18 Ocak 2003
İnsan beyninin gelişimini erkeklere yontan teori şöyle der; 2 milyon yıl önce Afrika ve Asya'da yaşayan homo erectus erkeğinin av yeteneği sayesinde insanoğlu etle beslenmeye başlamış ve böylece modern insanın evrimi başlamıştır. Yani kadınlar oturup mağarada çocuk bakarken, erkek cinsinin uğraşları sonucu, insan zeki bir yaratık haline gelmiştir. Ancak arkeolojik bulguları yeniden yorumlayan bazı araştırmacılara göre bu teori muhtemelen doğru değil. Çünkü erkeklerin aslında avlanmadığını gösteren kanıtlar var. Aileleri kimin beslediğine gelince, onun da yanıtı şu:
Meğerse adamlar cengaver birer avcı değil, aynı leş yiyici sırtlanlar gibi yağmacıymış. Şahsen atalarımıza sövmek niyetinde değilim ama, son arkeolojik yorum ve gözlemler, özetle bu cümleyi kurduruyor insana.
Kaynak; Evrimle ilgili araştırmaların yayınlandığı Journal of Human Evolution dergisi.
Araştırma sahibi, ABD'deki Utah Üniversitesi Arkeoloji Merkezi Direktörü James O'Connell.
Konu başlığı; Erkeklerin av yeteneği pek şüpheli, ailelerin gıda ihtiyaçlarını karşılayan kişiler büyükanneler olabilir.
O'Connell, bazı yeni bulgulara dayanarak, insan beyninin geçirdiği evrim ile av eti arasında kurulan ilişkinin abartılı olduğunu yazıyor. Yani geleneksel teoriye şüpheyle yaklaşıyor. Arkeolojik bulguların yanı sıra Doğu Afrika'daki çağdaş avcı-toplayıcı kabileler üzerindeki gözlemler de, aileyi besleme yoluyla evrime katkıda bulunan kişilerin erkekler değil, büyükanneler olabileceğini gösteren kuvvetli ipuçları veriyor.
Avlanma ve etoburluğun insan evrimini tetiklediği teorisi, büyük ölçüde, 2 milyon yıl kadar önce Afrika ve Asya'da yaşayan homo erectus kalıntıları üzerindeki incelemeden kaynaklanıyordu. Artık belini doğrultarak ayağa kalkmış, uzun kollu bu insanların beyinleri, selefleri homo habilis'e göre yüzde 50 daha büyüktü. Peki ama neden?
Büyük havyanlara ait kemik kalıntıları ile ilkel aletleri belirli bölgelerde bir arada bulan araştırmacılar, homo erectus erkeklerinin iri hayvanları avlamayı öğrendiği teorisini geliştirmişti. Bunlar avladıkları hayvanları eve götürüyor, kadın ve çocuklarla paylaşıyordu. Protein zengini et sayesinde beyinler gelişiyor, avlanma işi alet ve strateji geliştirmeyi gerektirdiğinden evrim süreci küçük beyinleri ayıklıyordu.
Ancak bazı araştırmacılar bu teoriye kuşkuyla yaklaşmaya başladılar. O'Connell yönetimindeki Utah Üniversitesi araştırma ekibi, iri hayvanlara ait kemiklerin bir arada bulunmasını bir de şu bakış açısıyla yorumladı: Erkekler, örneğin aslan gibi hayvanlar tarafından avlanmış iri yarı hayvanların leşlerine konuyordu. Çünkü bulunan kemiklerin üzerinde sadece taştan yapılmış alet izleri değil, diğer yağmacı hayvanların bıraktığı izler de bulunuyordu. Bu izler, modern leş yiyicilerin bıraktığı izlerle karşılaştırıldığında, kalıntılar bugünkülerle büyük bir benzerlik gösteriyordu.
Ayrıca kemik öbeklerinin bulunduğu yerler genellikle yağmacıların bulunduğu nehir kenarlarına yakın bölgelerdi.
OLSA OLSA TAŞ ATMIŞLARDIR
Bu arada 1980'lerde Doğu Afrika'daki Hadza kabilesini inceleyen araştırmacılar bir şeyi daha tespit etmişti; Taş Devri'ne göre çok daha gelişmiş ok ve yaylarla bile büyük hayvanların avlanabildiği pek nadir görülüyordu. Erkekler ancak ayda bir kere şöyle büyük bir parti vurabiliyordu ki, bu ganimetin koca bir aileyi bu kadar uzun süre beslemesi mümkün değildi.
Taş Devri erkeklerin elinde ok ve yay bulunmadığına göre onların işi daha da zordu. Bu nedenle ellerindeki taş aletler olsa olsa, leş yiyen yağmacıları kaçırmaya yarıyordu. Taş ve kemik kalıntılarının bir arada bulunma nedeni de buydu.
BÜYÜKANNE FAKTÖRÜ
Afrika'daki Hadza kabilesine yönelik bir başka gözlem de şu: Kabilenin yaşlı kadınları, çocuk bakan genç annelerin sırtındaki yükün hafifletilmesinde önemli rol üstleniyor. Kök bitkiler toplayıp, kaplumbağa ve küçük kemirgen hayvanları avlayarak ailenin gıda ihtiyacını karşılıyorlar.
Şimdi O'Connell, homo erectus büyükannelerinin de evin erzak işini üstlenmiş olabileceğini ileri sürüyor. Ancak bunun için biraz uzun ömür gerekiyor. Yani kızı doğum yaptığında, büyükannenin hayatta olmasını sağlayacak kadar uzun bir ömür. Tabii ki uzun bir ömür de, daha geç yaşlanmayı, daha büyük bir beden ve beyni gerektiriyor. Bunlar da modern insana doğru evrimin ana unsurları. Ve biz bunları büyükannelere borçluyuz.
O'Connell'in bu teorisi doğruysa, kadının evde çocuk baktığı, erkeğin de yiyecek getirdiği çekirdek aile modelinin tarih öncesinde pek de geçerli olmadığı sonucu ortaya çıkıyor.
Homo erectusun beden ölçüsündeki değişim de, kadınların evrim sürecinde sanıldığından daha önemli bir rol oynadığını gösteriyor. Stanford Üniversitesi'nden antropolog Richard Klein, homo erectus öncesinde kadınların erkeklere göre çok daha ufak yapıda olduğunu, ancak homo erectus'la birlikte serpildiklerini söylüyor. Bu da onların, daha önce yapmadıkları bir işle uğraştıklarını gösteriyor. Örneğin yiyecek bulma işi.
Peki eğer anne ve büyükanneler, aileyi besleme işini yüklendiyse, o halde erkekler neden avcılık ve yağmacılık gibi tehlikeli işlere girişiyordu?
O'Connell şu yanıtı veriyor: Kadınları etkileyip sosyal statü sahibi olmak için. Kısacası gösteriş.
Evde büyükanne varsa çocuk hayatta kalıyor
İnsanın evrim sürecinde nine faktörünün önemini farkeden ilk bilim adamı James O'Connell değil. Tarihteki insan topluluklarıyla ilgili başka araştırmalar da, çocukların hayatta kalmasının büyük ölçüde, büyükannenin varlığına bağlı olduğunu gösteriyor.
Indiana Üniversitesi'nden antropolog Cheryl Jamison, bir Japon köyünün 1671-1871 yılları arasındaki belgelerinin tamamını bulmuş ve incelemişti. Bu belgelere göre, eğer evde bir büyükanne varsa, erkek çocukların küçük yaşta ölüm oranı yüzde 52 oranında düşüyordu. Ayrıca Ruth Mace ve Rebecca Sear adlı iki İngiliz araştırmacı da, 1950 - 1974 yılları arasında Gambia'nın kırsal bölgelerinde, büyükanne faktörünün çocuk ölümlerini yarı yarıya azalttığını tespit etmişlerdi.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2003
Olayların tamamı trajik. Ama her yılın başında DarwinAwards.com sitesine bakmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Her yıl ahmakça girişimler sonucu ölenlerin ruhuna Darwin ödülü veriliyor bu sitede. Örneğin oksijen çadırında sigara içenler, tüpgazda kaçak olup olmadığını çakmakla kontrol edenler gibi... Dünyaya ayak uyduracak kapasiteye sahip olmadığı için genleriyle birlikte öbür dünyaya göçen, yani Darwin kuramı doğrultusunda seleksiyona uğrayan bu kişilerin ödül alabilmesi bazı kurallara bağlı. Çocuk ve zeka özürlü olmamaları, kendi özgür iradeleriyle hareket etmeleri gerekiyor. Yeterli muhakeme gücüne sahip olmaları en önemli koşul.
