5 Nisan 2003
Amerikan deniz piyadelerinin Irak askeriyle çarpıştığı Bağdat yollarından Büyük İskender de geçmişti. Abrams tanklarıyla Bradley zırhlı araçlarının çiğnediği o topraklar üzerinde bir zamanlar, Babil'in savaş arabaları at koşturmuş, Sümerlerin mızraklı savaşçıları ve Roma lejyonları taban tepmişti. Amerikan özel kuvvetleriyle Kürt müttefiklerinin şimdi kuzeyden güneye doğru indikleri bölgede de Asur kralları hüküm sürmüştü.
Dicle ve Fırat'ın arasında kalan bölgede altı bin yıl önce ilk tarım toplumu oluşmuş, ilk şehirler oralarda kurulmuş, insanlar ilk kez orada tekerleği kullanmış, yasalar koymuş, edebiyatı ve matematiği yaratmış.
Şu anda Irak topraklarında, dünyanın en büyük uygarlıklarının doğup geliştiği Mezopotamya'da olup bitenler arkeologlar açısından tam bir kabus. Çünkü eski uygarlıkların o masalsı şehirlerinden, Babil'den, Ur, Uruk ve Nineveh'ten arta kalan her şey o topraklarda yatıyor. 10 bine yakın arkeolojik hassas bölge olduğu söyleniyor.
Savaş başlamadan önce bir grup arkeolog ve akademisyen bildiri yayınlayarak kültür mirasına dokunulmamasını istedi. Pentagon da antik harabelerin bulunduğu yerlerin haritasının çıkarıldığını ve eğer mümkünse bu bölgelerin vurulmayacağını açıkladı.
Gelgelelim savaş çıktı, Asur ve Babil imparatorluklarının yükselip çöktüğü, Sümerlerin ilk yazıyı geliştirdikleri topraklarda tanklar gümbür gümbür ilerlemeye başladı. Babil Kralı Hammurabi ve Nabukadnezar'ın hüküm sürdüğü şehirlerin tepesinde bombalar, füzeler uçar oldu.
Arkeologlara göre tarihi kalıntılara zarar vermeden bir savaş yürütmek mümkün değil. Tankların çiğnediği toprakların altında nice gömülü şehirler yattığından eminler. Askerlerin Bronz Çağı'ndan kalma sulama kanallarında nasıl siper kazdığı gözlerinde canlanıyor. Irak ordusunun, müzelerin, tarihi kalıntıların üzerine uçaksavar bataryaları ve radarlar yerleştirmesi de.
Birinci Körfez Savaşı sırasında ABD askerlerinin haftalarca işgal ettiği Ur kenti büyük zarar görmüştü. Amerikan saldırıları, Ziggurat Tapınağı'nda tam 400 delik açmıştı. Hiç dokunulmamış Tell el-Lam'da da ABD askerleri hoyratça siper kazmış ve altından harabeler çıkmıştı.
Şimdi bu savaş tarihi eserlere zarar verilmeden sona erse bile, Irak topraklarını talan tehlikesi bekliyor. Birinci savaştan sonra, saray ve tapınakların duvarlarından sökülen malzemeler, paha biçilmez kültür eserleri karaborsaya düşmüştü. Irak'ın 1992 yılında açıkladığı rakamlara göre 4 bin kadar eser kaçırılmış ve bunların sadece 20'si geri dönmüştü.
Bazı Iraklılara göre, ABD saldırısının ardında yatan asıl neden ülkenin tarihi hazineleri. Üst düzey yetkililer ve ortalama vatandaşlar, İslami Babil'in Yahudi Kudüs'e karşı yükselişini önlemek için ABD'nin ülkeyi işgal ettiği görüşüne saplanmış durumda.
Nitekim Irak Lideri Saddam Hüseyin de artık konuşmalarında sık sık Irak'ın zaferlerle dolu antik geçmişine atıfta bulunuyor, kendi rejimini antik krallıklarla özdeşleştiriyor. Oysa ki Saddam'ın antik eserlerle fazla ilgilenmediği biliniyor.
İKİ DİNDARIN HİKAYESİ
Bir zamanlar Saddam Hüseyin'in arkeolojiyle olduğu gibi, dinle imanla ilgisi yoktu. İran'da İslam devrimi olduğunda, aman zararlı etki gelmesin diye ulemayı astırıp kestirmişti. Camiye fazla sık giden sade vatandaşın da cezalandırıldığı söylenirdi. Saddam ne zaman ki İran'la kapıştı, güneydeki Şii halkla namazlar kılmaya başladı. İmam Ali'nin soyundan geldiğini gösteren düzmece secereler çıkardı. Camiler yaptırdı, bayrağa ‘‘Allah büyüktür’’ yazdırdı, her konuşmasına Kuran'dan surelerle başlar oldu. Körfez Savaşı sırasında dini sömürü yoluyla Arap dünyasını ayaklandırmaya kalkıştı.
Geçen hafta da halkını cihada çağırdı. Bombalar altında ölen insanlarla alay eder gibi, cennette ödül vaat etti.
George W. Bush da bir zamanlar dinle oturup kalkan biri değildi. Ancak 1986 yılında dini keşfetti. Dini bütün bir Hıristiyan olup alkolizm problemini yendi. O şimdi, tarihteki birçok Amerikan başkanı gibi her konuşmasını ‘‘Tanrı Amerika'yı korusun’’ diye bitiriyor. Ama, Amerikalı yorumcular Bush'un dindarlığında farklı tonlamalar algılıyor. Tanrı'nın buyruğuyla hareket ettiğini, kendisinin iyi, karşıtlarının kötü olduğunu düşünüyor. Condi, Rummy veya Powell'la sofraya oturduğu zaman onlara da dua ettiriyor. Beyaz Saray'da her sabah dua ediliyor.
Bush'un 11 Eylül'den sonra, teröre karşı verilecek savaşı ‘‘haçlı seferi’’ (crusade) diye tanımladığı, Arap dünyasında unutulmuş değil. Gerçi yanlış anlaşıldığı söylenip ‘‘haçlı seferi’’ sözü geri alınmıştı ama, Arap dünyası Bush'u aynen o sözüyle algılıyor.
Amerikan Kongresi geçenlerde, Bush'a ülke çapında dua günü ilan etmesi için yetki veren bir tasarıyı kabul etti. Ayrıca cephedeki iliştirilmiş muhabirlerin bildirdiğine göre Amerikalı askerlerden ‘‘Tanrı’nın iyiliği Bush'un üzerinde olsun’’ diye dua etmeleri isteniyor.
MİSYONERLER ÜRDÜN'DE
Amerikan kiliselerine gelince; onlar nüfusunun yüzde 98'i Müslüman olan Irak'ta Hıristiyanlığın yayılması için dua ediyor. Denver Post gazetesinin haberine göre hele bir Irak operasyonu tamamlansın, halkı da ‘‘özgürlüğüne’’ kavuşsun, hemen oralara çıkarma yapacaklar. Güney Baptist Kilisesi misyonerlerini çoktan Ürdün'e göndermiş. Güvenli bir ortam oluştuğu an Irak'a geçecekler. Denver'daki Rivedside Baptist Kilisesi Pastörü Rick Lewis gazeteye açıklamasında, ‘‘Biz kriz ve trajedi ortamlarını, dinimizi tanıtmak için iyi bir fırsat olarak görürüz’’ diyor.
