölünüp öyle yolculuk yapıyorlar. Yarısı tren, yarısı otomobille.

Böylece Roberta ve Rowena yolculuk yapmaya fena halde alışıyor. Sonra Roberta, donanma subayı John Sidney McCain Jr. ile evleniyor, Rowena ise önce bir sanayici ile, o ölünce de bir bankacı ile.

Roberta McCain yolculuğa düşkün ya, Cenova senin Barcelona benim, bahriyeli kocasının demir alacağı limanlara uçup asker gemisini bekliyor.

Evlilikler, çocuklar onları farklı kentlere, yaşamlara savursa da Roberta ve Rowena yolculuk ve maceraya devam ediyor. Hem de hiç plan yapmadan. Üç ay boyunca arabayla Avrupa’yı dolaşıp Frankfurt’a geldikten sonra ani bir kararla binlerce kilometre ötede Ortadoğu’da buluyorlar kendilerini. Gecenin karanlığında köhne bir otobüsün içindeki tek turistler olarak Ürdün çöllerinde yol alırken, korkmak hiç akıllarına gelmiyor. Tıklım tıkış bir feribotun içinde Macao’ya giderken de hiç rahatsız olmuyorlar.

İKİZLER TAYLAND’DA

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kıt kanaat seyahat eden ikizler, mönülerdeki en ucuz yiyeceklerle, çoğunlukla da yumurta çeşitleriyle idare ediyorlar.

McCain’in amiralliğe terfi etmesi üzerine daha rahat gezmeye başlıyorlar. Amiral McCain, Avrupa’daki ABD Donanma Kuvvetleri’nin komutanlığını yaparken Londra’da oturuluyor. Sonra 1970’te Vietnam Savaşı sırasında Amiral McCain, Pasifik’teki ABD Donanma Kuvvetleri’nin komutanı oluyor. İkinci kocasından ayrılan Rowena Willis, Honolulu’ya onların yanına taşınıyor. Amiral, gemisiyle hangi limana gitse, ikizler de orada alıyor soluğu. Kamboçya’dan Laos’a, Japonya’ya.

Bangkok’ta İngilizce yayınlanan gazetelerin cemiyet sayfalarına "İkizler Tayland’da" diye manşetler atılıyor. Balo ve davetlere bayıldıklarından, Asya sosyetesi onları yakından tanıyor. Roberta McCain, eski tanıdıkları anlatırken, "Madam Çankay Şek çok tatlı bir kadındı, çok yanlış tanındı" diyor.

Şimdinin senatörü ve başkan aday adayı John McCain, Vietnam’da savaş pilotu. Uçağı düşürülüyor ve Kuzey Vietnam’da altı yıl esir tutuluyor. McCain ailesinin savaşa inancı tam, normal hayatlarına devam ediyorlar. Yolculuk dahil.

1972 yılında Amiral McCain emekliye ayrıldıktan sonra ikizler, ilkbahar ve sonbaharda üçer ay olmak üzere yılda iki kez seyahate çıkıyor. Roberta McCain, üç ay geçtikten sonra evini özlediğini anlatıyor.

1981’de amiralin ölümünün ardından yolculuklar, çoğunlukla arabayla ve hesaplı, tutumlu bir şekilde devam ediyor. Konaklama ile ilgili temel kriterleri şu; sıcak su ve ışık olsun yeter. Roberta McCain, "Ben oteli keşfe çıkmıyorum, orada uyumaya gidiyorum. Şilte saman dolgulu olsa da fark etmez" diyor. Rezervasyon yaptırmaya da gerek duymuyorlar. Bir otelde yer yoksa, altlarında araba başka otellere bakıyorlar. Yıllardır süren yolculuklar Fransa’dan Yunanistan’a, ya da Macaristan’dan Türkiye’ye kadar uzanıyor. Yaşları hiç engel olmuyor, ancak başkaları engel çıkarabiliyor. Mesela yasal engel. Roberta McCain iki yıl önce uçağa atlayıp Fransa’ya gidiyor. Araba kiralayacak. "Maalesef madam, yaşınız müsait değil" diyorlar. İnat bu ya, hemen bir BMW satın alıyor. Amerika’ya dönüş yolculuğunu da o arabayla yapıyor. Biniyor gemiye, memleketin doğu kıyısında iniyor, ta San Francisco’ya kadar 4 bin 500 km araba sürüyor ve BMW’yi büyük yeğenine hediye ediyor.

İkizler önümüzdeki bahar günlerinde yine Avrupa’da olacaklar. Roberta McCain, "Pasaportumu yenilettim, 10 yıllığına" diyor. "İyimserlik diye buna derim işte" diye de ekliyor.

ARİZONA’DA GÖZALTI

Roberta McCain-Rowena Willis ikizlerinin röportajı geçen aralık ayında New York Times’ta yayınlandı. Güle söyleye maceralarını anlattılar. Ama her şeyi değil. Senatör McCain bir kampanya konuşmasında aile sırrını açıkladı: "Üç yıl evvel kuzey Arizona’da, hem de benden habersiz, saatte 112 mil (168 km) hız yaparken gözaltına alındığını hatırlatmamdan hiç hazzetmiyor annem."

McCain’in bu sırrı açmaktaki maksadı, annesinin sabıkalarını sayıp dökmekten çok, ne fırlama, ne dayanıklı genlere sahip olduğunu anlatmaktı. Demokrat Parti’nin aday adayı Barack Obama’nın henüz 46’sında olduğu düşünülürse, 72’lik McCain’in yaşı tabii ki dezavantaj gibi görünüyor. Bu da Cumhuriyetçi Parti saflarında huzursuzluk yaratıyor. Çünkü bugüne kadar Beyaz Saray’a giden en yaşlı başkan olan Ronald Reagan bile seçildiği tarihte 70’indeydi.

Ama, McCain umursamıyor; "Kampanyada yaşla ilgili bir sorunuz varsa, cevabı daima genlerim olacaktır" diyor.
Yazının Devamını Oku

Mortgage mahsulü çocuklar elde kaldıKöpekler de kriz kurbanı

9 Şubat 2008
Amerikan mortgage baharında güzel güzel evler alındı, köpekler kediler edinildi, çocuk yapıldı. Sonra kriz geldi, evler terkedildi, köpekler kediler sığınaklara gönderildi, çocuklar da elde kaldı. 2006 yılının doğum rakamları, son 35 yılın en büyük bebek patlamasını gösteriyor. Sosyal bilimciler tartışıyor: Acaba bu patlama, konut kredilerindeki cazibenin ürünü mü? Eğer öyleyse çocuklar mecburi mortgage hediyesi. Şimdi apartman daireleri onlara açık ama ev hayvanlarına kapalı. Bu yüzden kedinin, köpeğin binlercesi sığınaklara bırakıldı. Bu iyi haber. Kötü haber ise şu; icra yoluyla satışa çıkarılan evlerde terkedilen ve açlıktan ölen köpekler var.

Bazı uluslar yoklukta da varlıkta da üremeyi başarır. Ekonomik durgunluk, piyasada canlanma, ev küçük ya da büyük fark etmez. Her şart altında mahsul verildiği için sosyal bilimcilerin üreme trendleriyle ilgili yeni keşiflerde bulunması gerekmez.

Bazı ülkelerde ise ekonomik göstergelerle doğum oranı arasında doğrudan bağlantı vardır.

Mesela şimdi Amerika’daki sosyal bilimciler, son 10 yılda ılıman mortgage ikliminin bebek patlamasına yol açıp açmadığını tartışıyor. Bebek patlaması olduğu kesin de, bunun nedeni cazip konut kredileri mi, o tartışılıyor. Peşinen söylemek gerekirse, kimse böyle bir neden-sonuç ilişkisinden emin değil.