Darwin ödülleri kriterlerine göre kendilerini gen havuzundan izole edenler genelde suçlular oluyor. Ne var ki 2002 yılının mansiyon ödülü bir suçluya değil, tam tersine bir hukuk adamına ait. Söz konusu kişi Pakistanlı bir yargıç.
Geçen yıl adamın biri Pakistan'da el bombası bulundurmak suçundan hakim karşısına çıkarılıyor. Adam polise meydan okuyor; getirin gösterin bakalım şu bombayı diyor. Polis de getiriyor. Sanık, bombanın sahici olmadığını iddia ediyor. Hakim bir yandan iddialara kulak verirken, diğer yandan kararlı bir şekilde bombayı eline alıyor ve pimini çekiyor! Neyse ki sadece yaralanıyor. İşte sıkı bir ödül yerine sadece mansiyon alması da yaralanmış olmasından kaynaklanıyor. Çünkü ortama ayak uyduracak zeka kapasitesine sahip olmadığı halde hayatta kalıyor, genleri seleksiyona uğramıyor.
Amerika'da da bir pilot ve yolcusu Darwin ödülünü kılpayı kaçırıyorlar. Bu ikili bir yandan uçarken, havadan çakal avlayarak eğleniyorlar. Ancak bir ara yolcu hedefini şaşırıyor ve yanlışlıkla uçağın sağ kanadını vuruyor. Sonuç: uçak düşüyor. Neyse ki pilot ve yolcusu sadece yaralanıyor. Çakal da öyle. Yani bu hikayenin kahramanlarına da Darwin ödülü yok.
ÖDÜLLER 1993'TEN BERİ VERİLİYOR
Charles Darwin'e göre türler, çevrelerine daha iyi uyum sağlamak için zaman içinde evrim geçirirler. Diyelim ki, sık ağaçları olan bir yerde uzun boyluların dallara çarparak ölüm oranı kısa boylulara göre daha yüksektir ve sonunda kısa boyluların genleri gelecek kuşaklara geçer.
Stanford Üniversitesi'nden Wendy Northcutt, 1993'de evrim teorisini araştırırken, ani salaklık sendromu sonucu ölenlerin de seleksiyona uğradığını düşünüyor. Böylece Darwin ödülüne layık olabilecek haberleri toplamaya başlıyor ve DarwinAwards.com sitesini kuruyor. E-mail'lerle gelen yeni hikayelerle site bir kara mizah platformuna dönüşüyor. Sonunda her yılın ödüllük olayları belirleniyor.
SİGORTAYI DOLANDIRMAK UĞRUNA ÖLDÜ
2002'nin salakça ölümlerine bakınca, çoğunun suç işleme girişimi sırasında meydana geldiği görülüyor. Bunlar arasında en tüyler ürpertici olanı ise İtalya'nın Tirol bölgesinden. Andreas adında 23 yaşındaki gencin cesedi, bir bacağı dizinin altından motorlu testereyle kesilmiş vaziyette kırsal alanda bulunuyor. Ortalık kan gölü. Polis gencin bir sadistin kurbanı olduğunu düşünüyor. Sonra gerçek ortaya çıkıyor. Andreas'ın kuzeniyle birlikte sigortayı dolandırma girişimi sırasında can verdiği anlaşılıyor. 29 yaşındaki kuzenin verdiği ifadeye göre bu ikili birkaç tane sigorta poliçesi yaptırıyor. Sigorta şirketlerinden birkaç milyon dolar kaldırmak için yapmaları gereken tek şey, kalıcı sakatlık sağlamak. Kuzeni, Andreas'ı bir bacağını motorlu testereyle kestirmeye ikna ediyor! İlkyardımdan çok iyi anladığını, atardamardaki kanı hemen durduracağını söylüyor. Ama, kan durmuyor. Kuzen paniğe kapılıp kaçarken, motorlu testereyi de nehre atıyor. Şu anda ölüme sebebiyet vermekten yargılanıyor.
SOYACAKLARI KAMYONUN ALTINDA KALDILAR
Bangladeş'te çok film seyrettikleri anlaşılan altı soyguncu geceyarısı otomobille işe çıkıyor ve ilk geçeni soymak üzere aracı yola enlemesine bırakıyorlar. Hesapta gelen aracı böylece durduracaklar. Ancak otomobilin içinden çıkmayı unutuyorlar. İlk gelen, yüklü miktarda sığır taşıyan bir kamyon oluyor. Ancak şoför kamyonu durdurmayı başaramıyor ve soyguncuların aracını biçiyor. Soyguncuların yanı sıra bir inek de ölüyor.
HAYRET! SİLAH SATICISI SİLAHLI ÇIKTI
Albuquerque'de üç adam, gazeteye satılık silah ilanı veren kişiyi soymaya karar veriyor ve randevulaşıyorlar. Buluşma yerine gittiklerinde adamın suratına göz yaşartıcı gaz sıkıyorlar. O da ne! Adam ‘‘silah’’ çekiyor. İçlerinden 18 yaşındaki Carlos mermiye hedef olarak ölüyor. Diğer ikisi ise silah satan bir adamın silah çekeceğini akıl edemediklerini söylüyorlar.
KENDİSİNİ BAŞININ ARKASINDAN VURDU
ABD'nin Colorado eyaletinde çaldığı otomobili çılgıncasına hızlı kullanan Gerald adlı genç adam, polis tarafından durdurulunca, yaya olarak kaçmanın daha akıllıca bir iş olduğuna karar veriyor. Tabana kuvvet kovalamaca sırasında ilginç bir karar daha alıyor: Peşindeki polislere ateş etmek. Bir yandan koşarken, 9 mm'lik Ruger yarı otomatik silahı arkasına doğru körlemesine sıkıyor. Ve kendisini başının arkasından vurmayı başaran ilk insan olarak tarihe geçiyor.
TELEFONLA KONUŞMAK İÇİN DAĞA TIRMANDI DÜŞTÜ ÖLDÜ
Suç işlerken değil de, masum amaçlar uğruna ahmakça ölenler de var.
Yasak olsun olmasın, araç kullanırken telefonda konuşmak son derece tehlikeli. Ama dağa tırmanırken daha da tehlikeli... ABD'nin Alaska eyaletinde meydana gelen olay da bunu doğruluyor. Marc adında 30 yaşındaki bir dağcı, ekip arkadaşlarıyla birlikte Şeytan Parmağı adı verilen son derece dik bir tepeye tırmanış yapıyor. Gece kamp yerinde otururken Marc'ın birisine telefon açacağı tutuyor. Ancak kamp yerinde şebeke gittiği için bir elinde telefon tepeye tırmanmaya kalkışıyor ve tabii son tırmanışı oluyor. Marc'ı düştüğü yerden çıkarmanın imkansız olduğunu gören arkadaşları, ‘‘En sevdiği şeyi yaparken ölen arkadaşımız orada kalsın’’ diyorlar. Ancak Marc'ın en sevdiği şeyin tırmanmak mı, yoksa telefonda konuşmak mı olduğuna açıklık getirmiyorlar.
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2003
<B>GRUP BOTOKS</B><br><br>Son günlerde Avrupa'daki Müslümanlar arasında yükselen bir trend var: Mekke Cola içmek. Gazı, renk kıvamı filan esas kolayı aratmamakla birlikte tadında iş yokmuş. Ancak Mekke Cola içenler bir şekilde Amerikan emperyalizmine karşı gelmenin lezzetine varıyormuş. Acaba bu protest içecek 2003 yılında global bir trende dönüşebilir mi? Hele de Irak'ta savaş çıkarsa, 1.5 milyar Müslüman yüzünü Mekke Cola'ya mı döner, yoksa esas kolaya sadık mı kalır? Bush Yönetimi'ne yönelik onca tepkiye rağmen dünya, Amerikan kültürünün 2002 yılında ürettiği yenilikleri de her zamanki gibi izler mi? Örneğin kadınlar, ABD'de yeni türeyen botoks partileri ve göbek deliği ameliyatlarının takipçisi olur mu?
THE New York Times Magazine geçen ay, 2002 yılında ortaya çıkan yeni fikir ve buluşlarla ilgili geniş bir liste yayınladı. Yenilik olsun diye de, klasik 100 rakamını bir kenara atarak, bundan sonra ABD sınırlarını aşıp dünyaya yayılacak fikir ve buluşların sayısını 97 ile sınırladı.
