23 Kasım 2002
Bizim futbolun başı küfür ve holiganizmle, diğer Avrupa ülkelerinin ise hem holiganizm hem de ırkçılıkla dertte. Küfür de ırkçılık da insan onurunu hedef alıyor. Ancak ırkçılığın, küfürden farklı olarak siyasal kökleri var. Eski Doğu Bloku ülkeleri de dahil, kıtada giderek yükselen ırkçı ve yabancı düşmanı örgütlenmeler futbol sahalarına yansıyor. Türkiye'deki kulüplerde oynayan siyah futbolcuların rengi kimsenin umurunda değil. Diğer sahalarda ise ayağına top gelen siyah futbolcuyu maymun sesleri çıkararak sözde aşağılamak, sahaya muz kabukları atmak yaygın bir davranış haline geldi. Sonunda UEFA, baskı gruplarının da etkisiyle, gelecek yıl İngiltere'de ırkçılıkla mücadele konferansı düzenleme kararı aldı.
BEŞİKTAŞ seyircisinden güzeli, Nouma'dan şanslısı yok. Adamı nasıl da renk ötesi seviyorlar.
İngiliz, İtalyan ya da Yugoslav kulüplerinde oynayan siyahlar ise Nouma kadar şanslı değil. İşitmedikleri hakaret, yemedikleri bozuk para ve çakmak kalmıyor. Sırf derileri kara diye.
Bu sezon oynanan Şampiyonlar Ligi ve UEFA Kupası maçlarıyla bazı milli karşılaşmalarda art arda öyle olaylar meydana geldi ki, bugüne kadar ırkçı davranış, slogan ve pankartlara fazla aldırış etmeyen UEFA da artık harekete geçmesi için yoğun baskı altına girdi.
Tabii bunda, ırkçı şiddete maruz kalan futbolcuların çoğunlukla İngiliz kulüplerinden olması da rol oynadı. İngiliz milli takımı ve kulüp takımlarında oynayan futbolcuların maymun sesli ve muzlu protestoya uğraması yüzünden kıyamet koptu.
Bardağı taşıran damla Hollanda'nın PSV Eindhoven takımıyla İngiliz Arsenal arasında oynanan maçta yaşandı. Hollandalı seyirci rakip takımın iki siyah oyuncusu, Thierry Henry ve Ashley Cole aleyhinde 90 dakika tezahürat yaptı, doğrudan bu iki futbolcunun üzerine fişek, çakmak ve bozuk para attı. UEFA, Eindhoven'ı 32 milyar TL para cezasına çarptırdı.
AVRUPA PARLAMENTOSU KIZIYOR
Ancak Avrupa Parlamentosu'ndan bu düşük cezaya şiddetli tepki geldi. Çünkü cezanın bu kadar düşük olması, ırkçılığa karşı verilen mesajın dozajını da aşağı çekiyordu. UEFA, sahalardaki ırkçı tırmanışın, toplumsal eğilimin bir yansıması olduğunu farketmemekle suçlanıyordu.
UEFA ise aynı görüşte değil. İletişim Direktörü Mike Lee, cezaların sadece kulüplere zarar verdiğini, taraftarın ise hiç etkilenmediğini belirterek ‘‘UEFA'nın cezaları artırmasıyla bu sorun çözülmez. Kulüpler, polis ve taraftarın elele vererek mücadele etmesi gerekir’’ diyor. UEFA ayrıca, futbolda ırkçılıkla mücadele eden ‘‘Football Against Racism in Europe’’ (FARE) grubuna 1.4 milyon İsviçre Frangı tutarında katkıda bulunduğunu da hatırlatıyor.
Ancak bu da yetmiyor. Avrupa Parlamentosu'nun ırkçılıkla mücadele grubundan milletvekili Claude Moraes, ‘‘UEFA mülti milyonluk anlaşmalara imza atarken, ırkçılığa karşı bu kadar cimri davranması iğrenç’’ diyor.
Aslında UEFA, 2000 yılının başından bu yana ırkçılık bağlantılı 19 ceza verdi. Ceza rekoru ise toplam 30 bin sterlinle İtalyan Lazio'da.
Bir başka olay da bizim Avrupa Şampiyonası eleme grubunda meydana geldi. İngiltere-Slovakya maçında, Liverpool'lu siyah golcü Emile Heskey, ırkçı nefretin hedef tahtası oldu; maç boyunca ıslıklandı. Morali sıfırlanan Heskey maçtan sonra şöyle diyordu: ‘‘Öyle bir avuç insan değil, bütün stad beni yuhalıyordu. Dayanılmaz bir atmosferdi.’’
İtalya'da ise Roma-Lazio maçında inanılmaz bir ırkçı taşkınlık dalgası yaşandı. En aşırı görüşlü ve yabancı düşmanı taraftara sahip olmakla tanınan Lazio'nun fanatikleri Roma'nın üç zenci futbolcusunu muz yağmuruna tuttular. Daha da beteri Kay Abelam adlı Faslı taraftara saldırıp komaya soktular. Olayla ilgili olarak dört kişi tutuklandı. Tamamı, Lazio fanatiklerinin kurduğu Irriducibili grubundandı. Polis grubun merkezine yaptığı baskında çok sayıda zincir ve beyzbol sopası ele geçirdi.
Lazio'nun sadece taraftarları değil, bir futbolcusu da sabıkalı; Yugoslav Sinisa Mihailoviç, 2000 yılında Arsenal'in Senegal asıllı Fransız futbolcusu Patrick Vieira'ya maç sırasında ‘‘Kara maymun’’ dediği için iki maç ceza aldı. Mihailoviç halen Lazio'da oynuyor ve takımı zenci futbolcu alamıyor.
MÜSLÜMANA DA YAHUDİYE DE
Irkçılar sadece siyahları hedef almıyor. Karşılarında Yahudi buldukları zaman, onlardan da düşmanlıklarını esirgemiyorlar. Örneğin İsrail'in Maccabi Haifa takımı Avusturyalı Sturm Graz'ın karşısına çıkarken, gamalı haçlar ve ‘‘Sieg Heil’’ selamıyla rencide ediliyor.
Avrupa'nın doğu kesiminde de benzer sahneler sergileniyor. Polonya'da sahalardan gamalı haçlı pankartlar hiç eksik olmuyor. Sırbistan'da ise siyah futbolcuların inanılmaz tacizlerle karşılaştıkları söyleniyor. Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Slovakya ve Rusya'da öyle.
İngiliz hastalığı yayıldı
FUTBOLDA ırkçılığın başını ezmek üzere başlatılan kampanya çerçevesinde önümüzdeki mart ayında İngiltere'de bir konferans düzenlenecek. 52 ülkenin futbol federasyonuyla önde gelen kulüplerin temsilcilerinin katılacağı bu konferans UEFA ile futbolda ırkçılığa karşı savaşan FARE adlı grubun işbirliğiyle gerçekleşecek. Konferansın İngiltere'de düzenlenmesinin nedeni, bu ülkenin sahalardaki ırkçılıkla mücadele gösterdiği başarı.
Futbolda ırkçı şiddet ve holiganizm yakın geçmişe kadar genellikle İngiltere'ye özgü bir hastalıktı. 10 yıl önce ırkçılığa karşı ‘‘Kick it Out’’ örgütü kuruldu ve 10 maddelik bir eylem planı hazırladı. Kulüplerin de işbirliği sayesinde ırkçı şiddet bastırıldı.