Gazeteye göre kimi yorumcular, Arap dünyasında tepki uyandırır diye ‘‘Irak'a bir elinde ekmek, diğerinde İncil'le girmek tehlikeli olur’’ diyor. Ancak misyon liderleri, ABD tarafından özgür kılınacak Irak halkının istediği dini seçmekte de özgür olacağını ileri sürüyor.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2003
Hani Dr. Oktar Babuna'ya kemik iliği bulunsun diye dört yıl önce 90 bin Türk’ün kan örneği alınıp Amerika'daki Lifecodes şirketine gönderilmişti. Dönemin Sağlık Bakanı Osman Durmuş da, DNA'larımızı yabancılara kaptırdık, genetik şifrelerimizi manipüle edecekler diye kıyameti koparmıştı. Yani Türk genetik kodu ketenpereyle ele geçirildi gibi bir komplo havası doğmuştu. Vaka zamanaşımına uğradığı için Türk genetiğine uygun olarak kan örneklerimizi orada unuttuk. İşlem parasını ödemediğimiz için örnekleri geri alamıyoruz. Oysa şimdi DNA'sını verip üstüne para alanlar da var. Mesela Estonyalılar. İnsanlığa hizmet olsun diye DNA'larını topluca bir Amerikan şirketi aracılığıyla pazarlıyorlar. Ülkenin nüfusu topu topu 1.4 milyon. Onlar 1 milyon örnek toplamayı hedefliyor. Böylece çok büyük bir gen havuzu oluşacak ve bazı hastalıklara karşı ilaç geliştirmek için yeterli profil elde edilmiş olacak. Ama bu satış bilimsel etiğe uyar mı uymaz mı, orası tartışma konusu.
Estonya Gen Bankası Projesi'nin web sitesindeki sorular, bizim Alo Fetva hattına düşen problemler kadar absürd. ‘‘Kaynatamın donunu yıkamam caiz midir?’’ sorusu kadar olmasa bile yine de abes.
Estonyalının biri soruyor: ‘‘Kan örneğimi verirsem, DNA'mı kaybetmiş olur muyum?’’ Cevabı şöyle: ‘‘Hayır DNA'nız kaybolmaz, çünkü vücudunuzdaki her hücrede yeterli miktarda DNA bulunuyor.’’
Şu sıralar o minik Baltık ülkesinde herkes birbirine sen DNA'nı verecek misin diye soruyor. Çünkü proje büyük. Bütün memleket durumdan haberdar. Geçen yıl parlamentodan geçirilen genetik malzeme yasası çerçevesinde 1 milyon kişiden toplanacak kan örneklerinin ücret karşılığı Amerika'ya gönderilmesi planlanıyor. Estonya Hükümeti ile California'daki software cenneti Silikon Vadisi'nde henüz yeni kurulmuş EGeen International şirketi arasında yapılan anlaşma uyarınca Estonyalının genetik şifresi tıbbi araştırmalarda kullanılmak üzere pazarlanacak.
Estonya Gen Bankası veri tabanının ticari hakları artık tamamen EGeen şirketine ait. Ancak veriler şirketin elinde değil. Kişisel hakların korunması için yasal önlem alınmış. Örnekler, EGeen tarafından finanse edilen Estonya'daki bir vakıfta toplanıyor. EGeen şimdiye kadar birkaç milyon dolar harcamış. Gen bankasının ilerideki piyasa değerinin ne kadar olacağı ise şimdilik meçhul.
Tartu, Batı Viru ve Saare adlı kasabalarda yürütülen pilot projeyle şu ana kadar bin kadar kan örneği toplandı. Bu ay içinde ise projenin ülke geneline yayılması için faaliyete geçildi. Şimdi iş, bilim uğruna genetik şifrelerin çözülmesi için memleketi ikna etmeye kaldı.
Halka sorulmuş, DNA örneğini verir misin diye. Yüzde 10'u kesinlikle hayır demiş. Yüzde 30'u pek emin değil, daha fazla bilgiye ihtiyacı var, geri kalanların cevabı olumlu. Hele yüzde 30'luk bir kesim var ki, bu projeye sonuna kadar inanıyor.
İnsanın genetik şifresi, bilim açısından büyük bir potansiyel değer taşıyor. Birçok ülkede bir çeşit genetik nüfus sayımı yapılması için çalışmalar var. Örneğin İngiltere ve İzlanda'da. Genetik uzmanları ve ilaç şirketleri elde edilecek veriler sayesinde yüksek tansiyondan depresyona kadar birçok hastalığın genetik yapısını belirleyecekler. Nihai hedef ise kişisel genetik profiline tıpatıp uygun ısmarlama ilaçlar üretmek.
Estonyalılar niye çok kıymetli?
Bu Estonyalıların genetik şifresinin marifeti neymiş diye soracak olursanız, cevabı şu: Nüfusun heterojen yapısı. 1991'de SSCB'nin parçalanmasıyla bağımsızlığını kazanan Estonya, tarihsel süreç içinde göçler ve istilalar nedeniyle başka uluslara karışmış, homojen bir ırk olarak kalmamış. İsveçlisinden Danimarkalısına, Almanından Polonyalı ve Rusuna kadar her türlü istilacı gelip geçmiş. İşte bu nedenle tipik bir Estonyalı hemen hemen bütün Avrupalıları temsil ediyor. Bir milyon Estonyalının gen havuzu böylece büyük bir uluslararası değer kazanıyor.
Kimi genetik projeleri ise sadece ulusal açıdan değer taşıyor. En tipik örnek İzlanda. Bu minik adanın Viking soyundan gelen halkı son derece homojen bir genetik yapıya sahip. Aynı genetik tarihi paylaşan 280 binlik nüfusun spesifik genleriyle belirli hastalıklar arasındaki ilişkiyi tespit etmek çok kolay. Ancak İzlanda'dan elde edilecek bu ilişki verilerini başka halklara uyarlama ihtimali çok zayıf. Bu nedenle İzlanda, ilaç şirketlerinin ilgisini çekecek bir malzeme değil.
Uluslararası bir değeri olmadığı gibi ülke içinde de piyasa düşük. Verileri toplayan CODE Genetics şirketinin hisse senedi fiyatları birim başına 30 dolardan işlem görürken şu sıralar 2 dolara kadar düşmüş.
Ya DNA avcısı doktorlar türerse
İlaç şirketlerinin hizmetine sunulmak üzere DNA örnekleri toplanmasını tıp etiği açısından uygun bulmayanlar var. Çünkü insanlar en mahrem malzemelerini bir başkasının eline teslim etmiş oluyor. Bu da her türlü suiistimale açık bir durum.
Örneğin İzlanda'daki gen bankası projesi zorunlu vericiliği gerektirdiği için sadece ülkede değil, uluslararası çapta tepki yarattı. Bu nedenle Estonya'daki proje halkın gönüllü katılımı esasına dayanıyor. Ancak bunun da bir sakıncası var; hekimlerin birer DNA avcısına dönüşmesi ihtimali mevcut. Donörler kan örneğini ücretsiz veriyor ama, bu proje için vakit ayıran doktorlara mesai ödeniyor. Ülkedeki hekimlerin yüzde 20'sine eğitim verilmiş. Donörü bulan hekim bu kişiyi bilgilendiriyor, form doldurtup örnek alıyor. Ancak projeye gönüllü bulan uzmanlara para ödenmesi yüzünden, bir takım gen pazarlamacısı hekimlerin ortaya çıkabileceği söyleniyor.
Projeye göre Estonyalıların kimlik bilgileri ile genetik data birbirinden ayrılıyor, her bir kan örneğine 16 haneli ayrı bir barkod veriliyor. Böylece barkodun karşılığındaki kimlik bilgileri sadece verileri gönderen merkezde bulunuyor. 1999'da, Dr. Oktar Babuna'ya kemik iliği vericisi bulunması amacıyla 90 bin kişiden alınan kan örnekleri de aynı yöntemle ABD'ye gönderilmişti. Merkezi Connecticut'ta olan Lifecodes adlı şirkete teslim edilen veriler kimlik bilgilerini değil, barkodları içeriyordu.