Tabii bunlar arasında yerel bazda kalması çok muhtemel olanlar da var. Örneğin terörist eylem anında gökdelenlerden atlamak için geliştirilen kullanımı basit paraşütlerin dünyaya yayılması ihtimali zayıf görünüyor. Hatta Amerika'da bile fazla pazar şansı yok. Çünkü son anketlerden birine göre ABD'de ‘‘hayatta en çok terörden korkuyorum’’ diyenlerin oranı sadece yüzde 14.99.
Ancak listedeki yeniliklerden birkaç tanesi gerçekten global yayılma eğilimi gösterecek cinsten. Dünyanın ister istemez çok konuşacağı şeyler. Özellikle de Irak'ta savaş çıkması halinde kullanılacak olan yeni silahlar. Yani bütün dünya ile birlikte biz Türk halkının yüzde 87 oranında reddettiği savaş çıkarsa, ABD'nin kullanacağı yeni silahları enine boyuna yazıp çizeğiz. Daha doğrusu, henüz el değmemiş mikrodalga bombaları filan çoktan yazmaya başladık da, bunların Irak hedefleri üzerinde nasıl etki gösterdiğini milimetrik şekillerde analiz edeceğiz.
GRUP BOTOKS MODASI
Savaş süredursun kadınların daha genç ve güzel görünmek için verdiği ebedi savaş da devam edecek. Bu alanda Amerika'da iki yeni trend var; Botoks partileri ve göbek deliği ameliyatları.
Şimdi botoksun neresi yeni, etraf botokslu yüz dolu diyeceksiniz. Ancak bizimkiler bireysel ve son derece mahrem. Amerika'dakiler ise Las Vegas'a botoks paket turları örneğinde görüldüğü üzere çok yeni. Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi'nin (FDA) geçen Nisan ayında botoksun tıbbi amaçlı kullanımına izin vermesinden sonra ABD'deki botoks salgını abartılı boyutlara ulaştı. NY Times'ın ekindeki yazıya göre hafta sonu botoks kürü turları düzenlenir oldu. Radyolar ilk on şanslı dinleyiciye alışveriş merkezlerinde botoks enjeksiyonu hediye etmeye başladılar. Botoks yaptırmış mutlu kadınlar, grup halinde çektirdikleri parti fotoğraflarını internette yayınlamayı adet edindiler. Hatta bunlar arasında karı-kocalar olduğu bile görüldü.
Aslında botoksun bir grup eylemine dönüşmesinin maddi nedenleri var. ‘‘A tipi botulinum toxin’’in raf ömrü çok kısa. Tek kişi tarafından kullanılmak üzere alındığı zaman pahalıya mal oluyor. Grup halinde kullanılırsa daha ekonomik. Bir estetik cerrah, ‘‘İnsanlar botoks yaptırırken bir arada olmayı, birbirini desteklemeyi seviyor’’ diyor. Bir başka hekim de ABC Televizyonu'na açıklamasında ‘‘Belki buna bir grup terapi unsuru olarak bakabiliriz’’ diye konuşuyor. Çünkü enjeksiyonlar çoğunlukla grup halindeyken yapılıyor.
BRITNEY GÖBEĞİ
Ve sonunda bir TV programında yayınlanan botoks partisiyle iş doruk noktasına varıyor. Bir takım insanlar alnı kırışmasın diye yüzünü botoksla aşılatıp kaslarını felç ederken, on binlerce kişi ekran başında onları izliyor.
İnsanın kendini yenilemesinin en geleneksel yolları silikon göğüs ve liposuction. Ancak geçen yıl ABD'de yeni bir moda çıktı. Karın yağlarını liposuction ile yok etmekle kalmayıp, bıçak altına yatarak göbek deliğine yeni bir şekil vermek. Göbek açma modası yayıldıkça ve Britney Spears o dümdüz karnıyla klip üstüne klip çektikçe, ameliyatların sayısı da arttı. 3500 dolara göbeklere şekil veren San Franciscolu cerrah Jim Romano, haftada üç-beş operasyon yaptığını söylüyor.
Böylece göbeği açıkta bırakan modayla birlikte estetik cerrahide de yeni bir alan açılıyor. Mayo Kliniği tarafından yayınlanan araştırmaya göre şu anda Amerika'da üniversiteli kızların üçte birinin göbeğinde piercing var. Yani göstermekte bir mahsur varsa o mıntıkanın derhal düzeltilmesi gerekiyor.
Tabii genel beğeni toplayan ideal biçimin de bulunması gerekiyor. Missouri Üniversitesi'nden Charles L.Puckett bu amaçla bir bilirkişi çalışması yapıyor, 15 erkek ve altı kadından oluşan bir jüri heyeti oluşturarak, 147 adet kadın göbeği fotoğrafı gösteriyor.
Ve jüri kararı: En çekici göbek delikleri küçük ve düşey olanlar ya da T biçimindekiler. Yatay olanlar - ki bunlar yaştan, hamilelik ve fazla kilodan kaynaklanıyor - beğenilmiyor. Kadınların yüzde 10'unun göbek delikleri ise iyice bozuk bulunuyor.
Bu arada laf plastik cerrahiden açılmışken, estetik alanında 2003 yılına ilişkin bir tahmin vereyim. Michael Jackson'ın artık yok olmak üzere olan burnunun bu yıl içinde sahibi aleyhinde dava açması ve hakimin yeni operasyon ihtimaline karşı ihtiyati tedbir kararı alması bekleniyor.
Mekke Cola sadece Fransa'da 2 ayda 2 milyon şişe sattı
BİR Fransız radyo habercisi olan Tunus kökenli Tawfik Mathlouthi'nin iki ay önce şirket kurarak üretimine başladığı Mekke Cola Avrupa'da hızla yayılırken, Çin ve Avustralya'dan siparişler gelmeye başlamış. Kuzey Afrika ülkeleriyle de ihracat anlaşmaları yapılmış. İki aydan bu yana sadece Fransa'da iki milyon şişe sattığını açıklayan Mathlouthi, ‘‘Bu içecek insana Amerikan emperyalizmine ve Amerika tarafından finanse edilen siyonizmin işlediği suçlara karşı durma duygusu veriyor. İnsanlar ABD'nin ikiyüzlülüğüne başkaldırmaya susamış’’ diyor. Mekke isimli kola üretme fikrinin duş yaparken aklına geldiğini söyleyen Mathlouthi, ‘‘Mekke Cola sadece bir içecek değil, Bush ve Rumsfeld'in politikalarını protesto aracı’’ diye görüş belirtiyor.
Bu da Amerikan yeniliği
Ağır çekim demokratikleşme
The New York Times'daki 97 maddelik listede bu da var. Malum, ABD Irak'a yüklenirken, Pakistan ve Suudi Arabistan'daki rejim defolarını görmezden geldiği için biraz ikiyüzlü bulunuyor. Hoover Enstitüsü'nden Larry Diamond'a göre ABD bu yıl özellikle Suudi Arabistan'da ‘‘slow motion’’ demokrasiyi devreye sokmaya çalışacak. Ani bir demokrasi olursa radikal İslamcı grupların ayaklanması, ordunun bunları bastırması ve yine anti-demokratik ortamın geçerliliğini korumasından endişe ediliyor. Bu nedenle önce parlamenter monarşiye geçilecek, seçimlerde sadece seçkin kesim oy kullanacak. Sonra da seçme hakkı aşamalı olarak tabana yayılacak.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2002
Bütün dünya Irak'a yapılacak muhtemel operasyona odaklanmışken bunu sormak münasebetsizlik gibi gelebilir. Ancak tam da şubat ayının ortasında uzaylıların dünyayı istila etmeyeceğini kim garanti edebilir? Ya da yıllardır beklenen sinyali gönderirlerse, dünyadaki muhatapları kim olacak? Hollywood filmlerinde uzaylılar hep NASA'nın ve ABD Başkanı'nın problemidir. Ama gerçek hayatta işin aslı öyle değil. Yani Bush Saddam'la savaşıyor, uzaylılarla uğraşamayacak kadar meşguldür diye endişe etmenin alemi yok. Çünkü uzaylıların dünyadaki muhatabı o değil, başka biri...
KOFİ Annan. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan. Uzaylılara karşı dünyadaki bir numaralı otorite o.