Ancak bu sefer de kıta Avrupası'nda ortaya çıktı. Üstelik Hollanda gibi Surinam'dan gelen siyah futbolcularla nice başarılar kazanmış bir ülkede bile siyah futbolcuların üzerine maytap yağması şok yarattı.
Şimdi ırkçılığı Avrupa çapında sona erdirmeyi hedefleyen FARE grubu aynı Kick It Out'un eski eylem planını örnek alarak UEFA'ya kabul ettirdi. Mart ayındaki konferansta bu plan temsilcilerin onayına sunulacak. Planın bazı maddeleri şöyle:
Kulüpler ırkçılığa tolerans göstermediğini açıklayan bildiriler yayınlayacak.
Irkçı tezahüratları kınayan açıklamalar yapılacak.
Irkçı tacize karışanlara sezonluk bilet satılmayacak.
Irkçı yayınlar stat içi ve çevresinde sattırılmayacak.
Irkçı tacize karışan futbolcular cezalandırılacak.
Diğer kulüplerle işbirliği yapılacak.
Tribünlere ırkçı pankartlar asılamayacak.
BATIDA SAĞIN YÜKSELMESİ DOĞUDA KİMLİK KAYGISI
Avrupa'nın batısı ve doğusundaki futbol ırkçılığı farklı nedenlere bağlanıyor. İngiltere'de 10 yıl önce futbolu ırkçılıktan arındırmak için kurulan ‘‘Kick It Out’’ grubunun koordinatörü Piarra Powar'a göre Avrupa'nın batı kesiminde, sağın giderek yükselmesi sahalara doğrudan yansıyor. Maçlara giden taraftar genellikle çalışan kesimden olduğu için, göçmenlerin işini elinden alacağı şeklindeki sağ siyaset söyleminden etkileniyor.
Doğu ülkelerinde ise göçmen korkusu değil, ulusal kimlik kaygısı ırkçı eğilimler yaratıyor. İngiltere'deki Leicester Üniversitesi'nde futbol araştırmaları yapan John Williams'a göre, 1991 yılına kadar Sovyetler Birliği'nin pençesinde olan bu ülkeler şimdi bir ulusal kimlik geliştirmek istiyorlar. Bu nedenle kendi liglerinde Afrika kökenli futbolcuları görmek onları rahatsız ediyor. Globalleşme ve ulusal sınırların giderek erimesine henüz ayak uyduramıyorlar.
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2002
Bizim bazı milletvekilleri gibi dokunulmazlığı sorgulanan biri daha var; İngiltere Kraliçesi İkinci Elizabeth. Geçen ay uşak davasına müdahale edip, dosyayı kapattıran Kraliçe, saray rezaletlerinin mahkeme salonunda ortalığa dökülmesini önledi. Ancak iki şeyi engelleyemedi. Birincisi, İngiliz medyası rezaletin ne olduğunu hemen hemen ortaya çıkardı. İkincisi, kamuoyu, tanıklık yapmadan dava düşürme dokunulmazlığına sahip Kraliçe'nin anayasal haklarını sorgulamaya başladı. Şimdi hukukçular, eski çağlardan kalma kraliyet dokunulmazlığının modern ve şeffaf toplum anlayışıyla örtüşmediğini ve Parlamento'nun bu yasayı değiştirebileceğini söylüyor.
İngiliz Sarayı değil, sanki Figaro'nun Düğünü. Soylularla hizmetkarları arasında çevrilmedik entrika kalmamış. Ama, İngiliz Sarayı'nın entrikaları Mozart'ın komedisindekilere benzemiyor. Hayli trajik. Bir kere hizmetkarlar sadık ve ağzı sıkı değil, ayrıca uşak evlenemiyor ve kont ile kontes barışamıyor.
İngiliz Sarayı'nda geçen öyküde, müteveffa Prenses Diana'nın uşağı mileydisinin eşyalarını çalıyor. Sonra polise, ‘‘Ben onun sevgililerini arabanın bagajında saraya sokuyordum’’ diyor. Bir başka uşak, Prenses'in eski kocasının maiyetinden bir adamın tecavüzüne uğruyor. Prenses, uşağın tecavüz itiraflarını kaydedip, kasedi kilit altına alıyor. Prensesin, hırsızlıkla suçlanan evli ve iki çocuklu uşağının bir de erkek sevgilisi var ve ona ‘‘Ne olur benimle evlen’’ diye mektuplar yazıyor. Ama hain aşık, adamın kalbini kırıyor. Tam İngiliz basınının ağzına layık karışık hikaye şöyle başlıyor.
UŞAK MAHKEME ÖNÜNDE
Prenses Diana'nın uşağı Paul Burrell, geçen 14 Ekim'de, hanımının 300 parça eşyasını çalmak suçundan mahkeme önüne çıkıyor. İngiliz basını, saray sırlarının dökülüp saçılacağı keyifli bir dava izlemek üzere tam kalemleri bilemişken, 25 Ekim günü ansızın Kraliçe devreye giriyor. Daha doğrusu dolaylı yoldan devreye giriyor. ‘‘Şimdi hatırladım. Uşak, Diana'nın eşyalarını güvenceye almak üzere benden izin istemişti. Ben de vermiştim’’ diyor. Bunu kocasına söylüyor, kocası oğlu Prens Charles'a, Charles da adli makamlara.
Kraliçe, İngiltere'de sadece saray mensuplarına özgü dokunulmazlık statüsüne sahip olduğu için tanıklık yapmak zorunda kalmıyor ve böylece dava sorgusuz sualsiz düşüyor.
Tanıklık dokunulmazlığı bulunan kraliyet ailesinin hukukun üstündeki konumu kamuoyunda rahatsızlık yaratıyor. Toplumun giderek şeffaflaştığı bir ortamda, çok eski çağlardan kalma bir yasanın Kraliçe'nin ağzına kilit vurması hazmedilemiyor. Kraliçe bu köhnemiş yasa sayesinde sadece tanık koltuğundan korunmakla kalmıyor, kraliyet ailesiyle ilgili meselelerin Parlamento'da tartışılmasını engelleyen bir gelenek de bulunuyor.
Şimdi anayasa uzmanları, hükümetin monarşi ile hukuk arasındaki ilişkiyi yeniden gözden geçirmesi gerektiğini, Parlamento'nun pekala bu yasayı değiştirebileceğini söylüyor. Anayasa uzmanı George Williams, Başbakan Tony Blair'in, Lordlar Kamarası gibi bazı kurumlarda reformlar yaptığını, bu yasayı değiştirmek için de girişimde bulunabileceğini belirtiyor; ‘‘Kraliyet ailesine tanınmış olan dokunulmazlık, modern toplumla bağdaşmıyor’’ diyor.
Fabian Society adlı think-tank kuruluşundan Michael Jacob adlı bir başka uzman, İngiliz Anayasası'na gölge düştüğünü belirterek, ‘‘Bu olaylar, seçilmiş bir devlet başkanının başına gelseydi, istifa etmesi, ya da görevden çekilmeye zorlanması gerekirdi, ancak kraliyet ailesi için böyle birşey söz konusu değil’’ diyor.