YA SİGORTA ŞİRKETLERİ ELE GEÇİRİRSE
Genetik bilgilerin teslim edilmesinin yarattığı başka bir tehlike daha var: Bu bilgilerin sigorta şirketlerinin eline geçmesi. Teorik olarak bu mümkün. Diyelim ki sizin şifreniz ileride kansere yakalanacağınızı gösteriyor, sigorta şirketi de bunu öğrendi. Bu durumda, sigorta şirketinin daha hastalık ortaya çıkmadan müşteriyi riskli bulması ihtimali var ki böyle bir davranış, Uluslararası Gen Araştırmaları Sözleşmesi'ne göre genetik suç kapsamına giriyor. EGeen şirketine göre Estonya'da böyle bir tehlike söz konusu değil, çünkü herkes zaten sosyal sigorta kapsamında. Ne var ki, Estonya gen bankasından elde edilen verilerin başka ülkelerde sigortacılar tarafından da risk faktörü olarak kullanılabileceği ileri sürülüyor.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2003
Meclis’in asker tezkeresini reddetmesinden sonra savaş karşıtı Amerikalıları saran coşku, e-mail satırlarına dökülerek Türkiye'ye ulaştı. Amerikalılar için özel Türkiye turları düzenleyen Melitour'un sahibi Mehlika Seval'in mail listesinde bulunan ABD vatandaşlarından gelen mesajlar öyle saf ve sıcak duygular yansıtıyor ki. Kimi kararı duyunca sevinçten ağlamış, Türklerle gururlanmış, kimi ‘‘Eyvah, şimdi bizimkiler artık Türklere hiç yardım etmez’’ diye içlenmiş. Kimi de ‘‘Bu aptal savaşı belki de Türkler durdurur’’ diye ümitlenmiş.
İnsan o çocuk Amerikalılar için üzülüyor. Asker tezkeresinin ikinci kez Meclis’e gönderilmesi ihtimali belirdi ya, galiba biraz düş kırıklığına uğrayacaklar.
Oysa, Bush yönetimi sıcak çatışma menziline gireli beri, hiç bu kadar sevinmemişlerdi. Beyaz Saray'a binlerce imzalı dilekçe göndermiş, meydanlarda yürümüş, Birleşmiş Milletler'e başvurmuş, gazetelere ilanlar vermiş, yönetimin kılını bile kıpırdatamamışlardı.
Derken Türkiye'den gelen beklenmedik haber bir umut ışığı yaktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin asker tezkeresini reddetmesi üzerine Atlas Okyanusu'nun öte yakasındaki savaş karşıtları duygularını gurur, hayranlık, sevinç ve şükran gibi kelimelerle ifade ediyor.
Cumartesi ilavesi baskıya girdiği sırada, hükümet tezkeresinin ikinci kez Meclis gündemine gelmesi ihtimali adamakıllı ağırlık kazanmıştı. Ankara bu yönde mesajlar veriyor, Washington'daki savaş planlamacıları da Türkiye üzerinden Kuzey Irak'a cephe açılması seçeneğini masa üzerinde sıcak tutuyorlardı.
İşte siyasi realite böyleyken, Amerikalılar Türkiye'ye şu mesajları gönderiyordu:
VAATLE KANDIRAN ERKEK GİBİ
Amerikan askerlerinin topraklarına ayak basmasına izin vermediği için Türkiye'ye teşekkür ediyorum. İyi haberi okumak bana öyle dokundu ki, gözlerimden yaşlar boşaldı. (Jan)
Türk hükümetine yapılan baskıları korkunç buluyoruz. Benim hükümetim, Türk hükümeti kadar demokratik değil. (Anne)
Türkiye'nin Amerikan askerlerine karşı oy kullanması bütün dostlarımı öyle rahatlattı ki. Ancak, ABD'nin, bir hafta içinde yeni bir oylama yapılması için Türk meclisi üzerinde baskı kuracağını da duydum. (Karen)
Türkiye açısından iyi bir karar. En azından halkın isteklerine uygun. ABD'nin savaşa gireceği fikri herkesi fazlasıyla endişelendiriyor. Sonu hiç iyi olmayacak. (Jeannette ve Bill)
Bu savaşı hiç istemiyorum ama, hükümetin insanların düşüncesine aldırdığı yok. Kendi bildiğini okuyor. (Susan)
Türkiye'nin, Bush'un taleplerini geri çevirmesinden öyle memnun oldum ki. Umarım, bu karara bağlı kalırlar. (Sue)
Türklere büyük saygı duyuyorum. Lütfen cesur olsunlar. (Marcia)
Bu aptal savaşa direndikleri için Türklerle gurur duyuyorum. Lütfen, bütün Amerikalıların savaş istemediğini bilsinler. (Caryl)
İstediğimizi elde ettikten sonra sözünü tutmayan bir ülke olduğumuz için üzüntü duyuyorum. Seni yatağa atana kadar her türlü sözü veren, sonra da çekip giden erkekler gibi! Ne yazık ki, Bush'un sonunda Irak'a saldıracağından eminim. Beni en çok endişelendiren de savaş sonrası. Çünkü hükümetimiz dünyanın diğer bölgelerindeki siyasetin karmaşık yapısını kavrayamıyor (ya da aldırmıyor). Afganistan'da verdiğimiz sözleri tutmadık. (Judie)
Amerika Birleşik Devletleri, demokratik müttefiklerine daha saygılı davranmadığı sürece, kendini giderek daha soyutlanmış ve düşman bir ortamda bulacaktır. Önce Fransa ve Almanya ile arasında çatlak belirdi. Şimdi de Türkiye'yle. (Hillary)
Yaklaşan savaş nedeniyle Türk halkının durumu beni çok endişelendiriyor. (Elsie)
Meclis’in, Amerikan askerlerine hayır demesi beni çok sevindirdi. Bu ulusal metanete hayran kaldım. Ancak bu hareketin bazı güçlüklere yol açacağını da biliyorum. (Carla)
Tebrikler! Umarım Türk milletvekilleri, Amerikalı Kongre üyelerine, nasıl omurga sahibi olunurmuş göstermeye ve barış için direnmeye devam ederler. (Vivien)
Hükümetimizin kötü davranışlarından ötürü özür dileriz. (Wendy)
1954'TEKİ KAMPANYA TEKRARLANIYOR
Düşmanın açsa pirinç gönder
Bush'u durdurabileceğini zanneden bazı Amerikalılar e-mail zinciriyle savaş karşıtı pasifist bir eyleme giriştiler: Düşmanın açsa, ona pirinç gönder. Bu deyiş İncil'den ve Amerikan tarihinde daha önce de denenmiş bir yöntem.
1954'te Dwight Eisenhower'ın başkanlığı döneminde ABD, Çin ile nükleer savaşın eşiğine geldiği sırada Fellowship of Reconciliation adlı pasifist grup ‘‘Barış için pirinç’’ kampanyasını başlatmış. Çin'deki sel felaketinden sonra milyonlarca insanın açlıktan ölüm tehlikesiyle karşı karşıya geldiğini duyan Amerikalılar da, Beyaz Saray'a on binlerce minik pirinç paketi göndermişler. Çin'e iletilmek üzere...
Şimdi de Colorado'daki bir kilise, Irak'ta savaşa hayır kampanyası çerçevesinde yeni bir ‘‘Barış için pirinç’’ girişimi başlattı. Ocak ayından beri dolaşımda olan bir e-mail'de, minik bir kesenin içine yarım fincan pirinç doldurulup Beyaz Saray'a gönderilmesi isteniyor. Bush'a iletilecek bir not da var: ‘‘Eğer düşmanın açsa, onu besle. Lütfen bu pirinci Irak halkına gönderin, onlara saldırmayın.’’
İddiaya göre, bu pirinç kampanyası 50 yıl önce işe yaramış. Amerikan halkından, Çin'e gönderilmek üzere 45 bin paket pirinç geldiğini öğrenen Eisenhower, generaller çok ısrar ettiği halde düşmanı bombalamaktan vazgeçmiş.
Bu mesaj tam olarak gerçeği yansıtmıyor. ABD'deki komünizm korkusunun en yoğun yaşandığı o soğuk savaş günlerinde Washington ile Pekin, Formosa Boğazı'ndaki iki ada yüzünden ihtilafa düşmüştü. Ancak Amerikan halkı o dönemde iki ülkenin savaşın eşiğine geldiğini bilmiyordu. Yani, kampanyanın savaşı önleme amaçlı olmasına imkan yoktu. Tarihi belgelere göre Eisenhower, diplomatik sondajlar sonucu ve istihbarat raporlarıyla askeri seçenekler çerçevesinde savaşa girmeme kararı almıştı. Pirinç faktörü söz konusu değildi.