1967 tarihli BM sözleşmesinin on birinci maddesinde öyle yazıyor. Devletlerin Ay ve Diğer Cisimler de Dahil, Uzayı Kullanım ve Keşif Faaliyetleriyle İlgili Prensipler Sözleşmesi, uzaylıların dünya ile temasa geçmeleri halinde BM Genel Sekreteri'ni yetkili kılıyor. Sözleşmeye Türkiye de imza koymuş. Yani Uşak taraflarında tarlada, bostanda yaratık taşlamak BM sözleşmesinin ihlali anlamına geliyor. Uçan ya da yere konmuş tanımlanamayan bir cisim görüldüğü takdirde bunun derhal Birleşmiş Milletler'e haber verilmesi gerekiyor ki, Genel Sekreter Kofi Annan idareyi ele alabilsin.
Şaka değil, kağıt üstündeki uzay mevzuatı gerçekten böyle. Ancak bugüne kadar yüz bilmem kaç bin tane UFO görüldüğü halde olayın BM Genel Sekreteri'ne bildirildiğini bilen duyan yok. Zaten BM'nin de ‘‘Aman UFO'ları bize bildirin’’ diye bir derdi yok. BM'nin esas uğraş alanı kainattan gelebilecek radyo sinyalleri ve uzaydaki ani karşılaşmalar. New York merkeze bu konuda açıklama isteyen bir e-mail atıyorsunuz, ‘‘Şimdi Irak kriziyle uğraşırken, sen de nereden çıktın?’’ tonunda bir cevap geliyor ve uzayla ilgilenen Viyana'daki merkeze havale ediliyorsunuz. Viyana'daki Uzay İşleri Bürosu'nun ise şu sıra sinyallerle, yaratıklarla filan ilgilendiği yok.
Peki kim ilgileniyor? NASA mı? Hayır değil. Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi bilindiği gibi evrende yalnız olup olmadığımızı araştırmak için Mars'a keşif aracı filan gönderiyor, dünyaya inmesi muhtemel uzaylılara müdahale edecek merci ise Amerikan ordusu.
Ancak diyelim ki, NASA'nın aracı Mars'ta sürpriz bir şekilde akıllı varlıklarla karşılaştı? O zaman, insanlığın diğer bir gezegendeki yaratıklarla temas kurma misyonunu kim yüklenecek? NASA prosedürü şöyle: Derhal Başkan'a haber veriliyor, sonra SETI aranıyor, SETI de BM Genel Sekreteri'ni arıyor.
Radyo sinyalleri aracılığıyla dünya dışı varlıkları arayan SETI (Search for Extra-Terrestrial Intelligence) özel sektör tarafından finanse ediliyor. Bu enstitüdeki astronomlar radyo sinyalleriyle uzaylılarla haberleşecekleri günü bekliyorlar.
SİNYAL KAOS YARATIR
Peki SETI'ye uzaydan radyo sinyali gelirse ne olacak? Enstitünün Prensipler Deklarasyonu'na göre astronomların bu bilgiyi bir süre gizlemesi gerekiyor. Sinyalin gerçek olup olmadığı iyice kontrol edildikten sonra, ki bunun bir hafta sürmesi muhtemel, haberin kamuoyuna duyurulmasından önce durum BM Genel Sekreteri'ne bildiriliyor. Genel Sekreter üye devletlerle yapacağı konsültasyonlardan sonra karşı tarafa nasıl bir yanıt verileceği kararlaştırıyor. BM bu kararı bildirmeden önce SETI, dünyada yaşayanlar olduğunu gösteren hiçbir sinyal gönderemiyor.
Tabii bunlar tamamen kağıt üstünde. SETI'den astronom Seth Shostak uzaydan sinyal gelmesi halinde kesinlikle kaos yaşanacağını itiraf ediyor. Öyle soğukkanlı bir bürokrasi yürütmenin zor olacağını söylüyor. 1938 yılında Orson Welles, HG Wells'in Dünyalar Savaşı'nı radyoda okuyunca birçok dinleyicinin dünyayı Marslılar işgal etti zannederek paniğe kapılması gibi bir durum yaşanacağını tahmin ediyor Shostak.
Shostak'a göre, dünyaya sinyal gönderecek uygarlığın teknolojik olarak bizimkinden çok daha gelişmiş olması gerekiyor. Carl Sagan'ın romanından uyarlanan, Jodie Foster'in oynadığı Contact (Mesaj) filmi bu bakımdan çok gerçekçi. Çünkü uzaylılar bir mesaj göndererek, onları ziyaret edebilmek için nasıl bir makine yapılması gerektiğini anlatıyorlar. Bu da bizden en az 100 bin yıl ileride oldukları anlamına geliyor.
Yine de radyo sinyali gönderilmesi, uzaylılarla en ideal temas biçimi olacak. Çünkü panik de çıksa, en azından karşılık vermek için düşünecek zaman ve zemin var. NASA yetkilisi John Rummel, uzaylının farklı vücut kimyası nedeniyle dünyalıda biyolojik hasara yol açabileceğini belirterek, ‘‘Böyle bir karşılaşma evrendeki bir trafik kazası olabilir’’ diyor.
Artık iyice anlaşıldı değil mi? Uzaylılar değil dünyayı işgal etmek, şöyle bir sinyal gönderseler bile iyi bir planımız yok. Uzay mevzuatı da karmaşık. Yine de tedbir olarak Kofi Annan'ın telefon numarasını vereyim: 001-212-963-7162.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2002
Onun yüzünden yoksul ülkelerdeki milyonlarca kadının jinekolojik sağlığı tehlikeye girmiş durumda. Malum, Bush'un mensup olduğu Cumhuriyetçi Parti muhafazakár. Kürtaja kesinlikle karşı çıkıyor. İşte bu yüzden Bush Yönetimi, kadınları kürtaja yönlendiriyor diye BM Nüfus Fonu'nu baltalıyor. Oysa fonun kürtajla alakası yok. ABD'nin fona katkı payı olan 34 milyon doları geri çekmesi yüzünden program uygulanamıyor. ABD'nin katılmaması şu anlama geliyor: 2 milyon istenmeyen hamilelik, 800 bin hasarlı kürtaj, 4700 düşük ve 77 bin bebek ölümü. Şimdi iki ABD'li kadın, 34 milyon Amerikalıdan birer dolar toplayarak ülkelerinin söz verip geri çektiği katkı payını BM Fonu'na aktarmak için kampanya başlatmış bulunuyor.
Jinekolojinin ideolojisi olabilir mi?
Eğer işin içine George W.Bush karışmışsa olabilir.
Sabit fikir halinde kafayı kürtaja takan Bush Yönetimi, kadın ve çocuk sağlığıyla ilgili bütün uluslararası programlara birer birer taş koyarak kriz üstüne kriz yaratıyor.
Demokrat Clinton Yönetimi'nin verdiği sözler doğrultusunda başlatılan nüfus planlama programları, Bush Yönetimi'nin ‘‘işin içinde kürtaj var’’ bahanesi yüzünden suya düşüyor.
İlk kriz geçen ocak ayında patlak veriyor. ABD Başkanı Bush, Üçüncü Dünya'daki kadınlara kürtaj ve çocuk bakımı konusunda danışmanlık hizmetleri veren aile planlama örgütlerine yönelik Amerikan fonlarını donduruyor. Oysa ki bu örgütler kadınları kürtaja teşvik etmiyor, tam tersi kadını illegal kürtaj yöntemlerinden korumayı amaçlıyor.
Ardından esas kriz geliyor. Temmuz ayında, BM Nüfus Fonu'na verilmesi ta sekiz yıl önce vaat edilen ve Kongre'nin de onayladığı 34 milyon dolarlık katkı payı Bush tarafından bloke ediliyor. Oysa ki bu 34 milyon dolar, 1994 yılında Kahire'de toplanan, kadının üreme hakları açısından kilometre taşı niteliğindeki Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı'nın en önemli dayanağını oluşturuyor. Ancak Bush Yönetimi tutturuyor: ‘‘Bu para Çin'in tek çocuk politikasına hizmet amacıyla kullanılacak, bu ülkedeki kadınlara gizlice kürtaj yapılacak. Bu bir insan hakları ihlalidir. Parayı vermiyoruz.’’
Demokrat çevreler ise tam tersine, Bush Yönetimi'nin kadınları üreme sağlığı haklarından yoksun bırakarak insan haklarını çiğnediğini ileri sürüyorlar.
BM Nüfus Fonu (UNFPA) yöneticileri yeminler ederek bu paranın Çin'deki nüfus planlamasıyla ilgisi olmadığını söylüyorlar. Tam 140 ülkede faaliyet gösteren UNFPA'nin beş misyonu var: Gönüllü aile planlaması (kürtaj hariç), sağlıklı doğum, AIDS'in önlenmesi, kadın sünnetinin önlenmesi, çatışma bölgelerinde ve mülteci kamplarında kadınlara karşı şiddetin önüne geçilmesi.