SARAY TECAVÜZÜ
Derken, uşak davasının düşürülmesinin ardındaki muhtemel gerçek ansızın ortaya çıkıyor; Saraydaki eşcinsel tecavüz vakası. Tüm medya, bol sıfırlı tekliflerle uşağı konuşturmak için teyakkuza geçtiği sırada, mahkeme kayıtları basına sızıyor. İddiaya göre uşak Paul Burrell'in aldığı eşyalar arasında, bir kaset de yer alıyor, ancak bu bant asla bulunamıyor.
Bu bandın içeriği, tecavüz kurbanı bir uşağın basına konuşmasıyla ortaya çıkıyor. George Smith adlı uşak, 1989'da Prens Charles'ın çok yakın bir adamının kendisine içki içirip tecavüz ettiğini, bu kişinin 1995 yılında Prens'in Mısır gezisi sırasında ikinci kez tecavüze yeltendiğini ve başına gelenleri Prenses Diana'ya anlattığını açıklıyor. Diana bu itirafları banda alıyor ve kasedi bir kutuya kilitliyor. Bu itirafları muhtemelen kocasına karşı silah olarak kullanmayı planlıyor. Ancak polisin Burrell'in evine yaptığı baskında böyle bir kaset bulunamıyor.
Prens Charles'ın sözcüsü ise olayın zamanında polis tarafından soruşturulduğunu ve hiçbir kanıt bulunamadığını söylüyor. Adı açıklanmayan tecavüzcünün gönüllü olarak polise gidip ifade verdiği ve uşak George Smith'i alkolizm ve akli dengesi yerinde olmamakla suçladığı söyleniyor. Polise göre, Falkland Savaşı sırasında İngiliz ordusunda görev yapan Smith, savaşta yaşadıklarından ötürü travma sonrası stres bozukluğu çekiyor ve ifadeleri de birbirini tutmuyor. Şimdi İngiliz kamuoyu şundan emin: Kraliçe tecavüz rezaletini örtbas etmek için davayı düşürdü.
Ancak şu konuda kimsenin bir fikri yok: Acaba halen Prens Charles'ın yanında çalışan tecavüzcü kim ve itiraf kasedi nerede?
TV kralı nasıl dokunulmaz oldu
Bu dokunulmazlık hikayesi Çek Cumhuriyeti'nde geçiyor. Başka ülkelerde meydana gelen olaylarla arasındaki benzerlik ise tamamen rastlantı eseri.
Nova TV'nin patronu olan Vladimir Zelezny, Amerikan ortağı Ronald S. Lauder'i 27 milyon dolar dolandırmakla suçlanıyor ve hakkında dava açılıyor. New Yorklu kozmetik milyarderi olan Lauder'den TV ortaklığı için aldığı 27 milyon doları kendi şirketlerine aktarmakla suçlanan Zelezny geçen ekim ayında yapılan seçimlerde senatörlüğe adaylığını koyuyor ve daha ilk turda seçilmeyi başarıyor.
Yasa gereği, bir milletvekili ya da senatör, seçilmeden önce işlediği suçlara karşı da dokunulmazlık kazanıyor. Yani Zelezny, Senato'ya seçilerek dokunulmazlık zırhına bürünüyor. Zaten adaletin elinden kurtulmak için seçim yarışına girdiği iddia ediliyor. Kendisi ise bunu reddediyor.
Bu arada dolandırılan ortak Lauder, yatırımını korumadığı için Çek Cumhuriyeti aleyhinde 500 milyon dolarlık tazminat davası açmakla kalmıyor, bu ülkenin yabancı yatırımcılar için güvenli bir yer olmadığı şeklinde tam sayfa gazete ilanları veriyor.
Zelezny'nin ülkenin önde gelen güç simsarlarından biri olarak Nova TV'nin gücünü siyasetçilere şantaj yapmakta kullandığı ileri sürülüyor. Yüzde 70 reytingi bulunan Nova TV sayesinde siyasi gündemi belirleyen Zelezny, çok değerli bazı tabloları ülkeye sokarken vergi kaçırmakla da suçlanıyor. Şimdi top Senato'nun dokunulmazlık komisyonunda. Soruşturmanın devam etmesi için komisyonun, Zelezny'nin dokunulmazlığını kaldırması gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2002
Avrupa Birliği'ne girmek uğruna kokoreçten vazgeçmek yetmiyor. Muhtemelen kına kültürüne de son vermek zorunda kalacağız. Kına geceleri, ellere, saçlara kına yakmalar bitecek. Çünkü Avrupa Birliği'nin kozmetik ürünlerinden sorumlu bilim komisyonu, kınanın içinde bulunan bir kimyasalın yüksek miktarda zehir içerdiğine karar verdi. Ve kına özlü şampuanlarla saç boyalarının Avrupa çapında yasaklanması için çağrıda bulundu. Üstüne üstlük, Türkiye'nin, kadınları kınayla saç boyuyor diye AB'ye alınmayacağına dair bir söylenti dolaşmaya başladı.
Geçen gün Hürriyet'in mektup kutusuna ilginç bir e-mail düştü. ‘‘Sevgili AB’’ye hitaben ve biraz bozuk bir İngilizce'yle yazılmıştı. Saçlarını kınayla boyayan bir halkın, sırf bu yüzden Avrupa Birliği'ne alınmamasının kabul edilemeyecek bir durum olduğu belirtiliyordu.
Türkiye'nin ve kınanın haklarını eşit dozda savunan bir tonda yazılmış bu protesto mektubuna göre dünyada kullanılan saç boyalarının dörtte biri kına içerikliydi. Ayrıca kına son derece saf ve doğal bir ürün olarak, saç boyasında kullanılan kimyasal renk açıcılardan çok daha güvenliydi. Bu tür kimyasallar bazı kişilerde şoka neden olabiliyordu. Avrupa Birliği Türkiye'nin kaynaklarını aynı bir sömürge gibi kullanmak istiyordu (ne demekse!). Ve kınayla ilgili olarak çıkarılan bütün söylentilerde esas amaç, Türkiye'ye ‘‘havuç’’ göstermekti. (Acaba havuç yerine sopa mı demek istiyor!)
Mektup şöyle sona eriyordu: ‘‘Utanmalısın AB. Önce kendi evini temiz tut. Fransa bütün güzellik ürünlerinde kına kullanıyor. Yunanistan, Kıbrıs ve ABD de öyle.’’ S F A Gates imzasını taşıyan mektup Türkçe bir sloganla noktalanıyordu: Avrupa Birliği UTANSIN.
S F A Gates'in kim olduğunu bulamadım. Mail'ine cevap verdim ama, karşılık alamadım. Ciddi mi değil mi, bilmiyorum. Bu bir şaka mı çözemedim.
KOMİSYON KARARI VAR
Çözebildiğim tek nokta, Avrupa Birliği'nin gerçekten de kınayı yasaklayabileceğiydi. AB'yi protesto eden mektup 17 Ekim tarihliydi ve AB'nin bilim komisyonu da üç-beş gün önce kınanın zararlarıyla ilgili bir karar almıştı. Kozmetik ürünlerinden sorumlu bilim komisyonuna göre kına bitkisinde bulunan bir kimyasal, yüksek dozda zehir içeriyordu. Bu kimyasal, böbreklerde, kan dolaşımı ve midenin bazı bölümlerinde toksin etkisi yapıyordu. Bu nedenle kına özlü şampuanlarla saç boyaları ve diğer kozmetik ürünlerinin Avrupa çapında yasaklanması gerekiyordu.