Ayrıca kampanyayı başlatan grubun belgelerine göre gönderilmesi istenen pirinç değil, buğdaydı. Beyaz Saray'a 45 bin paket buğday gönderilmişti. Ancak bu paketlerin Çin'e iletildiğine dair hiçbir bilgi yok.
Şimdiki kampanyada da durum hemen hemen aynı. Beyaz Saray'ın pirinç yağmuruna tutulduğu ileri sürülüyor. Ancak Beyaz Saray sözcüsü, henüz ne kadar pirinç gönderildiği konusunda bilgi verecek durumda olmadığını söylüyor.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2003
Bundan 50 yıl önce DNA'nın çifte sarmal yapısını keşfederek genetikte çığır açan Crick-Watson ikilisinin bilimsel serüvenini Hürriyet'in bugünkü Bilim ekinde okuyacaksınız. Ancak bu ikilinin, özellikle de Dr. Watson'ın bir de kişisel serüveni var. Çağ açan bu keşiften sonra Crick ve Watson'ın yolları ayrılır. Zaten tek ortak yanları sarmalla olan ilişkileri ve 1962'de kazandıkları Nobel'dir. İkisi de dahidir ama, Watson daha medyatik ve sansasyona eğilimlidir. O bir cemiyet şöhretidir. Düşünün, Çifte Sarmal'ı takip eden kitabı, kızlar, seks ve alkol üzerinedir. Bilimsel başarısını kız tavlamakta nasıl kullandığını anlatır. Sonra bir kongrede, deri rengiyle seks arasındaki ilişkiyi konu alan tebliğiyle bilimadamlarının fenalık geçirmesine yol açar. Tombul kadınların kaketi çıkmış mankenlerden daha şehvetli olduğu teorisiyle profesör kadınlara şok geçirtir.
YIL henüz 2000'dir ve bilim alemi bu kadar muzırlığı kaldırmaya hazır değildir.
California'daki Berkeley Üniversitesi'nin kongre salonunda toplanan 200 kadar akademisyen kitlesel şok geçirmektedir. Kimileri öfke ve tiksinti içinde salonu terketmekte, bazıları da, tamam Dr. Watson kafayı sıyırdı diye düşünmektedir.
Çünkü gayet ciddi tebliğlerle geçen kongrenin sonunda sahne alan Dr. James Watson, bir takım bikinili kadın slaytları eşliğinde, şişmanların sıskalara göre daha arzu dolu olduklarını anlatmaktadır. Watson'a göre kadınlar belirli bir kiloya ulaştıktan sonra mutluluk hormonlarının düzeyi artmakta, bu nedenle de dünyanın mutluluğu tombul kadınlara bağlı bulunmaktadır. Kate Moss ve Ally McBeal'in yıldızı Calista Flockhart gibi kadınlar ise acınası yaratıklardır.
Bu, Dr. Watson teorilerinin ikinci bölümüdür. Daha önce de koyu renk tenli insanların daha güçlü bir libidoya sahip olduğunu anlatmış; güneşte yanmış şişman bir beyazdan daha şehvetli bir yaratık olamayacağını söylemiş ve ‘‘İşte bu yüzden Latin aşık vardır, İngiliz aşık yoktur. Onlardan olsa olsa İngiliz hasta olur’’ diye de öldürücü darbeyi vurmuştur. Ayrıca Müslüman kadınların tepeden tırnağa kapatılmasının nedeni de, güneş ışınlarını bloke ederek, onların cinsel iştahını bastırmaktır.
Dayanamayıp salonu terkeden bazı akademisyenler ‘‘Irk ve cins ayrımcılığının bu kadarını da beklemezdik. Bu resmen sorumsuzluk ve kışkırtıcılık. Şok geçirdik. İğrendik’’ gibi laflar ederler. Kimileri daha da ileri gidip, Dr. Watson'ın artık Berkeley'deki kongrelere çağrılmaması gerektiğini ileri sürerler.
Watson'a öfkelenenler arasında bulunan Prof. Susan Marquesee adlı biyokimyager, zavallı kadın örneği olarak Kate Moss görüntüsü perdeye yansıdığı sırada salonu terkeder ve ‘‘Böyle bilim olmaz. Bunlar temelden yoksun safsatalar’’ diye kestirip atar.
TEORİNİN ASLI
Watson'ın anlatmak istediği ise Pom-C adlı proteinin kişinin mutlu olmasında oynadığı roldür. Pom-C, çeşitli hormonların üretimine katkıda bulunmaktadır. Örneğin melanin. Bu hormonun yoğunluğu deri rengini belirler. Ya da beta endorfinler. Bunlar da insanın ruh halindeki iniş çıkışları ayarlar. Ve leptin. O da metabolizmadaki yağlarla ilgilidir. Watson'ın teorisine göre güneş ışınları bu hormonların yoğunluğunu artırır. Bir deneyde melanin enjekte edilen erkeklerin libidosunun arttığı görülmüştür. Güneş ışınına maruz kalanlarda melanin düzeyi yükseldiğine göre, o kişinin libidosu da tırmanmaktadır.
Watson'ın maruzatı bundan ibarettir ama, siyaseten doğru olmaya fazlasıyla önem veren bilimciler, teoriden ve de sunuluş biçiminden rahatsız olurlar. Watson'ın halen başkanı oduğu Cold Springs Harbor Laboratuvarı'nın sözcüsü Jeff Picarello ise patronunu savunurken, Watson'ın şakacı bir mizaca sahip olduğunu, bilimi hayatın içinden öğelerle harmanlamayı sevdiğini söyler. Etik ve siyaseten doğru olmak kaygısıyla bilim yapılamayacağını ekler ve sözlerini şöyle tamamlar:
‘‘Teorisini açıklarken, gözlerindeki muzip pırıltıları farkedemediniz mi?’’
İncil'e de meydan okuyor
Dr. Watson 1990 yılında insanın genetik şifresinin çözülmesini hedefleyen Genom Projesi'ni başlattı. Bu projenin tamamlanmış son versiyonu, çifte sarmal modelinin ilk kez yayınlanmasının 50'inci yıldönümünde, yani önümüzdeki 25 Nisan'da açıklanacak. ‘‘DNA sekanslarının kitabı, insan hayatına İncil'den daha yakın. Çünkü bize kim olduğumuzu anlatıyor. Ben İncil'i hiç okumadım. Ve önemli bir şey kaçırdığımı da sanmıyorum’’ diyor.
Zamanın yüzde 99'unu kadınları düşünerek geçiriyor
Dr. Watson, erkekleri iki gruba ayırıyor: Zamanın yüzde 90'ını kadınları düşünerek geçirenler ve zamanın yüzde 99'unu kadınları düşünerek geçirenler. Kendisinin ikinci gruptan olduğunu söylüyor. İnsanın, yemek, koşmak ve sevişmek gibi hayvani şeyler yaptığı zaman daha mutlu olduğunu düşünüyor. 1990'da Genom Projesi'ni başlatmasına karşın, aynı zamanda beyin kimyasına merak salıyor ve libido incelemelerine başlıyor. Bilim çevrelerinden eleştiri alan bu araştırmaların yanı sıra Watson, genetik biliminde etik sınırı tanımayan görüşleri yüzünden de tepki topluyor. Watson'a göre, genetik mühendisliği sayesinde sadece hastalıkların önlenmesi yetmez, insanlığın daha mükemmel nesiller yetiştirmesi için, doğaya aykırı da olsa, daha doğumdan önce genlere müdahale edilip defoların giderilmesi gerekiyor. Sosyal ve bilimsel tabulardan nefret eden Watson'a göre çocukların daha zeki olması, ya da AIDS'e dirençli olmaları için DNA'larının değiştirilmesinde bir sakınca yok. Muhafazakarlar bu görüşe kesinlikle karşı çıkıyor.