Geçenlerde açıklanan demografik verilere göre 2006, son 35 yılın en yüksek doğum oranına sahne oldu. Ülke nüfusunun korunabilmesi için teorik olarak her kadının ömrü boyunca doğurması gereken çocuk sayısı 2.1. İşte 35 yıldır ilk kez bu rakama ulaşıldı. Demografi uzmanları, bu anlık bir patlama mı, yoksa devamı gelecek bir eğilim mi, henüz bilmiyor. Patlamanın nedenleri de henüz belirsiz. Araştırmaya, tahminlere, yeni keşiflere açık. Ekonomik göstergelerin yanı sıra, yeni göçmenlerin karakteristiği, inanç sistemlerindeki kaymalar ya da kürtaj imkanlarının sınırlı oluşu gibi faktörler bu patlamada rol oynamış olabilir.

Nufüs raporunda ilginç ayrıntılar var. Mesela, Hispaniklerin doğum oranı, beyaz ve siyahlara göre daha fazla. Meksikalı göçmen kadınların çocuk ortalaması 2.96. Oysa Meksika’daki ortalama 2.4. Yani üremede, göçle gelen belirli bir rahatlama var.

Rapor, inançla ilgili bilgi içermiyor. Bununla birlikte, son dönemlerde Evanjelik Kilisesi’ndeki büyümeye karşılık, Protestan cemaatindeki daralma da doğumları artırmış olabilir.

Ancak şu anda sosyal bilimcilerin en çok üzerinde durduğu faktör, barınma ile üreme arasındaki ilişki.

Eldeki veriler şöyle:

1- 2006’daki bebek patlaması, rekor sayıda ev alınmasından sonra meydana geldi.

2- Konut sıkıntısının olduğu geçmiş dönemlerde, doğurganlık oranı düşmüştü. Mesela 1930’ların buhran yıllarında genç çiftler ya evliliği erteliyor, ya da az çocuk sahibi oluyordu. Başka gelişmiş ülkelerde de benzer eğilim var. İtalya’da konut sıkıntısı olduğu için daha az çocuk dünyaya geliyor. ABD’de ise evler görece daha geniş ve sayıca fazla olduğu için Amerikalılar daha fazla çocuk sahibi oluyor.

Nüfus uzmanları ise barınmayı, üreme üzerinde etkili faktörlerden sadece biri olarak görüyor. Bu nedenle de diğer faktörlerden ayrılması ve kesin teşhise varılması zorlaşıyor.

Mesela gelir iyimserliği, çocuk yapmak için önemli bir ruh hali. Barınma maliyeti düştüğü zaman, çocuk bakımının maliyeti de düşük görünüyor. Ancak bir çocuk büyütmenin maliyetini hesapladığınız takdirde, bunun sadece üçte birinin barınma gideri olduğu görülüyor. Yani rasyonel hesap yapan birinin, ucuza ev aldım diye çocuk yapmaması gerekiyor.

Ekonomistlerin ise barınmanın üremeyi nasıl artırdığı konusunda başka bir fikri var. Amerikalılar 1960’lardan bu yana giderek daha büyük evler inşa etmeye başladı. Bu banliyö evleri kadınlar için bir tür doğum teşviki oldu. Çünkü kent merkezinde işe gidiş-geliş masrafı, astarı yüzünden pahalıya getirecekti. Bu nedenle kadınlar evde oturup çocuk büyütmeyi tercih ettiler.

AĞIR VE ACILI ÖLÜM

İşte şimdi emlak piyasasındaki krizle birlikte birçok aile banliyö evlerini terkediyor, küçük evlere, apartman dairelerine çıkıyor. O apartman daireleri, mortgage baharının mahsulü (eğer öyleyseler) çocukları tabii ki kabul ediyor. Ancak apartmanların yüzde 98’inde, özellikle iri köpeklere yer yok. İpotekli evler icra yoluyla satışa çıkarılırken köpekler, kediler sığınaklara veriliyor. Durgunluk beklentisi çok yoğun olduğu için herkes hesabını biliyor, veterinere, mamaya bütçe ayıramayacağı için kimse sığınaklardan hayvan evlat edinmiyor.

Hayvan koruma dernekleri, otoyol kenarlarında, açık arazilerde köpekler bulunduğunu, ev kedilerinin ormanlarda yaban kedilerinin arasına karıştığını söylüyor. Terkedilen evlere giren emlak müfettişleri, ağaçlara bağlanmış köpeklerle, garajlara kapatılmış kedi, kaplumbağa ve tavşanlarla, çocuk odalarında kertenkelelerle karşılaşıyor.

En kötüsü, sığınaklara verilmeyip evlerde bırakılan köpeklerin başına geliyor. Onlar ağır ve acılı bir ölüme terkediliyor. Yardım görevlileri, boş evlerde ölüm döşeğinde pitbullar, labradorlar buluyor. Kemik torbasına dönmüş, parazitlenmiş, açlıktan kendi derisini yiyen köpeklere rastlanıyor. Onlar derhal uyutuluyor.

Yardım kuruluşları, ekonomik durgunlukla birlikte, hayvanlar açısından daha kötü günlerin de geleceği görüşünde. Sadece mortgage krizi yüzünden de değil. Kedisini veterinere götürecek benzini olmayanlar yüzünden.

Üstelik Amerika’da kediyi, köpeği terketmenin bir bedeli de var. Mesela Kaliforniya’da evcil hayvanı terkedenler 500 dolar para cezası veya altı aya kadar hapis cezasına, ya da her ikisine birden çarptırılıyor. Delaware eyaletinde ise ceza 5 bin dolar ve 5 yıla kadar çıkıyor. İşte bu sayede o eyalette, evlerde açlıktan ölen köpeklere rastlanmıyor.
Yazının Devamını Oku

Joker öldü ama kimse gülmüyor

2 Şubat 2008
Brokeback Dağı’nın yönetmeni Ang Lee’ye göre o genç Marlon’du. Tamam, Heath Ledger henüz Marlon değildi ama Marlon Brando gibi, yaşarken efsaneleşme potansiyeli taşıyordu. O ise kısa yolu tercih etti. Gitti, öldü. Genç göçen ikonlar arasına yerleşti. James Dean, Jim Morrison, Kurt Cobain gibi. 1926 yılında Rudolph Valentino 31 yaşında öldüğünde 50 bin kişi sokağa dökülmüştü. Şimdi 28’inde ölen Ledger’in cenazesinin mahrem tutulmasının da etkisiyle sokaklara dökülüp yas tutan, ağlayan hayranlar yok. Ama, memleketi Avustralya’da, internette derin bir matem yaşanıyor. Zamansız genç ölüm sarsıyor, insanların canını acıtıyor. Güzel ve yetenekli bir insanın yok oluşu dünyayı anlamsız kılıyor. Bloglarda onun anısına yüzlerce sayfa yazıldı, adı on binlerce kez arandı, bitirdiği son filmi Batman’in fragmanı Youtube’da 7 milyon kez izlendi. James Dean ölümünden sonra iki kez Oscar’a aday gösterilmişti. Ledger için de bu ihtimal var. Önümüzdeki yaz Batman vizyona giriyor, Ledger "Joker" rolünde. Jack Nicholson’un Joker’inin tabutuna çivi çakacak cinsten dehşetli bir oyun çıkardığı söyleniyor.

Bir erkeğin başka bir erkeğe aşık olabileceğine o sahnede inandım. Brokeback Dağı’nın aşık kovboyu Ennis del Mar’ın sevgilisinin gömleğine sarılıp, kokusunu içine çektiği sahnede. Ve ağladım.