Avrupa'da çok geniş bir pazarı bulunan kına özlü kozmetik ürünleriyle ilgili bu sağlık uyarısı derhal etkisini gösterdi. Çeşitli AB ülkelerinde kozmetik sanayiinin temsilcileri, kına özlü ürünlerin yeniden kalite kontrolden geçirileceğini ve bazı firmaların kınalı saç boyalarını piyasadan çekebileceklerini açıkladılar.
İşin tuhaf tarafı, AB'nin bilim komisyonu yasaklama konusunda tavsiye kararı almakla birlikte, kına özlü ürünlerin sağlığa ne denli zararlı olduğu konusunda kesin bir fikre sahip değil. Komisyon Başkanı Dr. Ian White'ın verdiği bilgiye göre, kozmetik endüstrisi ürünlerini yeterince testten geçirmediği için, komisyon kınanın güvenli bir madde olup olmadığı konusunda karara varamamış.
Yani, kınanın içinde yüzde 1-2 oranında bulunan kimyasalın zehirli olduğunu tespit etmişler, ancak bu kimyasalın kozmetik ürenlerinde hangi oranda olduğunu bilmiyorlar. Binlerce yıldır milyonlarca insanın kullandığı bir üründe ansızın zehir tespit edince de mecburen ‘‘yasaklanmalı’’ diye karar alıyorlar.
Şimdi kozmetik ürünlerinin sıkı bir kalite kontrolden geçirilmesi ve zehirli kimyasal oranının minimum düzeyde olduğunun tespit edilmesi gerekiyor. Avrupa Birliği sağlık bakanlarının bu yıl sonunda yapacağı toplantıdan sonra yeni kontrollerin devreye girmesi bekleniyor.
Esmerleştiren boyalar da zararlı bulundu
Klopatra'nın ve hatta İkinci Ramses'in de saç tuvaletinde kullandığı kına insanlığın en eski kozmetik ürünlerinden biri olarak biliniyor. Ve durup dururken Avrupalı bir bilim komitesi çıkıp ‘‘Bu madde zararlıdır’’ diyor. Tabii doğal bir ürün olduğu için ilk bakışta inandırıcı gelmiyor. Aynı komitenin kimyasal saç boyalarıyla ilgili uyarısı daha ürkütücü, çünkü boyaların yol açtığı zararla ilgili kesin teşhis konuluyor: Kanser. Denemişler, bazı ürünlerin farelerde kansere yol açtığını tespit etmişler.
Özellikle saçları koyulaştıran boyalar tehlikeli. PPD (para-phenylenediamine) adlı maddeyi içeren boyalar 1-1.5 ayda bir kullanıldığı takdirde mesane kanserine yol açabiliyor. Daha doğrusu, mesane kanseri riski iki katına çıkıyor. Kurşun ve cıva içeren boyalar ise alerjik reaksiyona neden oluyor. Saç rengini açan peroksit ise zehirli değil, ancak derinin ve akciğerlerin tahriş olmasına yol açabiliyor. İsveç'te yapılan son araştırmalara göre ise boyaların içerdiği bazı kimyasallar romatizmal artridle sonuçlanıyor, bağışıklık sistemine zarar veriyor.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2002
Mendilci kızı hatırlarsınız. Adı Leyla, yaşı 10'du. Ailesi mendil sattırıyordu. Beylikdüzü McDonald's yöneticileri de müşterileri rahatsız ediyor diye derin dondurucuya kapatmışlardı. Leyla'nın davası hálá devam ediyor. Şimdi ABD'de de bir McDonald's şubesinin yöneticileri aleyhinde, bir genç kızı cezalandırma yöntemi yüzünden dava açıldı. Hırsızlıkla suçlanıp çırılçıplak soyularak koşmaya zorlanan genç kız, sadece yöneticileri dava etmekle kalmadı, McDonald's şirketini de mahkemeye verdi. Çünkü telefonla gelen hırsızlık ihbarı asılsızdı ve aynı ihbar sonucu birçok şubede çalışan genç kızlar tepeden tırnağa aranmış, şirket hiçbir önlem almamıştı.
GENÇ kız o gün 18 yaşına başmıştı. Hayatındaki ilk işinin ilk günü, ilk günün ilk saatiydi.
‘‘Bizimle çalışıp kariyer yapmak ister misiniz?’’
Çekici bir ilandı. Ancak McDonald's kariyeri o ilk saatle birlikte sona erdi. McDonald's bölge temsilcisi olduğunu söyleyen biri tarafından gelen ihbar telefonu, onu küçük bir kızın bozuk para cüzdanını çalmakla suçluyordu. Lokanta yöneticileri derhal harekete geçti. Önce üzerini yoklayarak aradılar, sonra arabasını aradılar, sonra da kızı tepeden tırnağa soyarak aradılar. Üzerinde cüzdan yoktu.
Biri kadın, diğeri erkek iki yönetici hızlarını alamamışlardı. Kızın onurunu biraz daha çiğneyeceklerdi.
Öyle çırılçıplak kızın önlerinde koşmasını istediler. İşkence iki saat sürdü. Üstelik manzara dışarıdan görünüyordu. Drive-in penceresinin önünden gelip geçenlerin görebileceği bir pozisyondaydılar.
Olay geçen 29 Mayıs'ta Utah eyaletinin Roosevelt kentinde meydana gelmiş ama, kimseler duymamıştı. Genç kızın açtığı davanın geçenlerde yapılan ön duruşması üzerine olay basına da yansıdı. Yerel The Salt Lake Tribune gazetesinin haberine göre dava dosyasında kızın adı ‘‘Jane Doe’’ şeklinde geçiyordu. Yani ismi saklı tutulan, ya da bilincini kaybetmiş şekilde hastanelere düşen ve kimliği bilinemeyen kişilere verilen genel isimle anılıyordu. İki saatlik işkence sahnesi, dosyada etraflıca anlatılıyordu. O iki yönetici, kızdan erotik pozlar vermesini istemiş, lokantanın ofis bölümünde koşturmuşlardı.
Genç kız insanlık onuruna aykırı bu muamele yüzünden geçirdiği travma sonucu psikolojik yardım almaya başlamış ve evliliği de suya düşmüştü. O cezanın doğurduğu bu sonuçlar nedeniyle iki yöneticiyle McDonald's kurumuna dokuz ayrı suç isnat ediliyordu. Bireysel özgürlüklere saldırı, zorla alıkoyma, iftira, mahremiyete tecavüz vs. Davacı avukatları hapis ve para cezası talebinde bulunuyordu.
Dava dosyasında önemli bir nokta daha vardı. Cüzdan çalındığı şeklindeki ihbar asılsızdı. Başka McDonald's şubelerine de benzer telefonlar gelmiş ve lokantada çalışan genç kızlar tepeden tırnağa aranmışlardı. Avukata göre şirketin bu asılsız ihbarlara karşı önlem almaması olacak iş değildi.
The Salt Lake Tribune gazetesi, McDonald's ile mahkemeye verilen şube yöneticilerinin avukatlarından görüş almak istediyse de, karşı taraf soruları yanıtsız bıraktı ve ‘‘Söz artık yargıda’’ dedi.