ZIT İKİLİ
Biri mazbut, öbürünün masasında Kournikova takvimi var
ÇİFTE sarmalı keşfettiklerinde İngiliz fizikçi Francis Crick 37, Amerikalı biyolog James Watson ise henüz 25 yaşındaydı. İlk kez 28 Şubat 1953 günü eşe dosta duyurulan ve Nature dergisinin 25 Nisan 1953 sayısında yayınlanan bu keşif, kalıtımın temel esaslarını, yaşamın en önemli sırrını açıklıyordu.
Ancak bu kadar önemli bir keşfi paylaşan iki ortak inanılmaz derecede zıt karakterlere sahipti. Nitekim ara sıra bir araya gelseler de bilim alanındaki yolları ayrıldı. Kolajen proteinin yapısını çözmeye yönelen Crick hep laboratuvarına kapalı bir hayat yaşadı, mahrem kaldı. İnsan içine karışmaktan o kadar nefret ediyordu ki, hiçbir daveti kabul etmeyeceğini açıkça belirttiği kartvizitiyle ünlendi. Dr.Watson ise bilim çevrelerini kızdıran aykırılıklarla dolu bir şöhret yaşamını tercih etti.
Watson, Crick'in sabrının sınırlarını hayli zorlamıştı. Örneğin Crick'in 50'inci yaşgününde pastanın içinden çıkan çıplak kız tamamen Watson'ın tezgahıydı. Sonra Watson'ın 1968 yılında yayınladığı Çifte Sarmal adlı kitapta, Francis Crick'ten dedikoducu bir tonda söz etmesi de eski ortağını kızdırmıştı.
Bugün Crick 87, Watson ise 75 yaşında
Şimdi 50 yıl öncesine gidin ve henüz 25 yaşındayken, bilimin en büyük keşiflerinden birinin ‘‘babası’’ unvanını kazanan bir delikanlı ne yapar düşünün. James Watson bu sorunun yanıtını iki yıl önce yayınladığı kitapta verdi: O yaşta bilim yoluyla sükse yapan bir genç, bu başarısını kız tavlamakta kullanır. ‘‘Genler, Kızlar ve Gamow’’ adlı kitapta Watson, genler kadar, macera yaşadığı kızları ve Gamow adlı Rus asıllı fizikçiyle içki alemlerini anlatıyor. Sonunda 39 yaşındayen, 19 yaşındaki Elizabeth Lewis'le evleniyor. Halen de evliler.
Watson kitabında, ‘‘Tenis oynayan ve toplara sert vuran kızlardan hoşlandığını’’ yazıyor. Huylu huyundan vazgeçmiyor. Bugün de Watson'ın çalışma masasının üzerinde Anna Kournikova takvimi bulunuyor.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2003
Nesli tükenmiş tropikal diktatörlük. Muzun hayatını kurtaracak önlemler ivedi bir şekilde alınmadığı takdirde ahbap-çavuş ilişkileriyle yönetilen muz cumhuriyetlerinin gelecekteki adı bu olacak. Haber ‘‘Muzlar seks yapamadığı için nesilleri tükeniyor’’ başlıklarıyla gazetelerde yayınlandı. Ancak işin trajik bir yönü daha ortaya çıktı. Yeni muz nesilleri üretilmesi için araştırma yapan sadece beş kişi kalmış. Uzmanlardan üçü Afrika'daki bir uçak kazasında, dünyanın bir numaralı muz üstadı da Honduras'ta ölmüş. Muzların yok oluşu, bizlerin muz bulamamasından daha derin krizlere yol açacak nitelikte bir tükeniş olacak. Çünkü geçimini ve gıdasını tamamen bu egzotik meyveden sağlayan 500 milyon insan var.
Mus şokola üzerine dikilmiş bir adet muzdan oluşan terbiyesiz bir tatlı vardı bir zamanlar. Adı Genç Kız Rüyası'ydı. Harbiye'deki Pizza Pino tarafından lanse edilmişti. Ayıp esprilere alet edilirdi. Hatta bazı kız anneleri, o müstehcen tatlı yüzünden Pizza Pino'ya girişleri yasaklamıştı.
Cinsel gücü artırdığı şeklindeki yaygın inanışla birlikte biçimsel özelliği nedeniyle hep seks çağrışımı yapan bir meyve oldu muz.
Ancak ne paradoksal bir durumdur ki, zavallının kendisi seks yapamıyormuş. Bu nedenle de tükenişin eşiğine gelmiş.
Muzun cinsel problemi şöyle açıklanıyor: Bu meyvenin tohumu yok. ‘‘Musa acuminata’’ adlı yabani bir bitkinin mutasyon geçirmiş kısır kuzeni. Tohumunun olmaması meyvesini yenilebilir kılıyor. Ancak bu durum genetik açıdan zafiyet yaratıyor.
Muz, cinsel yolla üreyemiyor. Son 10 bin yıldır yeryüzünü onurlandırmasını ise sadece muzseverlerin çabalarına borçlu. Sürekli aşılama yöntemiyle çoğaltılmış. Bu nedenle de bütün muz hevenkleri birbirinin genetik klonu. Üreme yoluyla varyasyonları oluşmadığı için şu anda dünya üzerinde bulunan 500 kadar muz çeşidinin tamamı genetik olarak birbirine benziyor. Muz plantasyonlarındaki her yeni salgın hastalık da muz neslinin tamamını tehdit ediyor.
PANAMA HASTALIĞI
Son zamanlarda muz nesline dadanan en yaygın hastalık ‘‘kara sigatoka’’ adlı yaprak mantarı. Tropik bölgelere yayılmış yüz milyonlarca küçük muz çiftliğindeki hasadın yarısından fazlasını heba ediyor. Muz plantasyonları her hafta mantar ilacı uygulayarak mücadele ediyorlar. Küçük üreticiler ise çaresiz. Üstelik şimdi yeni bir salgın daha hasıl oldu: Panama hastalığı. Muzun köküne saldıran bir toprak mantarı olan bu hastalık yüzünden artık mantar ilaçları da işe yaramıyor.
Kırk yıl önce ortaya çıkan Panama hastalığı yüzünden o dönemler dünyanın en gözde muz çeşidi olan, Fransız sömürgecilerin keşfettiği ‘‘Gros Michel’’in kökü kurumuştu. Bunun üzerine plantasyon sahipleri hastalığa dirençli olan İngiliz keşfi ‘‘Cavendish’’ muzunun üretimine geçerek yakayı sıyırmışlardı. Ancak şimdi bu muz çeşidi, dünyaya hızla yayılan yeni Panama hastalığına dirençli değil.
Panama hastalığı Avustralya, Güney Afrika ve Asya'nın bazı bölgelerinde Cavendish muzlarını kitleler halinde öldürüyor ve Latin Amerika ile Karayipler’deki ticari üretimi vurması da an meselesi. Yani ivedi bir şekilde, dirençli muz nesillerinin üretilmesi gerekiyor. Ama bu o kadar kolay bir iş değil. Çünkü aşırı zaman alıyor. Irklar arası melezleme yönteminde yeni bir meyvenin oluşumu tam 18 ay sürüyor. Belki de fazla zahmetli olduğu için yeni araştırmalar yapılmıyor. Son 80 yıl içinde geliştirilen tek yeni meyve elma tadında ve sadece Küba'da yeniyor.
Muz nesillerinin geliştirilmesi için faaliyet gösteren Fransa'nın Montpellier kentindeki International Network for the Improvement of Bananas and Plantains adlı kuruluşun direktörü Emile Frison, yakın gelecekte bilimsel hamleler yapılmadığı takdirde muzun 10 yıl içinde dünya üzerinden silineceğini söylüyor.