Bazı homofobikler hikayenin gerçekçi olmadığını söyledi, ama o filmde kurgunun kendi realitesi aşk kokuyordu. Brokeback Dağı’ndaki Heath Ledger, aşık bir erkekti. Başka bir erkeğe aşık bir erkek. O hazin hikayeyi inandırıcı kılan Jake Gyllenhaal’dan çok Ledger’in oyunuydu. Bu da Brokeback Dağı’nı "gay kovboy" filmi değil, bir aşk filmi yapıyordu.

Şimdi Heath Ledger’in ölümüyle birlikte herkes, Gyllenhaal’dan o aşk ve sadakatin karşılığını bekliyor. Sarsıcı ölümün ardından Amerikan, İngiliz ve Avustralya medyasında çıkan yüzlerce absürd haberin bir halkası bu Gyllenhaal meselesi. Kurgu ile gerçekliğin gülünç derecede birbirine karıştığı bir vaka.

Gyllenhaal, Ledger’in kızı Matilda’nın vaftiz babası. Ölümü takip eden saatlerde gazetelerin web siteleri, bloglar şöyle yazıyor: "Ledger’in ayrıldığı nişanlısı Michelle Williams yıkılmış durumda. Film çekimi için bulunduğu İsveç’ten kızıyla birlikte dönüyor. Matilda daha iki yaşında babasız kaldı. Şimdi vaftiz babası Gyllenhaal onun yanına koşacak, artık ömrü boyunca ona göz kulak olacak."

İki gün sonra Gyllenhaal, sevgilisi Reese Witherspoon ve onun çocuklarıyla paparazziler tarafından bir parkta görüntülenince bloglarda kıyamet kopuyor. Çünkü herkes magazin basını sayesinde vaftiz babanın olaya el koyacağına inanmış durumda. Gyllenhaal’ın, "büyük aşkı" için yas tutup tutmadığına, Brokeback Dağı hatıralarına ihanet edip etmediğine dair inanılmaz tartışmalar yaşanıyor, iki "arkadaşın" arasına giren Reese’in kahpeliğine kadar varıyor münakaşa. Kimileri daha makul (!); erkeklerin başka bir erkeği severken kadınlarla da beraber olabileceğini söyleyerek ortalığı yatıştırmaya çalışıyor.

ÖLÜMLE ALAY ETMEK

Ölümü takip eden saatlerde asılsız haberlerin yanı sıra kalpsiz ve hoyrat yorumlar yayılıyor. Fox News’un homofobik ve ırkçı sunucusu John Gibson, Ledger’in ölümüyle alay ediyor. Radyo programını cenaze müziğiyle açıp, Ledger’in Brokeback Dağı’ndaki sözlerini veriyor banttan: "I wish I knew how to quit you - Senden nasıl kopacağımı keşke bilebilseydim..." Gülerek ekliyor Gibson, "İşte sonunda nasıl kopacağını buldu..."

Gay düşmanlığıyla tanınan Westboro Baptist Kilisesi de "Heath ebedi cezasını çekmek üzere cehennemi boyladı" diye açıklama yapıyor. Aktörün cenaze töreninde protesto gösterisi yapacağını ilan ediyor.

Amerikan gazete ve webloglarında bir başka çılgınlık da, Olsen ikizlerinden Mary-Kate’in olaya karışmasıyla yaşanıyor. 22 Ocak günü Ledger’i yatak odasında yüzükoyun, çıplak vaziyette bulan masöz, aktörün cep telefonundaki hızlı arama tuşundan Olsen’i arıyor ve yardım istiyor. Çünkü Olsen de müşterisi. Polis kayıtlarına göre masöz Olsen’i dört kez arayarak 15 dakika geçiriyor, ardından 911 acili arıyor.

Medya hemen hikayeyi yazıyor. Ledger ile Olsen’in ilişkisi var. Sonraki haberlerde bunun sadece münferit seksüel içerikli olduğuna kanaat getiriliyor, çünkü ikisini bir arada gören olmamış, ayrıca Ledger’ın Michelle Williams’ı unutamadığına dair işaretler baskın çıkıyor.

Ledger’in ölümünden iki gün sonra Olsen, New York’ta bir bar eğlencesinde görülünce kıyamet kopuyor, erkekler arasında nasıl hayasızca dans edip coşabiliyor diye. Ciddi bir TV kanalı Olsen’den "Oynak bücür" diye söz ediyor.

Ledger’in yanı başında bulunan kıvrılmış 20 dolarlık banknot büyük heyecan yaratıyor. Haber yayılıyor, kokain izi bekleniyor. Banknot temiz çıkıyor. Ledger’in yanı başında altı ayrı reçeteli ilaç bulunuyor. Anksiyeteye karşı ilaçlar, uyku ilaçları. Polis, intihara ihtimal vermiyor, "Kaza sonucu aşırı doz olabilir, evde uyuşturucu yok" diyor.

Tabloid basına göre ise Ledger uyuşturucu ve alkol bağımlısı. Michelle Williams’ın Heath’i uyuşturucu yüzünden evden attığını, çocuğun velayetini tek başına üstlenmek üzere dava açmaya hazırlandığını, aktörün de kızını göremeyeceği korkusuyla bunalıma girdiğini yazıyorlar. Biri, "Michelle, Heath’i rehabilitasyona ikna edemedi. Kızını yanına verirken uyuşturucu testi istiyordu" diyor.

Uğultulu Tepeler’den gelen adıyla Heathcliff Ledger, hep Brokeback’in aşık gay kovboyu olarak anılacak. Ama o Vatansever’deki asker, Kesişen Yollar’daki gardiyan, Günah Yiyici’deki peder, Candy’deki uyuşturucu bağımlısıydı, Casanova’ydı. Eleştirmenlere göre ciddi, gelecek vaat eden bir aktördü.

Bu yaz Batman filmi "The Dark Knight"da onu Joker rolünde izlemek zor olacak. Genç ölüm Warner Bros’un planlarını da altüst etti. Çünkü filmin tanıtımı büyük ölçüde Joker üzerine kurulmuştu. Şimdi stüdyo ölümden çıkar sağlama görüntüsü vermemek için Joker’li afişleri iptal ediyor.

YERE YAPIŞTIRACAK

Jack Nicholson’ın Joker’inden daha karanlık, gaddar ve ürkütücü bir psikopat portresi çıkardığı söyleniyor. Batman’in uşağı Alfred’i oynayan Michael Caine, Ledger’in Joker yorumu için "Bugüne kadar gördüğüm en dehşetli performanstı" diyor. Yönetmen Christopher Nolan, "Heath yaratıcılık patlamaları yaşadı. Dünya Joker’i görünce yere yapışacak" diyor Ledger’ın ölümünden önce.