DAVA FARKI
Şimdi gelelim bizim Beylikdüzü davasına. Amerikalı Jane Doe'nun iki saat psikolojik işkence görmesine karşılık bizim Leyla da iki saat içeride tutulmuştu. Bu iki saatin ne kadarı derin dondurucuda geçti, bilemiyorum.
Ailesi tarafından mendil sattırılan Leyla hayati tehlike atlattığı halde - kendinden geçmiş bir halde bulunmuştu - mahkeme heyeti, öldürme kastı bulunmadığına karar verdi. Mahkemeye göre sanık konumundaki bölüm müdürü ve 17 yaşındaki garson sadece kızı korkutmayı amaçlamışlardı. Böylece sanıklar tahliye edildi. Ayrıca hürriyeti tahdit de söz konusu değildi. Kızın derin dondurucuya atılması ‘‘hürriyeti tehdit’’ten ibaretti. Bu da TCK'nın 188. maddesi uyarınca sanıkların 1-2 yıl hapis cezasına çarptırılmasını öngörüyordu. Oysa savcılık, sanıklara, hürriyeti sınırlandırmak suçundan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilmesini istiyordu.
Son duruşma geçen eylül ayındaydı ve ileri bir tarihe ertelendi.
Amerikalı Jane Doe, yöneticilerin insafsız cezalandırma yöntemi yüzünden çiğnenen onurunun hesabını soruyor. Avukatların verdiği bilgiye göre bu tür tepeden tırnağa soyarak yapılan aramalar yüzünden açılan davalarda sanıklar 800 bin dolara kadar varan para cezalarına çarptırılıyor. Bu olayda da davacı taraf jürili mahkeme istediği için muhtemelen benzer bir karar çıkacak.
Acaba Amerikalı Jane Doe derin dondurucuya kapatılsa, hayati tehlike atlatsa, McDonald's'ın başına neler gelirdi çok merak ediyorum.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2002
ABD'deki sniper vakası, bu ülkede uzaktan ateş meraklısı bir alt kültür oluştuğunu ortaya çıkardı. Profesyonel ve sivil keskin nişancılar, silah endüstrisinin desteğiyle kurdukları internet sitelerinde bugüne kadar fazla dikkat çekmeden faaliyet gösteriyorlardı. Ancak sniper ortaya çıkalı beri deşifre olmuş durumdalar. Şimdi bir kısım basın, kötü örnek oluyorlar diye bunların üzerine gidiyor. Onlar ise katili kınıyor ve şu mesajı veriyorlar: ‘‘O sniper değil, Tanrı kompleksi olan ikinci sınıf bir katil. Şerefli bir sniper vatanı uğruna ve insan hayatı kurtarmak için vurur.’’
Sitenin adı snipercountry.com. Buna benzer en az beş tane daha var. Ama, konu dağılmasın diye incelemeyi bu site üzerinde yoğunlaştıralım.
Sniper olayının patlak vermesinden sonra bazı gazetelerin yaylım ateşi altında kalan snipercountry, bir bildiri yayınlayarak seri cinayetleri kınadı, ölenler için de başsağlığı diledi. Medyanın adres gösterdiği siteye yüzlerce nefret mesajı yağmıştı. Bildiride bu mesajlara yanıt veriliyordu. Editöre göre bu site cinayet reçeteleri veren, anarşistlerin el kitabı niteliğinde bir adres değildi. Medyanın sniper dediği kişi ise gerçek keskin nişancıların şerefine leke süren ve Tanrı kompleksi taşıyan ikinci sınıf bir katildi.
Gerçek sniper vatanı için çarpışan bir asker ya da masum sivilleri kurtarmak için azılı bir suçluyu tek kurşunda yere seren polisti. İşte bu profesyoneller, toplumu daha iyi korumak için site kanalıyla bilgi alışverişinde bulunuyordu. Sitenin müdavimi olan siviller ise uzaktan atıcılık yarışmalarına katılan kişilerdi.
FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ MÜ?
Ancak o uzun ve ağdalı deklarasyonda insanı dehşete düşüren iki unsur vardı. Onca okul katliamına rağmen siviller arasında ateşli silahların yaygınlaştırılmasını çok temel bir hak ve özgürlük olarak savunan sağ eğilimli silah lobisinin varlığını hissettiren iki unsur.
Birinci mesele ülkenin şerefli tarihiyle ateşli silahlar arasında kurulan bağlantı. Bildirideki cümle aynen şöyle: ‘‘Eğer silah karşıtı bir politika izliyorsanız, şunu unutmayın ki, bu ülkenin çok uzun ve şerefli bir ateşli silahlar tarihi vardır ve bugünkü siyaseten doğruluk akımı bir yana, bu ülkenin kazandığı başarının ruhunda ve kalbinde ateşli silahlar yatar.’’
Yeryüzünde nice ulus kurtuluş savaşları vererek bağımsızlığını kazandı, ancak o zaferlerde ateşli silahlar değil, hep insanların kahramanlığı yüceltildi.
İkincisi, bir bireyin uzaktan ateş hakkını fikir özgürlüğüyle özdeş tutuyorlardı. Cümle şöyle: ‘‘Tanrıya şükür bu memlekette fikir özgürlüğü var ki, PETA ve Ducks Unlimited gibi taban tabana zıt gruplar, tepki görme ve sindirilme korkusu olmadan düşüncelerini özgürce açıklayabiliyorlar. Maryland ve Virginia'da olanlar da bizim fikir özgürlüğümüzü engelleyemez.’’
PETA hayvan hakları, Ducks Unlimited ise ördek avı alanında faaliyet gösteren iki örgüt. Özellikle hayvanlara kötü muameleye karşı savaşan PETA'nın fikir özgürlüğünden yararlanma hakkını anlamak mümkün de, uzaktan ateş etmenin nasıl bir düşünce özgürlüğü olduğunu kavramak biraz zor.
Uzaktan ateş meraklıların hedefi ördekler filan değil. Sitede, sniper tüfekleri, mühimmat ve kalibreler, hareketli hedeflerin tahmini hız hesabı üzerine derin beyin fırtınaları mevcut ama, ‘‘hedefin’’ ne olduğu belli değil. Ordu ve emniyette görevli keskin nişancılar birer profesyonel, ancak sivillerin bir sniper tüfeği alıp bu siteden bilgi alışverişinde bulunarak ne yapacağı belirsiz.
İNSANLI EGZERSİZ YAPILIR MI?
Nitekim chat bölümünde bazı ziyaretçiler nasıl egzersiz yapacağı konusunda akıl fikir soruyor. Condor (Akbaba) isimli biri şöyle yazmış: ‘‘Keskin nişancılıkta nasıl pratik edinebilirim? Sokağa çıkıp yüzlerce metre öteden insan avlayamazsın... Yani bu toplumun kabul edebileceği birşey değil. İnsanlar şikayette bulunur. İşe polis karışır. Avukata ihtiyacın olur. Yani iyi bir keskin nişancı olmak için insan vurmaya değmez.’’
Ed isimli bir başka ziyaretçi ise hareketli hedeflerin zorluğundan yakınıyor ve ‘‘Aslında, hareketli nesneler arasında en kolay hedef insanlar. İnsanların tahmini hızına göre nişan almak çok daha basit.’’ Eğer ciddiyse, her an ‘‘kolay’’ bir hedef seçebilecek kıvama gelmiş gibi görünüyor.