MUZ ALEMİNİN TRAJEDİSİ
Emile Frison'un New Scientist dergisinde yayınlanan bu uyarısının ardından acı bir gerçek daha ortaya çıktı. Şu anda dünya üzerinde muzun ebedi ölümünü önleyecek sadece beş araştırmacı bulunuyormuş ve bunların sayısı dramatik bir şekilde artmadığı takdirde tükenişin önünü almanın yolu yokmuş. Zaten küçük bir topluluk olan muz cemaati kısa süre içinde dört üyesini birden kaybetmiş. Üç yıl önce, Uganda'daki Uluslararası Tropik Tarım Enstitüsü'nde görevli üç uzman, Batı Afrika açıklarında denize düşen uçakta ölmüş. Çok geçmeden, dünyanın bir numaralı muz uzmanı olarak gösterilen Phil Rowe, Honduras'ta hayata veda etmiş. Emile Frison, büyük muz şirketlerinin araştırmalara kesinlikle ilgi duymadığını, çünkü yıllardır başarısız programlara para akıtmaktan bıktıklarını söylüyor. Bu nedenle şirketler artık sadece yeni mantar ilaçları geliştirilmesine kaynak ayırıyor. Örneğin Chiquita sadece ilaçlarla ilgileniyor, biyoteknoloji alanındaki çalışmalara kuşkuyla bakıyor. Hem aşırı masraflı, hem de çevreci hareketlerin muhalefeti nedeniyle tüketici tarafından benimsenmeyeceği düşünülüyor.
Araştırmacılar ise genetik manipülasyonu tek kurtuluş çaresi olarak görüyor. Yabani Asya muzlarının genlerinden kara sigatoka ve Panama hastalığına dirençli nesiller üretmek için çalışıyorlar.
EN ÖNEMLİ DÖRDÜNCÜ ÜRÜN
Potasyum, kalsiyum ve vitamin yüklü muzun varlığını sürdürmesi gerçekten de ölüm kalım meselesi. Çünkü dünyada besin olarak tüketilen muzun yüzde 90'ı az gelişmiş ülkelerde bahçelerde ve küçük çiftliklerde yerel tüketim için yetiştiriliyor. Örneğin Uganda'daki muz tüketimi, bir Batı ülkesinin 50 katı kadar. Pirinç, buğday ve mısırdan sonra dünyanın en önemli dördüncü ürünü konumunda. Karbonhidrat zengini olan çeşidi, yaklaşık 500 milyon insanın en önemli gıda maddesi. Yani tatlı fantezilerinin ötesinde, insan yaşamının tam da merkezinde. Kızartması, haşlaması, buğulaması, ızgarası, lapası yapılıyor, ayrıca ketçapı, unu, içecek olarak da birası ve cini mevcut. Muz yaprakları ve lifleri dam kaplamada, tekstil üretiminde ve kozmetik yapımında, el sanatlarında kullanılıyor. Hatta şemsiye ve masa örtüsü bile yapılıyor.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2003
Geçen hafta şöyle bir haber çıktı: Bir araştırmaya göre erkekler kalçası gösterişli kadınları tercih ediyor. ‘‘Yemeği gösteren salça’’ diye başlayan şu argo deyiş bilimsel olarak kanıtlandı yani. Tabii insan merak ediyor, bin yıldır bilinen bir gerçeği yeniden keşfetmenin ne lüzumu var diye. Ama, bilim bu işte, erkeklerin kalçayı sadece göze hoş göründüğü için değil, içgüdüsel olarak, hormonal nedenlerle tercih ettiğini de bulup çıkarıyor. Yani yaradılış gereği erkeğin kalçanın darını tercih etmesi pek mümkün değilmiş. Bu durumda son dönemlerin daralma modası, genelgeçer beğeniyle kesinlikle örtüşmüyor.
İNSAN bilim adına ne fedakarlıklara katlanıyor. Adam üşenmemiş, son 50 yılın Playboy güzellerinin beden ölçülerini bir bir araştırıp müthiş bir keşifte bulunmuş. Dr.Martin Voracek'in geçenlerde İngiliz tıp dergisi British Medical Journal'da yayınlanan araştırmasına göre playmate ölçüleri, 1953'ten bu yana giderek çekip daralmış.
Playboy güzellerinden 577'sini inceleyen Dr.Voracek'in tespitlerine göre o Marilyn Monroe'ların güzelim kum saati biçimi gitmiş, yerini daha oğlansı bir görünüm almış. Bu oğlansı görünümün odak noktasında kalınlaşan bel, küçülen göğüs ve daralan kalça yatıyor. Dr.Voracek, Playboy kızlarının görünümündeki bu değişimden yola çıkarak erkek zevkinin de değiştiği sonucuna varıyor.
Ama acaba bu doğru bir sonuç mu?
ERKEKLERİN TERCİHİ
Playboy'un sadece erkek zevkine hitap ettiği göz önünde bulundurulursa öyle olması gerekir. Gerçekten de bugünün ünlü yıldızları arasında, Sophia Loren ya da Gina Lollobrigida gibi şöyle kalça oynatarak yürüyeni yok. Jennifer Lopez dışında poposuyla nam salan bir ünlü bulmak mümkün değil.
İşte bu noktada başka bir araştırma devreye giriyor. Yine İngiltere kaynaklı. Bu araştırmaya göre erkekler, Jennifer Lopez tipinde genişçe kalçalı kadınları tercih ediyor.
Kadın figürüyle ilgili fikri sorulan 500 erkeğin yüzde 87'si yuvarlak hatlı, kalçalı dolgun kadınları tercih ettiğini söylemiş. Kilosu da boyuna uygun olsun diye buyurmuşlar. Bu da 40 - 42 beden ölçüsüne denk düşüyor. Yüzde 8'i minyon ve kilosu alt sınırda kadınlar tercihimdir demiş. Geri kalanlar ise şehvetli (artık nasılsa) görünümden yana görüş belirtmişler.
Aynı araştırmaya göre kadınların da yüzde 88'i, erkeklerin kıvrımları yerinde olan kadınları beğendiğini düşünüyormuş. Yani iki cins arasında tam bir fikir birliği mevcut.
Bu sonuçları yorumlayan St.Andrews Üniversitesi'nden Dr.David Perrett, yuvarlak hatların östrojen gibi dişil hormonların göstergesi olduğunu, bu hormonların da kadını sağlıklı, genç ve tabii ki doğurgan kıldığını, erkeğin üreme içgüdüsüyle bu figüre yöneldiğini söylüyor. Çünkü fazla zayıf kadınların periyodları aksayabiliyor. Obez kadınların da doğurganlık problemleri oluyor. Yani burada Darwin'in cinsel seleksiyon diye tanımladığı olgu ortaya çıkıyor.
Psikolog Dr.Perrett esas olarak yüz hatlarının çekiciliği konusunda uzmanlaşmış. Bu alanda da vücut ölçüsü gibi evrensel kurallar var. Dünyanın hemen her köşesinde her araştırma ideal yüz ile ilgili aynı sonucu veriyor: İri gözler, pürüzsüz bir cilt, minik bir burun, dolgun dudaklar, sıkı ve sivri bir çene. Bunların da tamamı bol miktarda östrojen ve potansiyel doğurganlık göstergesi.
Kadınların yaşı ilerledikçe östrojen düzeyi düştüğü için özellikle dudaklar inceliyor. Demek ki, enjeksiyonla dudaklarını köfte gibi şişiren kadınlar, göze hitap etmekten çok, erkeklere ‘‘Bende doğurganlık potansiyeli var’’ mesajı vermiş oluyorlar.
GÖZLERDEKİ BELİRTİ
Gözlerle de son derece kritik mesajlar verilebiliyor. ABD'de bir deney yapılmış. Kadın ve erkek denekler çiftlere ayrılmış, en mahrem yönlerinizi birbirinize anlatın, sonra da dört dakika göz göze bakışın denmiş. Sonuçta, bu bakışmalardan derinden etkilenmişler ve hatta bir çift evlenmiş. Çünkü parlayan gözler de sağlık ve doğurganlık belirtisiymiş.