Şimdi The Imaginarium of Doctor Parnassus filmi de yarıda kaldı. Paradoksal bir durum. Film, ölümsüzlük uğruna şeytanla pakt fantezisi, bir Dr. Faust uyarlaması. Fakat baş aktörü ölüyor. Yönetmen Terry Gilliam filmi tamamlayıp Ledger’e ithaf etmek istiyor. Bir seçenek eldeki görüntülerin yeni sahneler için dijital ortamda yaratılması. Bir ihtimal de Ledger’in girdiği sihirli aynadan Johnny Depp’in çıkması. Ledger’in bittiği yerde Depp... Kim istemez.
Yazının Devamını Oku

Mafya nedençöp sever

26 Ocak 2008
Roberto Saviano 28 yaşında bir Napolili. Mafya düğünlerinde garsonluk yapıp, korsan tekstil atölyelerinde çalıştıktan sonra örgütlü suç şebekesi Camorra’nın hikayesini yazıyor. Kitabın adı Gomorra, İtalya’da bestseller oluyor, 1 milyon satıyor. Ancak Saviano bir yıldır polis korumasında. Çünkü mafyanın öldürme emri var. Saviano’ya göre Camorra mafyası siyasi nüfuzu ve muazzam ekonomik gücüyle Sicilya mafyası Cosa Nostra’dan da beter. Saviano’nun kitabı, Napoli’deki çöp rezaletinin perde arkasını da anlatıyor. Camorra’nın kuzeydeki zenginlerin çöpünü alıp Napoli ve çevresini nasıl pisliğe boğduğunu, mağaraları, volkanik kraterleri, tarım arazilerini nasıl doldurduğunu, toprağı ve suyu nasıl kullanılmaz hale getirdiğini, sonra çöpte boğulan Napoli ve çevresinde kanser vakalarında nasıl artış görüldüğünü... Çöp işinden yılda 1 milyar dolar kazanan Camorra, bu işi uyuşturucudan daha çok seviyor. Ve globalleşiyor da. İtalya’nın kuzeyinden çöp getirmekle yetinmiyor, İsviçre Kızıl Haçı’nın çöpünü bile Napoli’ye döküyor. Ümraniye çöplüğündeki patlamayı hatırlıyor /images/100/0x0/55ea4da5f018fbb8f8770f93musunuz? İşte şimdi aynı tehlike Napoli’de de mevcut. Vezüv’den ötürü patlamalarla da tanışıklığı var Napoli’nin...

Her şey Floransa’daki çöp arıtma tesisinin iflas etmesiyle başlıyor. Floransa’nın bağlı olduğu Toskana bölgesi yönetimi çaresiz kalınca, Camorra mafyası devreye giriyor, krizi çözüyor. Mafyanın formülü çok basit; zenginin çöpünü pahalıya alır, kendi "çöplüğüne" bedavadan dökersin.

Floransa vakasının yaşandığı 1980’lerde bu müthiş kárlı işi keşfediyor Camorra.

Aslında mafya, çöpçülüğü ilk kez İtalya toprakları üzerinde keşfetmiş değil. Mesela New York’ta La Cosa Nostra, 1950’li yıllardan itibaren çöp toplama işini kontrol etmeye başlıyor. Çete elemanları çöp kamyonu şoförlerinin de üye olduğu kamyoncular sendikasına sızıp, hangi şirketlerle çalışacaklarını belirliyor. Böylece mafyaya ait olmayan şirketler sektör dışında kalıyor. Ancak Rudy Giuliani belediye başkanı olunca, çöp sektöründe mafya egemenliğine son veriyor.

Tayvan’da ise mafya, nehir yataklarını kazarak çıkardığı kumu, çakılı inşaat şirketlerine satıyor, sonra da boşalan yatakları topladığı çöp ve molozla dolduruyor.

Mesela Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te de çöp taşımacılığının özelleştirilmesi üzerine örgütlü suç çeteleri hemen işin üzerine çullanmış bulunuyor.

Böyle örnekler çok. Dünyanın her yerinde mafya çöp toplama işini, uyuşturucu, kumar, sahte mal ve kaçak sigara-içki işinden daha çok seviyor, çünkü yöntemler illegal de olsa, faaliyet alanı yasal ve kár oranı yüksek. Çok fazla entrika da gerektirmiyor. Malum sindirme yöntemleriyle ihaleler alınıyor, hepsi o kadar.

YOKSUL CESETLERİ

Napoli merkezli Camorra mafyasının çöp yönetimini ise Saviano’nun kitabından öğreniyoruz. Kitap, "Gomorra: Kan ve Suç İmparatorluğu" adıyla Türkçe’ye de çevrildi.

Yaklaşık 25 yıldır çöp işine egemen olan Camorra, kuzeydeki Toskana ve Umbriya bölgelerinin çöp toplama ihalelerini alıyor. Sonra Avrupa ülkelerine de açılıyor. Büyük şirketlerin yazıcı tonerlerinden, tabakhane artıkları ve ilaç şirketlerinin zehirli atıklarına kadar her türlü çöpü topluyor. Bunları çimento, oto yedek parçaları ve hatta devlet yardımıyla gömülen yoksulların kalıntılarıyla karıştırıyor. Çünkü mezarların 50 yılda bir imha edilmesi gerekiyor.

Sonra Napoli’nin de bağlı olduğu Campania bölgesinde akla gelebilecek her yeri çöple dolduruyor. Mağaralar ve volkanik kraterler dolduktan sonra tarım arazilerine el koymaya başlıyor. Bölgedeki çöp arıtma tesislerinin kapasitesi yetmediği için tarlalar çöplüğe dönüştürülüyor. Tabii yerel çöpü koyacak yer kalmıyor, bunlar yakılıyor ve havaya zehir saçılıyor.

Camorra bu işten yılda 1 milyar dolar kırarken, tıbbi araştırmalar toprağın ve suyun zehirlendiğini, kirliliğin uzun vadeli etkilerinin tahmin bile edilemeyeceğini ortaya koyuyor. Saviano’nun iddiasına göre bu kirlilik sessiz bir salgına yol açıyor, yüzlerce insan zehir soluyarak ölüyor.

Geçen haftalarda çöpler Napoli sokaklarında metrelerce yükselince Romano Prodi hükümeti bölgeye asker gönderip eski bir polis şefini de çöp komutanı olarak atadı ya, işte aynı günlerde genç bir Napolili çift İsviçre’den sığınma hakkı istedi. Çünkü kadın hamileydi ve çocuğunun hayatını kurtarmak istiyordu. İsviçre’nin Blick gazetesinde yayınlanan bu haber ne kadar doğru bilinmiyor.

Peki mafya Napoli ve çevresini çöpe boğarken devlet ne yapıyor? Yakın geçmişe kadar sağcıların iktidarda olduğu Campania bölgesinde siyasiler ile mafya sıkı ilişki içindeydi. Ancak solcular iktidara geldiğinden beri daha beter yolsuzluklar ortaya çıkıyor. Campania’nın komünist başkanı Antonio Bassolino’nun çöp sorununu çözmek için yakın bir dostuna yılda 40 bin Euro ödediği tespit ediliyor. Bassolino, istifa çağrılarını şöyle yanıtlıyor: "Böyle zor zamanda Napoli’yi yüzüstü bırakamam."

ÇÖP KOMUTANI

Roma’daki merkezi hükümete ise AB’den son 10 yıl içinde 1.8 milyar dolarlık çöp öğütme fonu geliyor. Şimdi bu paradan eser yok. Gelen fonun yüzde 20’sinin, çöp sorununa çare bulmak üzere kurulan komisyon üyelerine dağıtıldığı ortaya çıkıyor ki, onlar da soruna zerrece çözüm bulabilmiş değil.

Sonunda iki hafta önce Napoli’nin sabrı taşıyor. Hükümetin biriken çöpe müdahale adına Pianura çöplüğünü yeniden açma girişimi üzerine halk ayaklanıyor, yollara barikatlar kuruyor, polisle çatışıyor. Çünkü o çöplük 12 yıl önce havada ve suda yüksek miktarda zehir bulunduğu için AB’nin zoruyla kapatılmış. "Ölüm üçgeni" diye anılan bölgede kanser vakaları da ülke ortalamasının üzerinde. Ve Pianura bir daha açılmayacak diye oraya milyarlarca dolarlık yatırımla lüks oteller ve golf sahası yapılmış.

Napoli’nin son 14 yıldır devam eden çöp sorunu bu sefer farklı bir seyir izliyor. Kent halkının yanı sıra Avrupa Birliği de Prodi hükümeti üzerinde baskı oluşturuyor. Brüksel, çöp sorunu çözülmediği takdirde İtalya’ya ağır cezalar kesip, başka mali yaptırımlar da uygulayacağı mesajı veriyor. Avrupa Komisyonu, İtalya’yı Adalet Divanı’na götürüp götürmeyeceğine önümüzdeki günlerde karar verecek.