Nişancı katilin tercih ettiği .223 kalibrelik mermiler üzerine de hayli sohbet edilmiş. Kimisi ‘‘Kent içinde yapılacak atışlarda ben .223 kalibreyi tercih etmezdim’’ diyor. Kimisi de ‘‘200 metreden beyni jöleye çevirmek için’’ başka önerilerde bulunuyor.
20 bin sniper tüfeği satılmış
SNIPERCOUNTRY.COM sitesinde sniper malzemeleri satan 100'den fazla şirkete link verilmiş. Rüzgarın hızına göre atışta gerekli düzeltmeyi anında hesaplayan cihazlardan şık susturuculara kadar her türlü malzemeyi bulmak mümkün. Son birkaç yıl içinde ABD çapında yaklaşık 20 bin adet .50 kalibrelik özel sniper tüfeği satılmış. Uzmanlar, bu tür silahlara olan ilgiyi biraz da Hollywood filmlerine bağlıyor. Ordu ve emniyetteki keskin nişancılar, ateşli silah meraklıları arasında zaten birer mitos kahramanı gibi görülüyor. Sinema ve televizyon da bu tür kahraman portrelerini iyice cilalıyor. Böylece bir sniper romantizmi doğuyor ve meraklı çevreleri oluşuyor.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2002
Harvard Üniversitesi'nden gizli bir komitenin, bilimin eğlenceli yönüne dikkat çekmek için son 12 yıldır verdiği Alternatif Nobel Ödülleri bu yıl da sahiplerini buldu. Ödül alan çalışmalar arasında antik heykellerin testislerindeki asimetriden, bira köpüğünün dayanıklılığının matematiksel ölçümüne, göbek kirinin genel bileşiminden Hindistan'daki fil nüfusunun tahmini yüzölçümü ve devekuşlarının insanlı ortamlardaki cinsel davranışlarına kadar yığınla faydalı çalışma var.
KEŞKE matematik gerçekten bu kadar eğlenceli olsaydı.
Matematiği sıfır biri olarak, bu yılki Alternatif Nobel Matematik Ödülü’nü çok tuttum. Hindistan'daki Kerala Ziraat Üniversitesi'nden K.P. Sreekumar ve G. Nirmalan'ın analitik çalışması, bu yılın şampiyonu oldu. İki Hintli bilimadamı, Hindistan'daki fil nüfusunun tahmini toplam yüzölçümü çalışmasıyla matematik ödülünün sahibi oldular.
Bu yılki Alternatif Nobel Barış Ödülü de çok anlamlı. İnsanla köpek arasındaki iletişimi sağlamak için köpek dilini tercüme eden Bow-Lingual adlı bilgisayar tabanlı otomatik cihaz aldı ödülü.
Son yıllarda Nobel Komitesi kime Barış Ödülü verse, hep dudak bükülerek karşılanıyor ya, işte bu yüzden barış dalındaki alternatif Nobel son derece ironik bir anlam taşıyor. Harvard'daki komite insanlar arasında barışın zorluğuna gönderme yaparcasına, ödülü, türler arası barış ve uyuma katkıda bulunan bilimadamlarına verdi. Ödüllü cihazı şu anda Japon piyasasında bulmak mümkün. Köpeğin havlama tonunu ölçerek hayvanın ruh hali hakkında bilgi veren cihazın İngilizce versiyonu da yakında piyasaya çıkacak.
Diğer bir hayvanlı çalışma da, dört İngiliz bilimadamına biyoloji ödülünü kazandırdı. Konu şu: ‘‘İngiltere'deki çiftlik koşullarında, devekuşlarının insanlar arasındayken gösterdiği flört davranışları.’’ British Poultry Science dergisinde yayınlanan araştırmaya göre devekuşları, insan gördükleri zaman cinsel açıdan daha aktif hale geliyorlar. Yani hayvanlarda biraz teşhircilik mevcut. Tabii bu araştırma çok lüzumsuz görünmekle birlikte devekuşu çiftliği sahiplerinin daha fazla verim elde etmesi açısından büyük önem taşıyor.
Hijyen dalındaki ödül de hayvan temizliği alanında müthiş bir performans sergileyen İspanyol mucit Eduardo Segura'ya verildi. Segura'nın kedi ve köpekler için geliştirdiği yıkama makinesi ödülü götürdü.
GÖBEK KİRİ VE TESTİSLER
Gelelim insanlara; Alternatif Nobel verilen çalışmalar arasında insanları en fazla ilgilendiren, göbek kirinin bileşimi araştırmasıydı. Sydney Üniversitesi'nden Karl Kruszelnicki, göbek kirinin tıknaz, orta yaşlı ve kıllı karınlı erkeklere özgü olduğunu ve kumaş lifleriyle deri hücrelerinin bileşiminden meydana geldiğini ortaya koyan çalışmasıyla disiplinler arası ödülü kazandı. Yaklaşık 5 bin kişinin göbek kirini analiz eden Kruszelnicki, kumaş lifi ve deri hücrelerinin kıllar aracılıyla göbek deliğinde toplandığını belirterek son noktayı koyuyor: ‘‘Malum, bütün yollar Roma'ya çıkar.’’
Kruszelnicki göbek kiri oluşumuna karşı önlem olarak önden kapaklı otomatik çamaşır makinesi kullanılmasını öneriyor. Çünkü önden kapaklılar, tepeden kapaklılara göre daha narin bir yıkama sağlıyor, böylelikle lifler açığa çıkmıyor. Araştırmaya göre çamaşır makinesini değiştirenlerin göbek kirlerinde dramatik bir düşüş meydana geliyor.
İnsanoğlunu ilgilendiren diğer bir çalışma da antik heykellerdeki testis orantısıyla ilgiliydi. İngiliz psikolog Prof. Chris McManus, İtalyan müzelerindeki çıplak heykellerin, gerçeğe tamamen zıt bir şekilde, sol testislerinin sağ testislerine göre daha büyük olduğunu keşfettiği çalışmasıyla tıp ödülünü aldı. Prof. McManus tam 107 heykeli inceledikten sonra Antik Çağ heykeltraşlarının son derece isabetli bir şekilde sağ testisi sola göre daha yukarı yerleştirdiğini, ancak hep aynı hatayı yaparak aşağıda kalan sol testisi daha büyük gösterdiğini, bununla birlikte ademoğlunun sağ testisinin aslında sola göre daha büyük olduğunu mükemmel bir şekilde tespit etmişti.
Edebiyat ödülünü ise ‘‘Önceden Çizilmiş Satırların Okuma Kavrayışı Üzerindeki Etkisi’’ başlıklı çalışmayla Amerikalı Vicki Silvers ve David Kreiner aldı. İki bilimci, kullanılmış ders kitabı alan öğrencilerin, altı çizili satırlar üzerinde yoğunlaşması nedeniyle sınavlardan daha düşük not aldığını tespit etmişlerdi ve okul kitabı yayıncılarının hesabına çalışmadıklarına da yemin ediyorlardı.
BİRA KÖPÜĞÜNE STANDART
Fizik dalındaki ödülü de Münih Üniversitesi'nden Arnd Leike, bira köpüğünün dayanıklılık süresini matematik yasalarıyla ölçerek bir standart getiren çalışmasıyla aldı.