UNFPA, yoksul ülkelerdeki kadınları daha iyi eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlandırarak nüfus planlamasını; kadını, kendi bedeni üzerinde söz sahibi olacak düzeye getirmeyi amaçlıyor. Sağlıksız koşullarda yapılmış illegal kürtajdan musdarip kadınlara da yardım götürüyor.
Ancak Bush Yönetimi bu tür yardımın yapılmasını istemediği gibi prezervatif kullanımının teşvik edilmesine de karşı çıkıyor. AIDS'in çılgıncasına yayıldığı bir ortamda Vatikan'la eş düzeyde bir politika güdülmesi ise kimilerince resmen suç sayılıyor.
TERÖR SAVAŞINA DA AYKIRI
Dünyada hızla imaj erozyonuna uğrayan ABD'nin teröre karşı açtığı savaş, İslam ülkelerinin hemen tamamında Müslümanlara karşı açılmış bir savaş olarak algılanıyor. İşte bu ortamda Bush Yönetimi'nin yoksul ülkelere yardımları tırpanlaması da yanlış bir politika olarak değerlendiriliyor. BM'ye danışmanlık yapan Columbia Üniversitesi ekonomistlerinden Prof. Jeffrey Sachs, ‘‘ABD şunu anlamalıdır, yoksul ülkelere verilen yardımı kesmek Washington'un güvenlik planlarını ve teröre karşı savaş hedefini alt üst edebilir. Yoksulluğun ortadan kaldırılması, artık hem ABD, hem de diğer ülkeler açısından ulusal güvenlik stratejisinin bir parçasıdır’’ diyor.
Dünyanın en az gelişmiş ülkelerinde yoksulluk, olumsuz sağlık koşulları ve aşırı doğurganlık en büyük problemler olarak yerini koruyor. 1955 yılından bu yana nüfusları üçe katlanan bu ülkelerin önümüzdeki 50 yıl içinde üç katlık bir nüfus artışı daha göstermesi bekleniyor.
34 MİLYON DOST KAMPANYASI
Büyük darbe yiyen BM Nüfus Fonu'nda ortaya çıkan açığın kapatılabilmesi için Avrupa ülkeleri ABD'nin söz verdiği katkının üçte birini karşılıyor. Derken ABD'de, yoksul dünyanın kadınlarıyla dayanışma hareketi başlıyor. Jane Roberts ve Lois Abraham adlı iki kadın, birbirlerinden tamamen habersiz aynı kampanyayla harekete geçiyorlar: 34 Milyon Dost Kampanyası. İnternette mail zincirleri oluşturarak 34 milyon Amerikalının her birinden, birer dolar toplayarak 34 milyon doları BM'ye teslim etmek üzere işe girişiyorlar. Bunun üzerine BM'nin New York'taki merkezine içi para dolu zarflar yağmaya başlıyor ve geçen 13 Aralık itibariyle 113 bin dolar toplanıyor.
AMERİKAN YÖNETİMİ GENÇLERİN CİNSEL EĞİTİMİNE DE KARŞI
AMERİKAN Yönetimi'nin kürtaj takıntısı geçen hafta Tayland'ın başkenti Bangkok'ta yapılan Asya Pasifik Nüfus Konferansı'na da yansıdı. Türkiye ve ABD dahil 35 ülkenin temsil edildiği konferansta nüfus planlaması alanında global hedeflerle ilgili Eylem Planı oylanacaktı. Kahire'deki Nüfus Zirvesi'nin devamı niteliğinde bir toplantıydı. Ancak ABD, gizli kürtaj içerdiği gerekçesiyle iki maddeye karşı çıktı. ABD'ye göre kadınların üreme hakkı maddesi kürtajı; gençlere cinsel eğitim maddesi evlilik öncesi seksi teşvik ediyordu. Amerikan heyeti bu iki maddeyle ilgili değişiklik önergesi verdiyse de kabul görmedi. Tutucu İran bile ABD ile aynı fikirde değildi. Çünkü planın birçok maddesinde kürtajın kesinlikle bir doğum kontrol yöntemi olmadığı belirtiliyordu. Ancak ABD heyeti, ‘‘Bizi kendi yasalarımıza karşı çıkmaya zorluyorsunuz. ABD'yi kürtaj tuzağına düşürmek için uluslararası kumpas var’’ diyerek sert çıktı. Ancak sonunda plan 32 ülkenin oylarıyla kabul edildi. ABD red oyu, Sri Lanka ve Nepal ise çekimser oy verdi.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2002
Geçenlerde dünya kamuoyunun nabzını ölçen çok geniş bir araştırma yayınlandı. ABD merkezli Pew Global Eğilimler Projesi'nin bu ilk araştırması, 44 ülkeden 38 bin kişiye yöneltilen sorular aracılığıyla, insanların modern yaşamın hızla değişen ritmine, global ticaretin etkilerine, yabancı yatırımlar ve göçe, demokrasi ve hükümetlere yönelik tavrına karşı tepkisi istatistiğe döküldü. Araştırma yapılan ülkeler arasında Türkiye de vardı. Farklı kategorilerde ortaya çıkan tablolarda edindiğimiz yer, Türkiye'nin medeniyetlerin hangi yakasında olduğunun ipucunu da veriyordu. Öyle bir tablo ki, Türkiye, olası Irak savaşı konusunda Avrupa ülkeleriyle bir çok noktada aynı görüşü paylaşırken, diğer yanda İslam dünyasına bitişiyor. İş geçim sıkıntısına gelince komşuya uzanıp Bulgaristan'la ortak kaygılarda kaynaşıyordu.
ARAŞTIRMA Amerikan kökenli. Hedefi de tabii ki dünya kamuoyunun Amerika'ya dönük nabzını ölçmek.
ABD deyince en güncel konu da Irak'a olası harekat olduğuna göre, Türkiye'nin bu konuda kimlerle hangi görüşü paylaştığına, kimlerden ayrı düştüğüne bakalım.
Türkiye, Irak sorununa Fransa, Almanya ve Rusya ile hemen hemen aynı pencereden bakıyor. Dört ülkede de halkın büyük çoğunluğu Irak'a karşı güç kullanımına ‘‘hayır’’ diyor. En yüksek ‘‘hayır’’ da % 83 ile Türkiye'den çıkıyor. Çünkü kritik konumumuzdan ötürü bize farklı bir soru daha yöneltilmiş: ‘‘Türkiye, üslerini açmalı mıdır?’’ Türk halkının sadece % 13'ü kabulleniyor, % 4'ü de bilmiyor.
AB vatandaşları olan Fransız ve Almanlar gibi savaş istemeyen Türk halkı iki noktada onlardan ayrışıyor.
Türklerin yaklaşık yarısı Irak'ı dünya barışı için bir tehlike olarak görürken, bu oran İngiltere'de % 85'e, Almanya'ya % 82'ye varıyor.
Türklerin % 44'ü Saddam devrilmelidir derken, Alman ve İngilizlerin % 75'i gitsin istiyor.
Türk halkının % 53'ü ise ABD'nin, tehdit oluşturduğu için değil, sırf dost olmayan Müslüman ülkelere karşı açtığı savaş çerçevesinde Saddam'dan kurtulmaya çalıştığına inanıyor.
Türklerin, İngiliz, Fransız, Alman ve Ruslarla paylaştığı başka bir görüş daha var: Irak'a karşı açılacak bir savaş Avrupa'da terör tehlikesini artırır.
I DON'T LOVE AMERICA
Amerika'yı sevenler ve sevmeyenler de ayrı bir kategoriyi oluşturuyor. Ortaya çıkan tabloya göre dünyada, ABD'yi, Mısır, Pakistan, Türkiye ve Arjantin'den daha az seven başka ülke yok. (Yani araştırmanın yapıldığı ülkeler arasında yok). Avrupa'dan Latin Amerika, Asya ve Afrika'ya varıncaya kadar bütün kıtalarda ABD'yi sevenler hep çoğunlukta. Güney Kore'deki % 53'ün dışında bütün ülkelerde bu oran % 60'ların üzerinde seyrediyor. Hele Özbekistan'da Amerikan sevgisi tavana vuruyor: % 85.