Yüzdeki simetrinin de diğer bir doğurganlık belirtisi olduğu söyleniyor. DNA'mız simetrik üretime programlı olduğu için, yüzün iki yanının mükemmel bir şekilde aynı olması sağlık ve doğurganlık hissi veriyor.
Görüldüğü üzere yuvarlak hattan, gençlik ve tazeliğe kadar bütün erkek tercihleri, bilimadamları tarafından üreme içgüdüsüyle açıklanıyor. Bu bir kılıf mı değil mi, orasını bilemem.
Kadınlar bağışıklık sistemine göre seçiyor.
Erkekler hemen her zaman östrojene yöneldiği için standart bir durum söz konusu. Ancak kadınların eş seçiminde daha çetrefilli hormonal kriterler devreye giriyor.
İsviçreli biyolog Claus Wedekind'in uyguladığı ‘‘kokulu tişört deneyi’’ kadınların, anne ve babaları gibi kokmayan kişileri beğendiğini ortaya koymuş. Bu deneyden çıkan sonuç da yine üreme içgüdüsüyle bağlantılı.
Dr.Wedekind, bağışıklık sistemimizi oluşturan genleri araştırırken bu sonuca ulaşmış. MHC diye tanımlanan bu genler, insanın kendi vücudundaki sağlıklı hücreleri tanıdığı gibi, istilacı yabancı hücreleri de tespit edebiliyor. Aynı genler vücut kokusu üzerinde de önemli rol oynuyor. Fareler üzerinde yapılan deneylerde, dişilerin kendi MHC genlerinden farklı genlere sahip erkekleri tercih ettiği görülmüş.
Dr.Wedekind bu deneyden yola çıkarak, altı ayrı erkeğe ait kirli tişörtleri kadınlara koklatıyor. Bu erkeklerden üçünün bağışıklık sistemi, tişört koklayan kadınınkiyle benzerlik gösteriyor. Ve kadınlar, kendisine daha yabancı gelen bağışıklık sistemini seçiyor. Üreme içgüdüsü açısından bunun açıklaması şöyle: Kadın ve erkeğin bağışıklık sistemindeki savunma silahları bebeğe de geçiyor. Kadın ve erkek farklı bağışıklık sistemlerine sahip oldukları takdirde, çocuk hastalıklarla mücadele için daha fazla silaha kavuşmuş oluyor.
YANLIŞ SEÇİM
Buraya kadar tamam. Ancak yumurtlama dönemi ya da doğum kontrol hapı gibi faktörler devreye girdiği zaman kadının tercihleri değişiyor.
Bir kere tişört koklama deneyi sırasında doğum kontrol hapı kullanan kadın, bağışıklık sistemi kendisininkine benzeyen erkeği seçiyor. Bu haplar, vücudun kendisini hamile zannetmesine yol açan hormonlar olduğu için, tanıdık genlerden yardım bekleniyor.
Yumurtlama döneminde de kadının beğenisi değişiyor. Araştırmalara göre kadınlar doğurgan oldukları dönemlerde daha eril hatlı erkekleri tercih ediyor. Üremeye daha az elverişli oldukları zamanlarda ise daha fazla güven uyandıran yumuşak hatlı erkeklere yöneliyor. Yani kadın yumurtlama döneminde yanlış erkeği seçebiliyor.
Kadınlar erkekte neyi seviyor
Geniş omuz dar kalça: İkisi de fiziksel güç ve iyi bir bağışıklık sisteminin göstergesi.
Sert ve geniş hatlı çene: Kadın yumurtlama döneminde daha eril hatlı erkeklere yöneliyor. Doğurganlığın zayıfladığı dönemlerde daha zarif ve kadınsı hatlı erkekler tercih ediliyor. Çünkü o erkekler daha dürüst görünüyor.
Zeka, sosyal statü ve para: Her şey bir yana, kadınların kendisine bakabilecek çapta erkekleri beğendiği söyleniyor.
Uzun boy: Araştırmalar, kısır erkeklerin daha kısa boylu olduğunu gösteriyor.
Derin ses: Bu da erkekliğin ve sosyal üstünlüğün simgesi.
Büyük eller: Erkeklerin yüzük parmağıyla sperm sayısı arasında doğru orantı mevcut. Parmak ne kadar uzunsa, testosteron oranı o kadar yüksek oluyor.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2003
Birleşmiş Milletler'in Doğu Avrupa'daki Roman azınlık raporu tam bir sefaleti yansıtıyor. 2004'te AB'ye tam üye olacak bu ülkelerin azınlık insanları, Sahra altı Afrika ülkelerindeki koşullarda yaşıyor. Bu gelişigüzel bir benzetme değil. Rapor böyle diyor. Kronik açlık çektiklerini anlatıyor. Öyle çaresizler ki, büyük çoğunluğu iş ve karın tokluğunu insan hakkı zannediyor. Bu kavramların ötesini düşünemiyorlar bile. Yine büyük çoğunluğu ‘‘Komünizm döneminde durumumuz daha iyiydi’’ diyor. AB, bu ülkelerle tam üyelik müzakerelerini tamamladığına göre Roman azınlık dosyasını da kapanmış sayıyor. BM ise Romanların topluma entegrasyonunu AB genişlemesinin anahtarı olarak görüyor.
Hani Türkan Şoray filmleri vardır, Çingeneler lüzumsuz bir neşe içinde biteviye eğlenirler. Sadece aşk acısı yüzünden boyunları bükülür. Yalnız tutku gözyaşları dökerler. Hayatta başka hiçbir gam ve kederleri yoktur.
Gerçek hayatta ise tarih boyunca zulme uğramış, on binlercesi Naziler tarafından katledilmiştir. Ve hangi ülkede olursa olsun ikinci sınıf vatandaş muamelesi görürler. Üstelik de onlara en berbat davranan ülkeler yakın gelecekte AB üyesi olacaktır. Bu ülkeler AB ile üyelik müzakerelerinde tarım sübvansiyonlarından, yolsuzluk, insan kaçakçılığı ve insan haklarına kadar her dosyayı görüşmüş, ancak Romanların hayatını oluşturan insanlık trajedisi çözümlenemeden dosyalar kapanmıştır.
2004'te AB üyesi olacağı kesinleşen Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Macaristan'ı kastediyorum. Yani Kopenhag kriterlerini yerine getirdikleri tescillenen; Türkiye'nin bir türlü aşamadığı katılım ortaklığı belgesini, ulusal programlarını filan tamamlamış ülkeler.
5 ÜLKEDE 5 MİLYON ROMAN
Birleşmiş Milletler'in Bölgesel Kalkınma Programı (UNDP) çerçevesinde yaptığı Roman araştırması bu üç ülkenin yanı sıra Romanya ve Bulgaristan'ı da içeriyor. İkisi de, 2007 yılında AB'ye tam üye olacak. Beş ülkede yaklaşık 4-5 milyon Roman yaşıyor. Raporun ayrıntılarına geçmeden önce UNDP'nin tespitini aktarayım: ‘‘Doğu Avrupa ülkelerinin başarılı birer AB üyesi olabilmesi, bölgenin en geniş etnik azınlığı olan Romanların, istihdam, eğitim ve siyasi katılım yoluyla topluma tam entegrasyonuyla mümkün olabilir. Romanlar AB'nin eşit ortakları olarak kültür mozayiği içindeki yerlerini almalıdır.’’
UNDP'ye göre Doğu Avrupa'daki Romanların durumunu bir insan hakları sorunu olarak görmek, çözüm için yeterli değil. Bu insanların eşit eğitim ve iş fırsatlarından yararlanması için uluslararası topluluğun bu soruna daha geniş bir açıdan, kalkınma perspektifinden bakması gerekiyor.