Yılın en ibret verici ödülü ise kuşkusuz ekonomi alanındaydı. Amerika'daki şirket skandallarının kahramanları muhasebe yetenekleri (!) sayesinde topluca ödüle layık görüldüler. Enron, Arthur Andersen, WorldCom ve Adelphia gibi şirketlerin muhasebe dalavere uzmanları, hayali rakamların matematiksel konseptini iş dünyasına başarıyla uyarladıkları gerekçesiyle ekonomi ödülünü kazandılar.
Ancak hapiste oldukları için ödüllerini almaya gidemediler.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2002
<B>D</B>ünya Sağlık Örgütü'nün geçen perşembe günü yayınladığı şiddet raporundan yine bir kadınlık trajedisi çıktı. Cinsel şiddetten cinayete varan geniş bir yelpazede kadınların dünyanın bir numaralı kurbanları olduğu bir kez daha belgelendi. Rapora göre dünyada her yıl 1.6 milyon insan şiddete kurban gidiyor. Bu ölümlerin büyük bölümü gelir düzeyi düşük ülkelerde yaşanıyor. Ancak kadınlara gelince durum değişiyor. Kadınlar, zengin-yoksul bütün ülkelerde öldürülüyor. Din ve sosyal sınıf tanımayan bir aile içi şiddet dünyayı sarmış durumda. Kadınların yüzde 40-70'i kocaları ve sevgilileri tarafından öldürülüyor. Çoğunlukla suç bile sayılmayan dayak, psikolojik zulüm ve bunları takip eden intiharlar da cabası.
Tabii kadınlar da kocalarını öldürüyor, sevgililerine kıyıyor.
Hatta gazetelerin polis-adliye sayfalarındaki ‘‘canavar kadın’’ manşetlerine bakınca onların çoğunluğu temsil ettiği bile zannedilebilir.
Ancak eşine kıyan kadın ve erkek istatistikleri arasında derin bir uçurum mevcut. Dünya Sağlık Örgütü'nün Avustralya, ABD, Kanada, İsrail ve Güney Afrika'dan topladığı datalara göre kadınların yüzde 40-70'i partnerleri tarafından öldürülüyor.
Erkek kurbanların durumu ise hayli farklı. Örneğin ABD'de 1976-1996 yılları arasında cinayete kurban giden erkeklerin sadece yüzde 4'ü eşleri, eski karıları veya kız arkadaşları tarafından öldürülmüş.
Cinsel şiddet ise sadece erkeklere özgü bir uygulama. Rapora göre 1982-1999 yılları arasında incelenen 48 ülkede kadınlar, yüzde 69'a varan oranda, yaşamlarının bir döneminde kocaları ya da sevgililerinin cinsel şiddetine maruz kaldıklarını söylemişler.
Raporda dehşet verici bir rakam daha var. Genç kızların üçte biri ilk cinsel deneyimini, karşı cinsin zorbalığı sonucu ediniyor.
Dünya Sağlık Örgütü'nün yaptığı çalışmaya göre şiddet kesinlikle gelir düzeyiyle ilgili bir sorun. Şiddete bağlı ölümlerin çoğu gelir düzeyi düşük ülkelerde meydana geliyor. Genel rakamlara bakınca dünyada erkeklerin daha fazla şiddete maruz kaldığı görünüyor. Erkek cinsinin yüzde 14'ü, kadınların ise yüzde 7'si şiddet sonucu ölüyor. Ancak erkek ölümleri, yine erkeklerin çıkardığı silahlı çatışmalarda, erkeğin erkeğe uyguladığı şiddet sonucu meydana geliyor.
Silahsız, savunmasız kadınlar ise mutlaka ve mutlaka erkek şiddetinde canını teslim ediyor. Erkek ölümlerinin aksine, şiddetten kaynaklanan kadın ölümleri yeryüzünde homojen bir dağılım gösteriyor. Din, etnik köken, sosyal sınıf gibi faktörlerden bağımsız olarak, zengin-yoksul bütün ülkelerde kadın erkeğin kurbanı olabiliyor.
ŞİDDET SAĞLIK SORUNUDUR
Bir BM organı tarafından bugüne kadar yayınlanan en kapsamlı şiddet araştırması olan 346 sayfalık rapor, marjinal bir siyasi amaç taşımıyor. Militanca bir insan hakları savunuculuğu taslamıyor. Şiddete bütün dünyayı ilgilendiren bir sağlık sorunu olarak yaklaşıyor ve hükümetlerin yardımıyla bireyleri saran zehri akıtmak, tedavi etmek istiyor. Hükümetlerden şiddete bir ‘‘kanun ve düzen’’ meselesi olarak değil, halk sağlığı sorunu olarak yaklaşmaları isteniyor. Şiddet eylemlerinin çoğu kapalı kapılar ardında kaldığı için zaten suç olarak kayıtlara geçmiyor.
Çünkü şiddet, aynı hastalıklar gibi önceden tahmin edilebilir özellikler taşıyor. Aynı hastalıklar gibi üzerinde çalışma yapılması, nedenlerinin ortaya çıkarılması ve tedavi uygulanması mümkün görülüyor.
Ayrıca şiddet kurbanları sadece ölmüyor. Sakat kalıyor, ruhu yara bere alıyor, hamile kalıyor, cinsel hastalıklara yakalanıyor, intihar eğilimi göstermeye başlıyor. Aile içi şiddete maruz kalan kadınlarda da aynı belirtilerin yanı sıra, sindirim bozuklukları ve kronik ağrıya rastlanıyor. Yani bu hastalıklar ortaya çıkmadan, şiddete yol açan nedenlerin tedavi edilmesi gerekiyor. Çünkü şiddet, insanlığın kaçınılmaz bir parçası değil, yeterli kararlılık gösterildiği takdirde üstesinden gelinemeyecek bir sorun da değil.
Raporda ilginç bir ayrıntı daha var. Doğrudan bir şiddet biçimi olan savaş yeni şiddet biçimleri doğuruyor. Savaşlar bittikten sonra, şiddet rakamlarının eskiye göre arttığı gözleniyor. Çünkü piyasada daha fazla silah bulunuyor ve genç erkekler dövüş eğitimi almış oluyor.
Şiddet istatistikleri
Dünyada dakikada bir kişi öldürülüyor
Dünyada her yıl yaklaşık 1.6 milyon insan şiddet sonucu ölüyor.
Bu rakama, insanın kendi kendine uyguladığı bir şiddet biçimi olarak intiharlar da dahil. 1.6 milyonun yarısını intiharlar oluşturuyor. İntihar edenlerin yüzde 60'dan fazlası erkek. İntihar, 15-44 yaş grubunda dördüncü ölüm nedeni.
Cinayetler şiddete bağlı ölümlerin yaklaşık üçte birini oluşturuyor. Şiddet yüzünden ölümlerin beşte biri savaşlardan ileri geliyor.
Tanzanya'da her yıl ortalama 500 yaşlı kadın cadılık suçlamasıyla öldürülüyor.
Dünyada günde 1424 kişi cinayete kurban gidiyor. Yani dakikada bir kişi öldürülüyor.
Maktullerin yüzde 77'sini, çoğu 15 - 29 yaşlarındaki erkekler oluşturuyor. Gençler arasında cinayet işleyenlerin oranı dünyanın her yerinde artış gösteriyor.
Dünyada ölümlerin sadece yüzde 3'ü şiddetten kaynaklanıyor. Bu da veremden ölüme eşit.