Sevmeyenler ligindeki tablo ise son iki yıl içinde ABD sevgisinin şarampole yuvarlandığını gösteriyor:
Mısır: % 6 (2000 rakamı yok)
Pakistan: %10 (2000'de % 23)
Türkiye: % 30 (2000'de % 52)
Arjantin: % 34 (2000'de % 50)
Araştırmacıların yorumuna göre bu tablo, İslam dünyasındaki en yakın müttefikleri nezdinde Amerikan imajının giderek bozulduğunu gösteriyor. Ayrıca İslam ülkelerinin tamamı, ABD'nin terör savaşına kesinlikle karşı çıkıyor.
İNTİHAR SALDIRISINA HAYIR
Türk halkı, intihar saldırılarına karşıt görüşünde de İslam dünyası içinde iyi bir performans çiziyor. Ancak, % 13'lük onaylayan bir kesim de ürkütüyor. Sorulan soru şu: ‘‘İslamı düşmana karşı korumak adına intihar saldırısı yapmak haklı bir davranış mıdır?’’
Türk halkının % 71'i ‘‘hayır’’, % 13'ü ‘‘evet’’ diyor. Lübnan'da ise halkın % 73'ü adaleti intihar saldırılarında buluyor.
HİÇ MUTLU DEĞİLİZ
Dünyadan en ayrı düştüğümüz, Bulgaristan'ın yanı sıra Hindistan ve Kenya'yla pek bütünleştiğimiz alan ise yaşam standardına dönük mutsuzluğumuz.
Global genel tabloya bakıldığında insanların büyük çoğunluğu, ‘‘Benim hayatım, ülkenin genel durumundan daha iyi’’ diyor. Türkiye'de de durum böyle. Paralel olarak ülkelerinin durumunu da dünyanın genel durumundan daha iyi buluyorlar.
Tabloya göre Türkiye'de halkın % 17'si kendi hayatından, % 4'ü ülkenin durumundan, % 15'i de dünyanın durumundan memnun.
Araştırmanın yorum kısmına bakılırsa Türkler, her anlamda dünyanın en mutsuz insanları arasında yer alıyor. Yani hem kendi yaşamı, hem ülkenin, hem de dünyanın durumu konusunda bu kadar dip rakamlar veren çok az ülke var. Arjantin bile çok derin bir ekonomik krizden geçtiği halde, halkının % 45'i kendi hayatından memnun. Sadece % 3'lük bir kesim ülkenin iyi durumda olduğunu düşünüyor. Dünyanın durumu iyi diyenler de % 10'u oluşturuyor.
Hayatını en berbat bulan insanlar ise Bulgaristan ve Tanzanya'da yaşıyor. Her iki ülkede de hayatından memnun olanların oranı; % 8.
Gelişmiş ekonomilerin dışındaki bütün ülkelerde ise insanlar temel ihtiyaçlarını karşılayacak para sıkıntısı çekiyor. Afrika'daki halkların büyük çoğunluğu geçen yıl gıda, giyim ve sağlık harcamaları için para bulamadığını söylüyor. Latin Amerika'nın tamamı ile Rusya ve Ukrayna'da büyük çoğunluk geçen yıl yiyecek ihtiyacını karşılamakta güçlük çektiğini söylüyor.
BU HAYAT BİZİ TATMİN ETMİYOR
Araştırma raporunun bir yerinde şu tespit yapılıyor: ‘‘Kişi başına düşen milli gelir, insanların kendi hayatını nasıl değerlendirdiği konusunda bir kriter değil.’’ Bunun en iyi örneği de bizde. Türkiye, komşusu olan Ortadoğu ülkelerinden daha yüksek gelire sahip olduğu halde, bu ülkelerdeki insanlar kendi hayatlarını Türklere göre daha tatminkar buluyor. Türklerin yarısı son beş yıl içinde zemin kaybedip gerilediğini söylüyor. Pakistan ve Lübnan'da da durum aynı.
İŞLER İYİ GİTMİYOR
‘‘Sizce ülkenin genel durumu nasıl?’’ Soru böyle. Türklerin % 93'ü durumdan hoşnut değil. Ama bu global bir eğilim. Japonlar (% 86), İtalyanlar (% 70), Almanlar (% 66) da gidişten memnun değil. Ülkesinin durumunu en beğenmeyen halk ise Arjantinliler (% 96). Vietnamlı ve Özbekler ise pek hoşnut: İki halk da % 69 oranında ‘‘durum iyidir’’ diyerek dünya rekoru kırıyor.
‘‘Ekonomi nasıl?’’ sorusuna da Türklerin % 84'ü ‘‘kötü’’ yanıtını veriyor. Rekor % 98 ile Arjantin'de.
İşin kötüsü bizde bir de umutsuzluk var. ‘‘Ekonomik durum daha da kötüleşir mi?’’ sorusuna Türklerin % 49'u ‘‘evet’’ diyor. Arjantin, Slovakya ve Lübnan'da da aynı eğilim mevcut. En kötümser halk ise Japonlar; ekonomideki olumsuz göstergelerin devam edeceğini veya daha da kötüleşeceğini düşünenlerin oranı % 89.
SAYGINLIĞI EN DÜŞÜK LİDER
Türkiye'nin dünya üzerinde en istisna konumu kaptığı alan ise liderlerin saygınlığı alanında. Gidenlerin arkasından konuşmak ayıptır ama, araştırma şöyle diyor: Dünyanın saygınlığı en az olan lideri (eski) Başbakan Bülent Ecevit. Araştırmanın yapıldığı dönemde halkın % 91'i Ecevit'in kötü yönetim gösterdiğini söylüyor. Araştırma raporunda geçen Kasım'daki seçim sonrasında hükümetin değiştiği de belirtiliyor.
ORDULAR HERKESİN GÖZBEBEĞİ
Araştırmadan çıkan en ilginç sonuçlardan biri ise Latin Amerika dışında dünyanın her yerinde orduların en çok güven duyulan kurum olarak çıkmasıydı. ABD, Kanada, İngiltere ve Fransa'da halk, orduyu hükümetten, başbakan ya da devlet başkanından, dini liderler ve medyadan daha çok beğeniyor, toplum üzerinde daha iyi etkisi olduğunu düşünüyor. Almanya ve İtalya'da ise ordu, medyanın arkasından ikinci sırada yer alıyor. Orduların en yüksek reyting elde ettiği ülkeler arasında Türkiye de (% 79) yer alıyor. Bu oran Hindistan'da % 85, Pakistan'da % 84, Özbekistan'da % 91, Senegal'de % 92. Orduların en düşük reyting aldığı ülkeler ise yıllarca askeri diktatörlükler altında yaşayan Latin Amerika ülkeleri. ‘‘Ordunun toplum üzerinde olumlu etkisi var mı?’’ sorusuna en olumsuz yanıtı Arjantinliler veriyor; Sadece % 20'lik bir kesim ‘‘evet’’ diyor.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2002
Güzellik yarışmalarının sosyoloji ve coğrafyasında çok dramatik bir değişim yaşanıyor. Bunlar bir zamanlar kuzey yarıküre merkezliyken giderek güneye kayıyor. Kuzeyde yarışmaların TV reytingleri tabana vururken, Üçüncü Dünya'da seyirci sayısı bir gecede milyarı geçiyor. Bu yüzden organizasyonlar az gelişmiş ülkelere kayıyor. Nijerya'da geçen ayki facia yaşanıyor ve yarışma yine eski mekanı Londra'ya taşınıyor. İngiliz basını ‘‘Sirk geri döndü’’ diye yazıyor. Bu kuzey-güney ayrışmasında tek istisna ABD. Bir yılda yaklaşık 2000 kadar yarışma düzenleniyor. Bir gecelik en yüksek seyirci reytingi de 15 milyon. Şimdi Amerika kendi ‘hastalıklı’ güzellik anlayışını Üçüncü Dünya'ya ihraç etmekle ve beslenme bozukluklarına yol açmakla suçlanıyor.
Sırf dal gibi kızlar jüri önünde mayolarıyla salınıp, hayattaki en büyük düşü sorulduğunda, hiç sektirmeden ‘‘Dünya barışı’’ diyecek diye 200'ü aşkın insanın kanı akmasaydı, şu Dünya Güzellik Yarışması pek ilgimizi çekmeyecekti. Ancak Nijeryalı bir köşe yazarının Hz.Muhammed'le ilgili lüzumsuz satırları yüzünden olan oldu ve yarışma günlerce dünya gündeminde kaldı. Zaten zinayla suçlanan Emine Lawal'ın taşlanma cezasına çarptırıldığı ülkede düzenlenecek olması da yarışmayı tartışmalı hale getirmiş, bazı ülkelerin güzelleri bu yüzden yarışmayı boykot etmişti.