Yani Prodi’nin zamanı dar. Bu nedenle de bütün umudu "çöp komutanı" Gianni de Gennaro. Napoli’deki çöpleri temizlemek için asker gönderip, adalarda ayaklanma yaratmak pahasına Sardunya ve Sicilya’ya çöp sevkeden hükümet, sorunu çözmesi için De Gennaro’ya dört ay süre tanıdı.

Eski polis şefi De Gennaro daha önce mafya ve Kızıl Tugaylar üyelerinin yakalanmasında başarılı olmuş bir isim. Ancak aynı zamanda 2001 yılında Cenova’daki Zenginler Zirvesi sırasında polisin, globalleşme karşıtı göstericilere karşı kaba kuvvete başvurmasından da sorumlu. Yani bir göstericinin ölümüyle sonuçlanan stratejinin mimarı.

Mafya, bağımlıyı eşcinseli ve AIDS’liyi sevmez

Camorra’
yı yakın takibe alabilmek için mafya düğünlerinde garsonluk yapan, Çinlilerin işlettiği yasadışı tekstil atölyesinde ve mafya kontrolündeki inşaatlarda çalışan Roberto Saviano, çok sayıda mahkeme belgesini de incelemiş. Camorra’nın Sicilya’dan Fransa’ya her yere uyuşturucu sattığını, ancak yerel halkın uyuşturucu kullanmasına asla izin vermediğini anlatıyor: "Biri kokain çekerken görülse, babalar kemiklerini kırdırır" diyor. Camorra’daki yatay yapılanmaya bağlı çeteler aynı zamanda ahlakçı da. Aralarında uyuşturucu bağımlısı ya da eşcinsellere yer yok. Bir kenar mahallede kol gezen silahlı bir grubun bağımlıları ve hatta virüs yaymasınlar diye HIV taşıyıcılarını öldürdüğünü anlatıyor Saviano. Bu arada Napoli, Avrupa’nın en fazla cinayet işlenen kenti. Mahkeme kayıtları, Camorra’nın başlıca para aklama adresinin moda endüstrisi olduğunu gösteriyor. Camorra hemen bütün İtalyan giyim markalarını kopyalıyor. Hatta çoğunlukla bu markalar ile sahteleri aynı iplik ve malzemeden, aynı atölyelerde üretiliyor. Hepsi de Camorra’nın kontrolü altında. İtalya’daki üç büyük mafya örgütlenmesinin yıllık cirosu 140 milyar dolar. Uyuşturucu ticareti, kaçakçılık ve kamu inşaat ihalelerinden Camorra’ya düşen pay ise yılda 70 milyar dolar.
Yazının Devamını Oku

Üç işlevli şişme bayan

19 Ocak 2008
Evet, üç işlevli şişme bayan... Kadınlara, "bayan" diye seslenmenin daha ince olduğunu düşünenlere söylüyorum. İnternetteki seks shoplarda şişme bebekler bu isim altında satılıyor. Ayrıca bayan azdırıcı damla, bayan arama motoru, bayan eskort, bayanuyarici.com da var. Şu kadın-bayan çatışması çok tartışıldı ama hálá çözüme kavuşturulamadı. İşte, "bayan cinsiyet belirtmez, bayın karşılığı bayandır, erkeğin karşılığı da kadın, bay voleybol takımı var mı ki, bayan voleybol takımı olsun" diye uzayıp giden tartışma. Ertuğrul Özkök’ün "Size ’bayan’ diyebilir miyim" başlıklı yazısından sonra forumlardaki yorumlara baktım, tartışma aynı kavrayış içinde sürüyor. Kadınlar ısrarlı bir şekilde "bayan"a karşı çıkıyor, özellikle TV’lerde kadınların kendilerinden bayan diye bahsedilmesine ifrit oluyor. Ama bir de zar problemi olan kesim var. Kadın sözcüğünün "zar"sızlığı çağrıştıracağından feci şekilde korkuyorlar. Kocalarının sürekli "kadın, ne zaman yemek yenilecek" cinsinden çıkışlar yapmasından daralan kadınlar da "bayan"a sığınıyor. Ama o tartışmalar arasında şu çözüm formülüne çok nadir rastlıyorum: Hanımefendiler, beyefendiler.../images/100/0x0/55eaec55f018fbb8f89f5b2e

Ben gazeteciliğe "bayan" sözcüğü sayesinde başladım. "Yüzünden" değil "sayesinde" diyorum, çünkü çok iyi oldu. Yıl 1982, 12 Eylül sonrasının iç sıkıcı üniversite ortamı. Ders saatleri dışında kahvede oturuluyor. Hukuk fakültesinden bir grup erkekle tartışma halindeyiz. İçlerinden biri çıkıp "bayan hakları" diyor. Ben derhal kalkıp gidiyorum. Birkaç gün sonra da Nezih Bey’in kapısını çalıp, Dünya Gazetesi’nde işe başlıyorum.

Yanık tost kokusu ve sigara dumanına elveda. Ders biter bitmez Sahaflar Çarşısı’ndan koşarak Cağaloğlu’nda alıyorum soluğu. Ama, gerçekten soluk alıyorum.

Beni gazeteciliğe başlatan o kelime, o gün için sanırım münferit bir hadiseydi. Bir de "Sesu sesu, modern bayanın tutkusu" diye ağda reklamı vardı, hepsi o kadar.

Ama sonra, tam olarak ne zaman, nasıl başladı bilmiyorum, "bayan"lar üzerimize üzerimize gelir oldu. Bayan sporcular, bayan yarışmacılar, bayan vekiller, bayan memurlar, bayan reyonları, bayan iç çamaşırları... "Bütün bayanların Kadınlar Günü’nü kutlarım"lar.

Özellikle televizyonlarda hızla yayılan bir virüs gibi, sabah güllerinden gece bülbüllerine bütün programlarda kadınların "biz bayanlar" diye söze girmesi köşe yazılarına konu oldu. Semantik tartışmalar açıldı. "Bayan sözcüğü, cinsiyet belirtmez, ismin önüne konulur! Kadınlara bayan denilecekse, erkeklere de bay demek gerekir!" şeklinde didaktik yazılar kaleme alındı.

Bunun, kadın cinsiyetini baskılamak isteyen erkek oligarşisinin ürünü olduğunu söyleyen de çıktı, düpedüz magandalık olduğunu söyleyen de. Erkek tahakkümünün kadınları kamusal alanda reddedişi olarak da sunuldu.

Böylece, insanlığın yarısını oluşturan cinsiyeti tanımlayan kadın kelimesi kabalıkla, neredeyse küfürle özdeşleşti.

Ertuğrul Özkök, "Size ’bayan’ diyebilir miyim" yazısında, ki sizi temin ederim, yıllardır yanında çalışıyorum, bir kadından bayan diye bahsettiğini asla duymadım, biz Hürriyet kadınlarının çoğunun bayan kelimesine ne kadar içerlediğini anlatıyor. Muhafazakar kesim hanımı, muhafazakar olmayan kesim de bayanı tercih ediyor.

Ben de bayan tanımlamasından şiddetle nefret ediyorum. İkisinden birini seçmem gerekse, açıkçası "hanım"ı tercih ederim.

CİNSİYET VE CİNSELLİK

Şimdi forumlardaki tartışmalara bakıyorum, satır aralarından şu sonuç çıkıyor: Erkeklerin çoğu ve bazı kadınlar, "kadın" deyince cinsiyet değil cinselliği algılıyor. Bu nedenle, bekáreti de kapsadığı düşünülen "bayan" sözcüğü tercih ediliyor. Yani kadının mahrem cinselliği, gündelik iletişimde kadın ya da erkeğin beyninin bir köşesinde sürekli çöreklenmiş vaziyette. Cinsellikten arındırılmış bir cinsiyet tanımı olamıyor "kadın".