Zengin ülkelerde şiddetten ileri gelen ölüm oranı yüzde 2, yoksul ülkelerde ise yüzde 3.2.
Silahlı çatışmalarda saatte 35 kişi ölüyor.
20. Yüzyılda dünyada yaklaşık 191 milyon kişi savaşlarda öldü. Ölenlerin yarısı sivil.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2002
Bush Irak'a saldırdığı takdirde yaklaşık 10 bin sivil ölecek. Pentagon'un tahmini böyle. Ölecek ABD askeri sayısı ise taş çatlasa 250. Çoğu ABD'linin onaylayabileceği bir rakam.Peki, olası bir operasyonda daha fazla asker ölürse ne olacak? Bu soru, savaş karşıtı medyada sıkça gündeme getiriliyor. Çünkü şu anda savaşla ilgili demokratik bir tartışma ortamı bulunmuyor. Amerikan halkından savaşa girmesi isteniyor, ancak gerekçeleri açıklanmıyor. Bush'un ‘‘Saddam kötü adam. Zaten babamı da öldürmek istemişti’’ sözleri artık en sıradan Amerikalı'ya bile bir savaş gerekçesi gibi gelmiyor. ‘‘O babasının intikamını almak istiyor’’ görüşü giderek ağırlık kazanıyor.
İNGİLTERE Başbakanı Tony Blair geçen hafta, kendisiyle Bush'tan başka kimseye sansasyonel gelmeyen Irak raporunu açıkladıktan sonra Washington'da bir gazeteci Bush'a şu soruyu yöneltti:
‘‘Sayın Başkan, Başbakan Blair neden yeni bir kanıt getirmedi?’’
Bush'un yanıtı şöyle oldu:
‘‘Kaynaklarını korumak için...’’
O dakikaya kadar sadece kendilerinin kaynakları gizleme hakkına sahip olduğunu düşünen gazeteciler bu cevap karşısında çok şaşırdılar. Blair, Saddam'ın 45 dakika içinde kimyasal silahlara başvurabileceğini, hatta nükleer bomba da atabileceğini kesin bir şekilde söylüyor, ancak hiçbir kanıt göstermiyordu. Bush da raporu harika bulduğunu, Irak'ın her an herkese karşı kullanabileceği korkunç silahları olduğunu söylüyor, ancak kanıtları ele vermek istemiyordu.
Tabii bu durum medyadan homurtuların yükselmesine neden oldu. Savaş karşıtı bir tutum hissettirmeyen The Washington Post dahil. Bu gazetede yazan Michael Kinsley ‘‘Bu şartlar altında demokratik bir ülkenin vatandaşı şu önemli sorunun yanıtını nasıl verebilir; Acaba gerçekten savaşa girmeli miyiz?’’ Kinsley'e göre, Bush Yönetimi'nin resmi yanıtı ancak şu şekilde özetlenebilirdi: ‘‘Siz o güzel başlarınızı böyle şeylere yormayın.’’
BÜTÜN GÜÇ TEK KİŞİDE
Bush'un bu anti-demokratik tutumu ‘‘Sana saldırmaya niyetli diğer ülkelerin harekete geçmesini beklemeden, önce sen saldır’’ şeklindeki yeni askeri doktrinle bir araya geldiğinde iyice rahatsız edici bir hal alıyor. Yorumcuların görüşü şu: Geleceğin savaşları böyle alakart olacaksa, bu kadar meşum bir gücü bir kişinin ellerine teslim etmek doğru olur mu?
Bush'un ne kendi Kongresi'ni ne de Birleşmiş Milletler'i muhatap alan tutumu, Demokratların çoğunlukta olduğu Senato'yu halkın güvenliğini düşünmemekle suçlaması, Beyaz Saray'ı her kesimle kavgalı hale getiriyor. Blair hariç...
İngiltere ile ABD'nin hazırladığı sert karar tasarısına BM Güvenlik Konseyi'nin diğer üç üyesi Çin, Fransa ve Rusya kesinlikle karşı çıkıyor.
Bush'un savaş yetkisi almak üzere Kongre'ye verdiği önerge de aşırı talepkar bulunuyor. Demokratlara göre Bush'un istediği sınırsız yetkiler kabul edilebilir gibi değil. Örneğin, Irak'ın Körfez Savaşı sırasında esir aldığı Kuveytlileri geri vermemesi halinde ABD'ye güç kullanma yetkisi verilmesi isteniyor. Saddam Hüseyin'e kitle imha silahlarını teftişe açması konusunda sert davranılması gerektiğini Kongre de kabul ediyor, ancak savaş için daha fazla bahane yaratılmasını istemiyorlar.
BABAMI ÖLDÜRECEKTİ
Bush geçen hafta Teksas'taki bir yardım yemeğinde yaptığı konuşmada şöyle dedi: ‘‘Saddam bütün ülkeler için bir tehdittir. Ancak asıl nefretinin bize yönelik olduğu da bir gerçek. Neticede o benim babamı öldürmek istemişti.’’
Bush'un gönderme yaptığı bu olay 1993'te ortaya çıkmıştı. Baba Bush o yıl Kuveyt'e gittiği sırada, bombalı araçla saldırı girişimi ortaya çıkarılmıştı.
Bush, 12 Eylül günü BM Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada da aynı konuyu gündeme getirmişti. Ama, o konuşmada işi fazla kişiselleştirmemek için ‘‘babam’’ yerine ‘‘bir Amerikan başkanı’’ demişti.
Durum böyle olunca ABD Başkanı'nın babasının intikamını almaya çalıştığı, hatta bu işi yaparken ona akıl danıştığı inancı iyice kuvvetlendi.
The New York Times bu konuya derinlemesine eğiliyor. Elisabeth Bumiller imzalı yazıya göre Bush sabahları erkenden büyük Bush'u telefonla arıyor ve teklifsizce ‘‘Babam orada mı?’’ diyor. Eğer telefona çıkan kişiyi tanıyorsa, ‘‘Selam, ben başkan’’ diye giriyor lafa. Aile dostlarının verdiği bilgiye göre, Bush babasını haftada iki kez arıyor ve telefonu, Beyaz Saray operatörü değil, kendisi çeviriyor.
Şimdi 41 ve 43'üncü başkan arasındaki bu görüşmelerde ne kadar savaş muhabbeti yapılıyor, merak edilen bu. Acaba 41, kendi başladığı işi bitirmesi için 43'e baskı yapıyor mu? ‘‘Aman oğlum, ne yap yap Kongre ve BM'nin desteğini al’’ diyor mu? 43 neden şimdi durup dururken ‘‘O adam babamı öldürmek istedi’’ diyerek işi kişiselleştiriyor?
Bush ailesinin yakınları ve Beyaz Saray danışmanlarının ifadesine göre Baba Bush Irak konusunda oğlunu fazla etkilemiyor. Ne yapması gerektiğini hiçbir şekilde doğrudan söylemiyor. Ayrıca 43, bir evlat olarak duygularıyla Silahlı Kuvvetler Komutanı olarak taşıdığı sorumluluğu birbirinden ayırt etmeyi çok iyi biliyor.
Eski bir dostun ifadesine göre zaten Baba Bush da telefon açıp ‘‘Hey Georgie, şunu şunu yap’’ diyecek tıynette bir adam değil.
Yazının Devamını Oku