Ve o uğursuz yarışma her türlü felakete göğüs gererek bu gece Londra'da yapılıyor. Tahminlere göre, tamamına yakını Üçüncü Dünya ülkelerinden olmak üzere 1 milyarı aşkın insan güzelleri seyretmek üzere ekran başında toplanacak.
İşte bu olgu, az gelişmiş ülkelere yönelik kaygılar besleyen bazı Batılı bilim adamı ve aydınlar arasındaki büyük rahatsızlık yaratıyor. Batı'nın, özellikle de ABD'nin kendi tek tip güzellik anlayışını, geleneksel olarak tombulları da güzel bulabilen ülkelere empoze etmesi, eleştiri konusu oluyor.
AÇLIK SINIRINDALAR
Bu tek tip güzellik anlayışının en kritik yönü de yarışmacı kızların tıbbi açıdan ‘hastalıklı’ sayılması. Çünkü ABD'de bir yıl içinde değişik isimler altında yapılan 2000 kadar yarışmaya katılan kızların büyük çoğunluğu yetersiz beslenmeden musdarip. Johns Hopkins Üinversitesi'nin yaptığı bir araştırmaya göre 1970 yılından beri ABD'de güzellik kraliçesi seçilen kızların yarısından fazlasının BMI'si (Body Mass Index) 18.5'in altında. Yani Dünya Sağlık Örgütü'nün kriterlerine göre bu kızlar açlık sınırının altında. Normal ölçü ise 20-25 arası.
Amerika'da kadın güzelliği üzerine bir kitap hazırlayan psikolog Stephen Huey, on milyonlarca sağlıklı kadının, yarışmalar kanalıyla empoze edilen ‘‘hastalıklı ideal ölçü’’ yüzünden kendini kilolu ve çirkin görmeye başladığını söylüyor. Bir kadın sitesinde yayınlanan makalesinde Huey, medya yüzünden zayıflık idealinin hızla diğer ülkelere de yayıldığını yazıyor. Örneğin Harvard Üniversitesi'nin bir araştırmasına göre Fiji Adası'nda Batı kaynaklı televizyon programlarının yayınlanmaya başlamasından sonra genç kızlar arasında zayıflama amaçlı kusma vakaları beş kat artmış.
Buna karşılık Miss Universe'in web sitesinde şu iddialı sözler yer alıyor: ‘‘Yarışmamız, gelecek 100 yılın, Kadınlar Yüzyılı olmasında çok kritik bir rol oynamaktadır.’’
Gerçekten de güzellik yarışmaları aracılığıyla AIDS, göğüs kanseri ve okullarda şiddet gibi konulara dikkat çekiliyor, güzeller sosyal sorunların gündeme getirilmesi için elçilik görevi filan üstleniyorlar. Ancak dayatılan ideal ölçü, güzellerin sosyal misyonuyla taban tabana zıt düşüyor. Anoreksiyadan ölen genç kadınların sayısı, beslenme bozukluğu olmadan ölen genç kadınların sayısını 12 kat aşıyor.
GLOBALLEŞME SORUNU
Üçüncü Dünya'ya dayatılan ölçülere, globalleşme karşıtı bir açıdan muhalif olanlar da var. Örneğin İngiliz yazar Yasmin Alibhai-Brown, ‘‘köle pazarı’’ diye tanımladığı yarışmaların aynı nükleer atıklar, sigara ya da Batı'nın tahammül edemediği diğer ‘‘pislikler’’ gibi Üçüncü Dünya'ya savuşturulduğunu söylüyor; ‘‘Sırf bizden daha yoksullar diye, onlara gönderdiğimiz herşeyi alkışlamaları gerekmez’’ diyor.
Tabii bir de yarışmaların tarihi kadar eski feminist bakış açısı var. Ancak 1970'lerde yarışmaların kadın cinsini aşağıladığını savunan bu kesim de artık soruna bir globalleşme ve yeni sömürgecilik vakası olarak yaklaşıyor. Ya da 180 derecelik dönüşle toptan kabulleniyor.
Eski tüfeklerden Germaine Greer, The Whole Woman kitabında şöyle yazıyor: ‘‘Dünya Güzellik Yarışması, yerel güzellik anlayışını tamamen hiçe sayıp sadece tek bir fizyolojik tipi tanıyarak, Anglo-kapitalist değerleri ve Anglo-kapitalist normları dayatmaktadır. 30 yıl önce, günün birinde güzellik yarışmalarının tarihe karışacağını düşünüyorduk. İngiltere için gerçekten tarihte kaldı. Ama, Amerika'da bir yılda 2000'den fazla yarışma düzenleniyor.’’
GÜZELLİĞE SAYGI
Ancak feminist olup, yarışmacı kızların tarafını tutanlar da var. Örneğin Amerikalı feminist yazar ve akademisyen Camilla Paglia şöyle yazıyor: ‘‘Orta yaşa gelen ve geçen biz olgun bireylerin sorunu nedir biliyor musunuz? Olgunlaşma da dahil birçok şey başardık, ancak 20 yaşındaki bir genç kızın şöyle bir yürüdüğü zaman, bizim başarılarımız ve olgunluğumuzdan çok daha büyük güç ve saf güzellik yansıttığını kabul edemiyoruz. Ve artık buna karşı savaşmamalıyız. O gerçek güzelliğe saygı duymalıyız.’’
Bir başka feminist yazar Fay Weldon da benzer görüşleri savunuyor. Weldon'a göre, genç kızlar istedikleri takdirde podyumda yarı-çıplak dolaşma hakkına sahipler. Şöyle yazıyor: ‘‘Bundan 40 yıl önce Dünya Güzellik Yarışması'na karşı savaşan cephenin ön saflarındaydım. Çünkü o günün koşullarında bütün kadınlara yarışma kızı gözüyle bakılıyordu. Ancak bugün durum böyle değil. Dünya Güzellik Yarışması'na katılabilecek durumda olsam, yarışmayı çok isterdim. Ne güzel seyahat ediyorsun, diğer kızlarla tanışıyorsun. Öyle dünya barışı adına, hayır kurumlarına para toplamak için değil. Sırf dünyayı gezip görme şansını değerlendirmek için.’’
Yarışmalarda gelecek düşü sorulan genç kızlar hep ‘‘Barış içindeki bir dünya’’ diye yanıt verir ya, Sandra Bullock'un Miss Congeniality filminde bu gelenekle feci şekilde dalga geçiliyordu. Aslında FBI ajanı olan Bullock bu soruyla karşılaşınca, ‘‘Aynı suçu işleyenlere daha ağır cezalar...’’ diyor ve salon derin bir sessizliğe gömülüyordu. Bunun üzerine Bullock ‘‘... ve dünya barışı’’ deyince kıyamet gibi bir alkış kopuyordu.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2002
Prag'daki NATO zirvesinde Kanadalı sözcünün Bush'a ‘‘moron’’ demesi üzerine patlak veren tartışma bizim için kapandı. Geçen hafta sözcünün istifası sonunda kabul edildi. Ancak tartışma, Kanada-ABD hattında olanca şiddetiyle sürüyor. Kanadalı gazeteciler yaza yaza bitiremiyorlar. ABD'li Cumhuriyetçiler bu hakarete fena halde içerlerken, bazıları ‘‘Biz Bush'a her gün moron diyoruz. Bunun neresi orijinal?’’ diye soruyor. Kanadalı bir köşe yazarı ise şu yorumu yapıyor: ‘‘Moronlar çok hoş insanlardır, ancak gözetim altında tutulmaları gerekir. Bush sürekli Cheney ve Rumsfeld'in gözetimi altında. Beyaz Saray'da da Laura Bush göz kulak oluyor. Bir kere yalnız başına TV'de maç seyretmesine izin verildi. Onda da kanepeden düştü, boğazına kraker kaçtı.’’
Kanada Başbakanı Jean Chretien, ‘‘Bush benim arkadaşımdır. O bir moron değildir’’ diyor.
Bir vatandaşı soruyor, ‘‘Peki ikisi birden olamaz mı?’’
Kanada halkının gazete ve web sitelerine görüş yazarak verdiği tepkiler arasında en çarpıcı olanı bu. Yani Bush'un Kanada Başbakanı'nın arkadaşı olması, gerçekten de moron olmadığının bir kanıtı değil.