İşte görüşler:

- Birinden bahsedilirken, bayan denmeli. Bana çok güzel bir bayansın denmeli. Kızı tercih ederim ama, kadın demesinler.

- Kadın lafı itici. Evlenmeden kimse kadın demesin bana. Kadın olabilmek için kızlıktan çıkmak gerekir.

- Kocam bana 15 yıldır kadın diye hitap ediyor, kadın demesin de ne derse desin.

- Dışardan bakınca zarın durumunu bilemiyor, mecburen bayan diyoruz.

- Kız ve kadın kelimelerinin anlamı farklıdır. Bu iki kavramı da karşılayan kelime olan bayan, kadın yerine /images/100/0x0/55eaec55f018fbb8f89f5b30kullanılmaktadır ve bu gayet normaldir.

- Kadın kelimesi evli olan dişiyle eşleştiğinden, bayan kelimesi çıktı. Kadın-kız meselesi devam ettikçe de dilimizden düşmez.

- Kadın kelimesi kültürümüzde cinsel bir olgu olarak algılandığı için bayan demeyi tercih ediyoruz.

- Bayan pazarcı ağzıdır, hanımefendi tercih edilmelidir.

- Hanımefendi diyebilirsin, fakat karşıdaki hiç de hanımefendi değildir.

Görüldüğü üzere bir kadının hanımefendi olup olmadığı konusunda da, erkekler bilirkişi konumunda. "Kadın" kelimesine karşı çıkan bazı erkekler, bunun bir hitap şekli olduğunu da sanıyor. "Şöyle buyurun kadın mı diyelim" şeklinde demagoji yapanlar çıkıyor.

Hayır, "Şöyle buyurun hanımefendi" diyeceksiniz.

CİNSELLEYEN BAYAN

Ahmet İnsel, 2002 tarihli bir yazısında şöyle diyor: "Erkekler erkekliklerini her fırsatta fütursuzca sergilemeye devam ederlerken, kadınların ancak ’bayan’ ya da ’hanım’ olarak siyasette, iş yaşamında, kamu alanında yer almasına izin vardır. Kadının cinsiyeti, onun erkeklerin arzu ve şehvet nesnesi olması gereken yerlerde ortaya çıkabilir. O alanlarda ’kadınlar’ vardır, ’bayan’ ve ’hanımlar’ yok olurlar."

Ancak geçen süre zarfında kadın ile bayan arasındaki o ince terbiye ayarının değiştiği görülüyor. Kadın-bayan özdeşleşmesi "bayan"ı da cinsellik potasına sokuyor. İşte size seks shop ve porno seçenekleri:

Eskort bayan, bayanuyarici.com, bayan azdırıcı hap, krem ve damla, bayan arama motoru, bayana özel erkeğinizi çıldırtın, üç işlevli şişme bayan, bayan partner arama siteleri, Asyalı bayanlar, yabancı bayanlar...
Yazının Devamını Oku

Kim zerk ediyor bu testosteronu bize

11 Ocak 2008
Adamın biri çıkıp "Gömleğimi ütüle Hillary" dedi. Biz de bu lafı aldık, kadın düşmanlığının kanıtı diye dünya sayfasına manşet yaptık.

Yazının Devamını Oku

Sigara yasaklanabilir zaten artık Thomas Mann da yok

5 Ocak 2008
2008’e girdiğimiz dakika, sigaranın artık nihai yenilgiye uğradığını anladım. Meclis’te kabul edilen sigara yasası çok radikal yasakları içeriyor. Fransız’ın brasserie’siyle Alman’ın kneipe’sinde de 1 Ocak itibariyle sigara yasaklandı ya, artık meret yükseliş ve düşüşünü tamamlamış bulunuyor. Sartre ve Baudelaire’den Thomas Mann’a, bütün dáhi düşünür ve yazarlar, Jeanne Moreau’dan Marlene Dietrich’e bütün tanrıçalar sigara içti ve bitti. Alman basınına bakıyorum. Yasağı esefle karşıladıkları satır aralarından belli bazı yazarlar, sigara içen dehaları sayıp döküyor. "Sigara gerçekten ölümcüldür. Sultan 4. Murad da tütün içenlerin kellesini vurdurmuştu" diyerek alaycı bir edayla,

yasağın zorbalık olduğuna dokunduranlar da var. Eski zaman yazarları, sigaranın bir başkaldırı nesnesi olduğu günlerde, anti-nikotin baskısı olmadan özgürce tüttürdüler tütünlerini. Şimdi ise o baskı yüzünden kıta değiştiren yazarlar var. Mesela bestseller yazarı David Sedaris, Amerika’da artık sigara içemediği için Paris’e göç etmişti. Burada da başlayan yasaklar nedeniyle kıtanın doğusuna taşınacağını söylüyordu. Ancak sonunda Amerika’daki okuma turları yüzünden tamamen bırakmak zorunda kaldı. Sırf sigara içebilmek uğruna, Kansas’taki pespaye bir otoyol otelinin odasında uzaktan kumanda aleti üzerinde sperm kalıntıları bulunca vermiş o zor kararı...

Thomas Mann sıkı bir puro tiryakisiydi. Kahramanları da öyle. Büyülü Dağ’da Hans Castorp, bir ziyarete gidip yedi yıl ayrılamadığı sanatoryumda şöyle diyordu: "Bir insan nasıl puro içemez anlamıyorum. Ben her sabah, gün boyu puro içeceğim için sevinçle uyanıyorum ve her yemek yediğimde yeniden içebileceğim için sevinç duyuyorum."

Mann’ın sevgilisi, Maria Mancini marka purolardı. Castorp da Büyülü Dağ’da Maria Mancini içer, onu bir sevgili gibi yüceltir. Tütünsüz bir hayat ne kadar da anlamsızdır, tütün insana nasıl da bir esenlik duygusu verir...

Thomas Mann, tüberkülozun çağın en önemli hastalığı olduğu bir dönemde, hayli tıbbi araştırma yaparak yazmıştı Büyülü Dağ’ı. Ama tütün ile kanser ve kalp hastalıkları arasındaki bağlantı henüz bilinmiyordu. Mann, önce akciğer kanserine yakalanıp ameliyatla atlattı, sonra da arteriosklerozdan öldü. Kanser ameliyatından sonra bile tüttürdüğü puro ve sigaraların eseri olan bir ölüm. Ama, şunu da söyleyeyim öldüğünde 80 yaşındaydı.

Gerçi Thomas Mann, Nazi iktidarının gönüllü sürgünü olduğu için purosunu Alman kneipe’lerinde pek tüttüremedi ama, bildiğim en büyük Alman tiryaki oydu. Bir de Marlene Dietrich. Büyük derken tiryakiliklerini kastetmiyorum.

Şimdi Thomas Mann dirilip gelse, o kneipe’lerde sigara içmesinin yolu yok. Yasa gereği 1 Ocak itibariyle Bavyera ve Berlin dahil altı eyalette bütün bar, lokanta, otel ve diskoteklerde sigara içmek yasak. Bu yıl içinde beş eyalette daha benzer yasaklar devreye girecek.

Şimdi artık sigara tiryakisinin portresi de çok farklı. Marlene Dietrich ve Thomas Mann gibi seks sembolü ya da düşünen beyinler değil tiryakiler. Sigara içen adam portresinde "kaybedenler" var. Almanya’da yapılan araştırmalara göre işsiz erkekler, iş sahibi erkeklere göre iki kat daha fazla sigara içiyor.

Almanya yasaklara peyderpey yürüyor. Fransa ise topyekûn. 1 Ocak’tan beri ülke genelinde bütün lokanta, otel, kafe, kulüp ve barlar sigarasız alan ilan edildi. İşyeri, hastane, okul ve diğer kamusal alanlar geçen yıl yasak kapsamına alınmıştı zaten.

Her iki ülkede de sigara savunucusu gruplar, lokanta-otel birlikleri ve sivil özgürlükleri savunan örgütler yasağa karşı çıkıyor.

Sigarayı sigara yapan memlekette sigara nasıl yasaklanır diye ayaklanan yığınla Fransız var. Neticede, tütünü 16. yüzyılda Avrupa’ya getiren şahıs bizzat bir Fransız: Jean Nicot. Nitekim, nikotin sözcüğü de oradan geliyor.

Avrupa Birliği’nin halk sağlığını korumak adına 1985’te kabul ettiği planın son aşaması olan bu yasaklar, zevk ve lezzete düşkün Fransızlar için, Amerikan usulü hijyenik toplum yaratma özentisinin ürünü.

Onların belleklerinde de, sigaranın henüz seri cinayetlerden hüküm giymediği günlerin anıları canlanıyor. Jean Paul Sartre, Paris’teki meşhur Cafe de Flore’da dumanını üflerken. Guy de Maupassant ve Charles Baudelaire kafelerde sigara tellendirirken. Jeanne Moreau, o dumanlı sesiyle, "Sigara içmeyen erkeklere asla güvenmem" derken. Hatta daha eski yıllara gidilerse, Moliere enfiyeyle ilgili şu sözleri sarf ederken: "Tütün, sadece insanın beynini tazelemek ve temizlemekle kalmaz, aynı zamanda insanın ruhunu da erdeme kanatlandırır. Tütün edepli insanların tutkusudur ve tütünsüz bir hayat süren, yaşamaya layık değildir."

Aslında enfiye de bir yasağın ürünüydü. Fransa Kralı 14. Louis, tütün dumanından nefret ettiği için saray ahalisine enfiye çekmelerini buyurmuş, böylece bütün aristokrasi enfiye müptelası olmuştu. 1789 Devrimi’yle birlikte asilzadenin kötü şöhretli enfiyesinin yerini, bir özgürlük sembolü olarak puro almıştı.

Fransızları telaşlandıran sadece bir yaşam biçimi olarak tütünün varlığını koruma dürtüsü değil. Özellikle küçük işletmelerin bu yasaklar yüzünden büyük zarar göreceği söyleniyor. Fransa’daki 800 kadar nargile kafe büyük gelir kaybına uğrayacak. Kafe, lokanta, kulüp ve otellerin bağlı olduğu sendikanın Paris temsilcisi Christian Navet’ye göre bistrolar sabah saatlerinde müşteri yoğunluğunu kaybedecek. "Ancak bu düşüş uzun sürmez. İnsanların alışkanlıkları değişir" diyor.

Anketlere bakılırsa değişmesi gerekiyor. Eylül ayında yapılan bir araştırmaya göre halkın yüzde 79’u sigaranın lokantalarda yasaklanmasını destekliyor. Yüzde 71’lik bir kesim kafe ve barlarda yasaklansın diyor. Yüzde 67 de, kulüplerde yasaklanmasından yana.

AH ŞU AMERİKA

Tütünü övgüleriyle yüceltenler sadece Fransız ve Alman yazarlar değildi. Mark Twain de onların pipo düşkünü versiyonuydu. Ona göre de şömine başında pipo tüttürmenin verdiği derin keyfin eşi benzeri yoktu.

Ancak Amerika artık, Mark Twain’in yaşadığı geçen yüzyılın başındaki Amerika değil. Kaderin cilvesi işte. Tütünün müsebbibi, kıtanın 1492’deki keşfi. Sigaranın seri üretimini ilk yapan kişi Amerikalı James Buchanan Duke. Sigarayı modern, ilerici ve insanı özgür kılan bir nesne olarak kadınlara uluorta içiren kişi de Amerikalı Edward Barneys. British American Tobacco’nun pazarlama dehası olan Barneys, 1929 yılında kadın hakları savunucularına New York’taki Beşinci Cadde’de "Bir özgürlük meşalesi de siz yakın" sloganıyla fosur fosur sigara içirtip skandal yaratıyor, çok geçmeden sigara kadınlarda şıklık, zarafet ve dişiliğin sembolü haline geliyor.

Ve şimdiki yasakların müsebbibi de o kıtanın kuzeyi.

İnsan Amerika’da - mecburen - sokak sigara içerken kendini teşhirci bir sapık gibi hissediyor. İnsanın kendini öyle hissetmesi için ellerinden gelen en pis bakışı fırlatıyorlar çünkü.

Tiryakilere hayatı dar eden Amerikan yasakları bestseller yazarı David Sedaris’i 90’lı yılların sonunda New York’tan Paris’e göç etmeye zorlamıştı. O günlerde "Sigarayı bırakmaktansa, ülkemi bırakırım" demiş, Fransa da yasaklara adım atınca, "Sigarayı bırakmaktansa, Avrupa’nın doğusuna taşınırım" demişti. Geçenlerde Alman Zeit gazetesinde Sedaris’le bir söyleşi çıktı. Adamcağız sonunda sigarayı bırakmış. Nedeni de Avrupa’daki yasaklar değil, Amerika’daki okuma turları. Amerika’da Ritz-Carlton gibi iyi otellerde artık topyekûn sigara yasağı uygulandığından, geçen yıl Kansas eyaletinin Lawrence kentine gidişinde mecburen şehir dışında bir otelde kalıyor. Odaları leş gibi sigara kokan, etrafı fast-food’cularla dolu kötü bir otel. Odasındaki uzaktan kumanda aletinin üzerinde sperm kalıntıları bulduğu an sigarayı bırakma kararı alıyor.

Uzun bir mücadeleden sonra bırakıyor da. Artık rahat rahat Ritz-Carlton’da kalabiliyor. Ancak artık sigara engelli olmadığı halde insanların davranışlarını zarif bulmadığını söylüyor. "Pis bakışlar fırlatanlar yok ama, bakıyorum at kuyruklu herifler otel lobilerinde bağıra çağıra cep telefonunda konuşuyor" diyor.

Sedaris’e göre topyekûn sigara yasağı da olsa Avrupa bir Amerika kopyası olamaz. Çünkü hiçbir Avrupalı kaldırımda sigara içen bir tiryakiye pis pis bakma hakkını kendinde görmez.

Almanya ve Fransa’dan sigara rakamları

Almanya’da nüfusun dörtte biri, yani 20 milyon kişi sigara içiyor ve yılda 140 bin kişi sigaraya bağlı nedenlerden ölüyor. Almanya’da 2006 yılında satılan sigara sayısı 94.1 milyar. Fransa’da ise nüfusun yüzde 22’si sigara içiyor, yani yaklaşık 14 milyon kişi. Sigaraya bağlı ölüm rakamı ise yılda 72 bin.

Fransa’da Gitanes ve Gauloises sigaralarını üreten Altadis şirketi, 2008 yılı içinde satışlarda yüzde 4 oranında bir düşüş bekliyor. Şirketin Fransa’da her yıl sattığı sigara miktarı 56 milyar.