Bush'un moron olmadığını başka verilerle desteklemek gerekiyor ki, onu da bir Amerikan vatandaşı Toronto Star gazetesine yazdığı okur mektubunda şu şekilde dile getiriyor:
‘‘ABD Başkanı George W.Bush, Yale Üniversitesi'nden mezun olmuş, Harvard'da MBA yapmış, iş hayatında büyük başarılar kazanmış, iki kez Teksas Valisi seçilmiş, büyük deha Al Gore'u hem sandıkta hem de mahkemede yenmiş, ara seçimlerde Demokratları silmiş, Afganistan'ı özgürlüğüne kavuşturmuş ve Irak konusunda BM Güvenlik Konseyi'ni dize getirmiştir. Bir moron için hiç de fena bir performans değil!’’
Toronto Star'ın köşe yazarı Thomas Walkom, besbelli Bush'un performansından pek etkilenmemiş. Kalemini iyice sivriltmiş yazıyor. Uzunca bir alıntı yapıyorum:
‘‘Son derece hoş insanlar olan moronlar, Bush'a benzetildikleri için infial içinde. Başka ülkeleri savaşla tehdit etmediklerini, zorla seçim kazanmadıklarını söylüyorlar. ‘Bush tehlikeli biri olabilir ama, asla moron değildir' diyorlar. Amerikalılar, bu kadar aleni bir şeyi bu kadar geç keşfettiğimiz için bizimle dalga geçiyor. Muhalefet ise çok kaygılı. Bush'un moron olduğunu anlaması halinde, Kanada-ABD ilişkilerinin zedeleneceğinden endişe ediyorlar. Ancak Chretien, ‘Korkacak birşey yok, Bush Kanada gazetelerini okumaz' diyor.
Uluslararası Tıp ve Biyoloji Sözlüğü'ne göre moronlar eğitilebilen, ancak gözetim altında basit işler yapabilecek ve sosyal hayata karışabilecek insanlar olarak tanımlanıyor.
Kimileri Bush'un bu tanıma uyduğunu ileri sürüyor. Çünkü hayatının büyük kısmını Başkan Yardımcısı Cheney, Savunma Bakanı Rumsfeld ve Adalet Bakanı Ashcroft'un gözetimi altında geçiriyor. Cheney ve Rumsfeld, Bush'un yerine savaş yürütüyor, Beyaz Saray'da da Laura Bush kendisine göz kulak oluyor.
Başkanlık yemini ettiği günden bu yana sadece bir kez kendi başına bırakıldı ve TV'de maç seyretmesine izin verildi. Onda da kanapeden düştü, boğazına kraker kaçtı ve başından yaralandı.’’
PRESIDENTMORON.COM
Bir başka Kanadalı da, Amerikan medyasının olayı nasıl verdiğini öğrenmek için internette araştırma yaptığını ve www.presidentmoron.com adresli bir site bulduğunu yazıyor. ‘‘Bush'la moron sözcüğü arasında bağlantı kuran yığınla site olduğunu görünce araştırmayı bıraktım. Meğerse yeni bir haber değilmiş’’ diyor.
Gerçekten de böyle bir site var ve Bush'tan ‘‘Başkan MORON’’ diye söz ediliyor, ‘‘Prag'daki NATO zirvesinde Başkan MORON'a moron dediler’’ haberi de bu sitede yer alıyor.
Kulak misafiri olarak haber yazılır mı?
MORON olayıyla birlikte Kanada'daki medya çevrelerinde bir etik tartışması patlak veriyor. Bu tartışmayı kavramak için moron olayının nasıl çıktığını biraz anlatmak gerek. Prag'daki NATO zirvesinin ilk günü, Kanadalı sözcü Françoise Ducros, otelin brifing odasında CBC radyosunun parlamento muhabiri Chris Hall ile sohbet ediyor. Hall, Bush'un NATO zirvesini Irak gündemiyle işgal etmeye çalıştığını söyleyince, Ducros da ‘‘Ne moron’’ diye tepki veriyor. O sırada National Post gazetesinin Ottawa büro şefi Robert Fife, bu sözleri duyuyor, yazmaya karar veriyor, hatta diğer meslektaşlarına da çıtlatıyor. Ancak bu gazeteciler tesadüfen duyulmuş bir sözün ikinci el versiyonunu yazmamaya karar veriyorlar. Bir gazetecinin, iki kişi arasındaki özel bir konuşmada geçen sözleri alıp haber yapması etik dışı bir davranış olarak niteleniyor. Haberi birinci el kaynaktan alma ve doğrulatma ilkesinin tamamen çiğnenmesi eleştiriliyor.
Haber, Ducros'un adı anılmadan ‘‘Bir Kanadalı yetkili Bush'a moron dedi’’ şeklinde yayınlanıyor. Fife, haberine konu olan kişinin adını açıklamıyor, ancak ‘‘Başbakan kim olduğunu biliyor. Olay brifing odasında geçti, ben her zamanki gibi o kişinin yanındaydım’’ diyerek adres gösteriyor.
BÖYLE SAVUNMA OLUR MU?
Olay patlayınca bu sefer de Kanada Başbakanı Chretien'in, basın tarafından hayli gülünç bulunan savunma çabaları devreye giriyor. Önce ‘‘Bush arkadaşımdır, moron değildir’’ diyor. Ardından sözcüsünün istifasını geri çeviriyor ve basına şu açıklamayı yapıyor: ‘‘Aslında Ducros, o gazeteciyle tartışıyordu ve Bush'u savunmaya çalışıyordu. Ayrıca o bana da moron der.’’
Bu arada Beyaz Saray Sözcüsü Ari Fleischer, bir açıklama yaparak sözcüden gelen yorumu, Kanada Hükümeti'nin resmi görüşü olarak değerlendirmediklerini belirtiyor.
Üst düzey bir hükümet yetkilisi de Chretien'i doğruluyor. Bu yetkiliye göre, gazeteci Robert Fife o sözleri tesadüfen duymuş ama, noktalama işaretlerine dikkat etmemiş. Ducros, ‘Ne moron', dememiş, ‘Ne? Moron mu?' demiş. Sonra da hızla olay yerini terketmiş. Çünkü gazeteciler, Bush için ‘‘moron’’ sözcüğünü kullanınca, Kanada'nın çok sevgili dostu olan Bush'un bu tür sözlerle aşağılanmasına tahammül edememiş.
Tabii bu tür savunmalar yeterli olmuyor. Kanada muhalefeti, dost, komşu ve müttefik bir ülke başkanına bu şekilde hakaret edilmesinin ülke çıkarlarına zarar vereceği temasını enine boyuna işleyerek, istifa diye tutturuyor.
Bu moron dalaşında Kanada'da siyaset sahnesini en fazla geren unsurlardan biri de, Irak'ın bu krizin üzerine atlaması oluyor. Baas Partisi'nin resmi yayın organı El Tavra gazetesi, moron lafını alıp bir güzel süsleyerek, ‘‘İşte, Batılı müttefikleri bile Bush'tan nefret ediyor. Onun adını bu tür fena sözlerle anıyorlar’’ diye yazıyor. Bunun üzerine Kanada muhalefeti, hükümeti, sözcüyü görevden almayarak Irak'ın eline silah vermekle suçluyor.
Sonunda Chretien baskılara daha fazla dayanamıyor ve geçen salı günü Ducros'un istifasını kabul ediyor.
ABD başkanları da onlara küfretmiş
KANADA ile ABD arasında şu andaki iklim soğukluğunun esas nedeni, Washington'un komşusundan savunma harcamalarını artırmasını istemesi. Kanada basınının hissiyatı ise şöyle: ‘‘Hem bizi NATO içinde adam yerine koymuyor, hem de kendi çıkarları için daha fazla askeri harcama yapmamızı istiyorlar.’’ Ayrıca Beyaz Saray personelinin, Kanada Başbakanı Jean Chretien'den ‘‘dino’’ (dinozordan geliyor) diye söz ettiğini belirterek eski defterleri açıyorlar. Örneğin eski ABD Başkanı John Kennedy'nin, dönemin Kanada Başbakanı John Diefenbaker'dan ‘‘o... çocuğu’’ diye söz etmesi. Sonra da ‘‘Ona o dönemde o... çocuğu demiş olamam. Çünkü o tarihte, o.... çocuğu olduğunu bilmiyordum’’ demesi. Başkan Richard Nixon'ın da, dönemin Kanada Başbakanı Pierre Trudeau'yu ‘‘o... çocuğu’’ ve ‘‘p... herif’’ diye andığı biliniyor.
Yazının Devamını Oku