Daha önce İrlanda, Norveç, Malta, Finlandiya, İngiltere ve İtalya’da aynı kapsamdaki yasaklar devreye girmişti.
Yazının Devamını Oku

Kontratlı zayıflama Ya kilonu, ya paranı

29 Aralık 2007
Yine besiye çekilme günlerindeyiz. Bayramdı, yılbaşıydı, çikolata ve içkiydi derken, yenilecek, içilecek ve kilo alınacak. O kiloları vermek için de yeni yıl kararları alınacak. Sadece gırtlak mevzularında değil, yeni yıl için başka kişisel hedefler de konulacak. Peki bunlar nasıl hayata geçirilecek? Yale Üniversitesi’nden iki ekonomist ile bir hukukçu, yeni yıl kararlarını uygulama alanında teşvik teorisi geliştirmiş, sadece geliştirmekle

kalmamış bir de bu teori üzerinden iş kurmuşlar. İş sahası stickK.com diye bir web sitesi. Mesela kilo vermek için bu siteyle, hukuki bağlayıcılığı olan bir kontrat imzalıyor ve para yatırıyorsunuz. Veremediğiniz her kiloya karşılık o paralar hayır kurumlarına gidiyor. Bazı Amerikan şirketleri de obezite ile bağlantılı sağlık harcamalarını kısmak için çalışanlarına teşvik primi veriyor.

Ekonomi bilimi artık eskisi kadar iç daraltıcı değil. İktisatçıların içine de kasvet bastığından mı nedir, ekonomiyi gündelik hayatın pragmatizmiyle, insan davranışlarıyla harmanlayan eğlenceli çalışmalar yapıyorlar. En salak okura bile temel ekonomi bilgisi verecek kitaplar yazıyor, iktisadı sosyal bilime dönüştürüyorlar.

Amerikalı ekonomist Charles Wheelan’ın kaleminden "Naked Economics", o eğlenceli kitaplardan. Kişisel kararların, ekonomi politikalarına yansımasını ve bunların yan etkilerini anlatıyor. Mesela, bebeklere uçak yolculuğu bedava olduğu için anne-babalar o gürültücü yaratıklarla seyahat ediyor. Serbest piyasanın bu "hatalı" politikası, berbat bir yan etki yaratıyor.

Tyler Cowen’in "Discover Your Inner Economist"i de keyif veriyor. Mesela, yolsuzluk endeksinde üst sıralarda yer alan ülkelere mensup BM diplomatlarının, New York’ta yediği park cezalarının da çok yüksek olduğunu bulup çıkarıyor.

Yale Üniversitesi’nden Prof. Dean Karlan ile Prof. Ian Ayres ve İşletme Fakültesi yüksek lisans öğrencisi Jordan Goldberg de, insan davranışına dayalı eğlenceli bir işe soyunmuşlar. İnsanların kişisel kararlarını uygulamak için teşvike ihtiyaç duyduğundan hareketle stickK.com sitesini kurmuşlar. Kilo vermek ya da sigarayı bırakmak için arkadaşlarla bahse tutuşma adetinden şahane bir iş modeli yaratmışlar.

OBEZİTEYE YENİ İCAT

Atkins mi, South Beach mi, yoksa Slim Fast mı, Weight Watchers mı? Amerikalılar yıllardır hangi diyeti yapmalı diye tartışıyor. Bunların hiçbiri obezitenin kökünü kazıyamadığı için mütemadiyen yenilerini icat ediyorlar. Şimdi zayıflamak için bu yeni icat var; stickK.com sitesi ile kontrat yapmak. Yöntem aklıma yattı. Kilo verme iddiasıyla ortaya para koyuyorsunuz. Veremediğiniz her kiloya karşılık o paralar hayır kurumlarına gidiyor.

O parayı diyetisyene versen, kilolarından yine kurtulursun ama, burada teorinin mantığı farklı. Riske atılan parayı kaybetmeme dürtüsü devreye girince, kilo vermekten başka çare kalmıyor. Bu risk faktörü, verilen her kilo karşılığında para kazanmaktan bile daha etkili. Yapılan binlerce araştırma şunu gösteriyor: İnsanlar parayı kaybetmemek uğruna, aynı miktardaki parayı kazanmak için verdikleri savaştan daha fazla çaba gösteriyorlar.

Yale Üniversitesi’nin ünlü oyun teorisi uzmanı Prof. Barry Nalebuff da kilo verme teşvikleri üzerine araştırmalar yapmış. O da "Eğer önemli bir değeri riske atıyorsanız, kilo verebilirsiniz" diyor.

Ancak risk faktörü olmadan, para kazanarak kilo vermek de mümkün. Boston merkezli Tangerine adlı şirket, teşvik primine dayalı kilo verme programları hazırlıyor. Tangerine’in geliştirdiği model, bir grup denek üzerinde yapılan çalışmaya dayanıyor. Bu deneyde hiç teşvik almayanlar üç ay içinde bir kilo veriyor. Verdikleri kilo oranında 7 dolar teşvik ödenenler 1.5 kilo; 14 dolar ödenenler ise 2.5 kilo veriyor.

Tangerine’in teşvik sistemini uygulayan şirketlerde hem çalışanlar 100-150 dolar kazanarak kilo veriyor, hem de şirketlerin obeziteye bağlı sağlık harcamaları 150 bin dolar kadar düşüyor.

RİSK KAPANI

StickK.com modeli ise para kazanmaya değil, riske dayalı. Financial Times’ın köşe yazarı Tim Harford da zayıflamak için stickK.com ile sözleşme yapmış. Adamlara 1000 dolarlık çek göndermiş. Eğer sözleşme uyarınca haftada 200 şınav çekip, yerde 200 karın hareketi yapmazsa, paracıkları 100’er dolar 100’er dolar hayır kurumlarına gidecek.

StickK.com sitesi ocak ayı itibariyle devreye girecek. Tim Harford şu anda özel müşteri konumunda. "The Undercover Economist" kitabının da yazarı olan Harford, psikolojik olarak gayet iyi hazırlandığı halde 200 şınav sözünü kendi başına yerine getirememiş. Şimdi hukuki bağlayıcılığı olan sözleşmeye güveniyor.

Ortaklardan ekonomist Dean Karlan, bu yöntemi kendi üzerinde de denemiş. Kilo atamadığı her hafta bir arkadaşına 1000 dolar ödemek üzere söz vermiş ve çok geçmeden 5 kilo gitmiş. Hem de tek cent ödemeden. Yale Hukuk Fakültesi’nden Ian Ayres de haftada 500 doları riske atarak kilo vermiş ve böylece stickK.com işine girmişler.

Müşteriler ya postayla çek gönderecek ya da kredi kartı numaralarını verecekler. Hedeflerini tutturamadıkları takdirde de karttan kesintiler başlayacak. Bu işin bir denetleme sistemi de olacak. Bir kefil arkadaş, ya da jimnastik salonu kilo denetiminde sorumluluk üstlenecek.

Ya StickK.com kurucularının ne çıkarı olacak? Beklentileri reklam geliri ve web sitesi üzerinden diyet ürünlerinin satışını yapmak. Ayrıca, geliştirdikleri yöntemi, daha sağlıklı iş gücü isteyen şirketlere pazarlamayı da planlıyorlar. Şirketlerin verimliliği artırmak için stickK.com sitesini kullanabileceği düşüncesindeler. Mesela "İşe zamanında gelmeyen çalışanlar, stickK teşvikleriyle yola gelebilir" diyorlar.

Şimdi sözleşmeye uymayacak müşterilerin paralarını hangi hayır kurumuna kanalize edelim diye düşünüyorlar. Seçecekleri kurumların siyasi veya dini olmayacağını söylüyorlar. Müşterilerin hayır kurumunu seçme hakkı yok. Çünkü seçecekleri kurum, hedefe kilitlenme motivasyonlarını azaltabilir.

Peki bu "stick" adı nereden geliyor? "Stick" İngilizce’de hem bir hedefe, taahhüde sadık kalmak, hem de sopa anlamına geliyor. Burada paraların gitmesi ihtimali "sopa" oluyor.
Yazının Devamını Oku