Adı geçen beş ülkede yaşayan Çingene nüfusuyla ilgili ilk kapsamlı araştırmayı yayınlayan UNDP'ye göre bu azınlık, bölgedeki yoksul tabakanın en alt katmanını oluşturuyor. Okur-yazar oranı, bebek ölümleri ve temel beslenme kriterleri ele alındığında, Romanların yaşam koşulları hemen hemen Afrika'nın Sahra altı ülkelerindeki şartlarla eş düzeyde görünüyor. Her altı Romandan biri kronik açlık çekiyor. Romanların sadece yüzde 20'si resmi iş sahibi, yüzde 20'si kayıt dışı işlerde çalışıyor. Gerisi boşta geziyor. Çünkü iş bulmalarını sağlayacak formasyona sahip değiller. Çünkü toplumda eşit eğitim fırsatlarından yararlanamıyorlar.
Zeka özürlü Roman çocuklarının sayısı da, aynı durumdaki diğer çocukların sayısını kat kat aşıyor. Normal Çingene çocukları ise zeka özürlü çocukların gittiği okullara gönderiliyor.
SLOVAKYA NAZİ KAMPI GİBİ
Romanların en korkunç koşullarda yaşadığı ülke Slovakya. UNDP araştırmasında belirtilmemiş ama, Budapeşte'teki Avrupa Roman Hakları Merkezi'nden gelen bilgilere göre bu ülkedeki 400 bin nüfuslu Roman topluluğu sanki müstakbel bir AB ülkesinde değil, Nazi toplama kampında yaşıyor. AB kriterlerine göre topluma entegrasyon için eğitim programları uygulanması gerektiği halde, entegre olmamaları için özel önlemler alınıyor. Varoş Romanları, şehirlere suç bulaşmasın diye kentlere sokulmuyor, gettolar oluşturuluyor, Slovak vatandaşlar aralarından ayıklanıyor.
Romanlara yönelik en büyük arındırma projesi de Slovakya'nın bugünkü Devlet Başkanı Rudolf Schuster tarafından gerçekleştiriliyor. Bu olay Kosice kentinde meydana geliyor. 1997'de kentin belediye başkanı olan Schuster barok mimari özelliğine sahip Kosice'yi turizme açma kararı alıyor ve bu proje çerçevesinde 25 bin Roman kent dışına sürülüyor. Bu insanlar elektrik ve suyu olmayan bir komplekse yerleştiriliyor. Şimdiki belediye başkanı da, Romanlar sürekli suç işledikleri için, kenti steril tutmak üzere alınan bu önlemi normal sayıyor. Çünkü Çingeneler güzel olan herşeyi tahrip ediyor. Zaten Slovak yöneticiler Çingenelerle ilgili nahoş düşüncelerini seslendirirken hiç çekingen davranmıyorlar. Bir keresinde eski Başbakan Vladimir Meciar, ‘‘Biz Slovaklar birinci sınıf değerler üretiriz, Romanlar ise sadece kendilerini’’ demişti.
Bu arada Neo-Nazi saldırılarına uğrayanlar da var.
ZORLA KISIRLAŞTIRMA
Ama daha beteri de var. Geçen hafta yayınlanan Brüksel çıkışlı bir rapora göre Slovakya'daki Çingene kadınları zorla kısırlaştırılıyor. Çek, Slovak ve Amerikan insan hakları örgütleri tarafından hazırlanan bu raporda ‘‘Roman kadınlarının kitleler halinde kısırlaştırıldığını gösteren kuvvetli deliller’’ bulunduğu belirtiliyor.
AB yetkilileri her ne kadar Slovakya'nın insan haklarına saygılı bir ülke olduğu konusunda ısrar etse de insan hakları kuruluşları aynı fikirde değil. Bu kuruluşlara göre sterilizasyon uygulaması Nazi Almanyası'nı andırıyor, ancak sistemli değil. Sağlık kurumlarının inisiyatifiyle bir kısırlaştırma dalgası yaşandığı, yöneticilerin de bu ‘‘suçu’’ görmezden geldiği öne sürülüyor. Çok sayıda kadın sezaryen operasyonundan uyandıktan sonra imzalaması için önüne sürülen bir formla karşılaşıyor. Bu formda, ‘‘Bir daha çocuk sahibi olmamak için kendi rızamla kısırlaştırıldım’’ yazıyor.
Şimdi zorla kısırlaştırıldığını söyleyen 230 kadın, insan hakları örgütleri tarafından sağlanan avukatlar aracılığıyla mahkemelerde hakkını arıyor. Geçen yıl strelizasyon suçlamalarını reddederek, ‘‘Kesin kanıt gösterin’’ diyen geleceğin AB üyesi Slovakya sert kayaya çarpmış görünüyor.
HERKES ONLARA DÜŞMAN
Yaklaşık 1000-2000 yıl önce bugünkü Hindistan ve Pakistan'dan Avrupa'ya göçen Romanların Türkiye'deki durumu hakkında yeterli bilgi yok. Sayım yapılırken etnik köken sorulamadığı için kesin nüfus bilinmiyor. Ancak DİE'deki kaynakların verdiği bilgiye göre nüfusa oranları yüzde 1-2 cıvarında. Batı Anadolu, Trakya, Bursa ve İstanbul en yoğun yaşadıkları bölgeler. Her yıl Hıdrellez'de Kırklareli yakınlarında yapılan Kakava şenlikleri yaklaşık 100 bin kişiyi bir araya getiriyor.
Bir ankete göre Çeklerin yüzde 91'i Romanlar hakkında olumsuz düşüncelere sahip. Macarların yüzde 54'üne göre suç işlemek Roman kimliğinin bir parçası ve genetik bir durum.
UNDP'nin önerileri: Bedava ders kitabı ve yemek verilerek Roman çocuklarının okullara çekilmesi gerekiyor. Yüksek eğitimde de Romanlara şans verilmeli. Aksi takdirde Doğu Avrupa ülkeleri 2004'te AB'ye tam üye olduktan sonra başka ülkelere göç ederler. Bu da Roman düşmanlığını artırır.
Her on Romandan sekizi insan haklarına saygıyı, iş bulmak ve aç gezmemek şeklinde algılıyor.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2003
Gazetelerin dünya sayfalarında Afrika haberlerine hiç rastlamıyorsunuz değil mi? Örneğin biz yer sıkıntısı yüzünden Kongo'dan gelen şu korkunç yamyamlık hikayelerini aktaramadık. Malavi'deki kara giysili eli şırıngalı hayal ürünü adamların saçtığı vampir paranoyasını, Zimbabweli erkeklerin AIDS'i iyileştirsin diye albino kadınlara tecavüz ettiğini, yolsuzluk suçundan aranan Zambialı bakanın, üzerine taktığı muskalardan ötürü görünmez olduğunu sanırken nasıl yakayı ele verdiğini de yazamadık. İşte size Afrika öyküleri. Hepsinin de temelinde, yoksulluk, açlık, cehalet ve AIDS var.
Bir zamanlar, Uganda Devlet Başkanı İdi Amin'in bir bakanını yediği söylenirdi. Aslı var mıydı, yok muydu, hiç ortaya çıkmadı. Sonraları, rakiplerinin kesilmiş başlarını dondurucuda sakladığı ve zaman zaman karşısına alıp seyrettiği ileri sürüldü. Yesin yemesin, 300 bin kişiyi öldürttüğü iddiasıyla 23 yıl önce sürgüne gönderildi. Şimdi Suudi Arabistan'da yaşıyor ve günlerini Kuran okuyarak geçirdiği söyleniyor.
Sadece İdi Amin'inki değil, Afrika'dan başka yamyam mitosları da yayıldı. Özellikle Batılı ülkelerde, Afrika'da yamyamlık olduğu inancı hep yaygındı, ancak hiçbir zaman bunu kanıtlayan bir olaya rastlanmadı.
Ama şimdi, mitoslar gerçek oldu. Kongo'da, 2 milyon insanın öldüğü iç savaş sırasında kitlesel bir şekilde yamyamlık suçu işlendiği ortaya çıktı. Kongo'daki BM misyonunun geçenlerde açıkladığı rapora göre, Uganda tarafından desteklenen Kongo Kurtuluş Hareketi ile müttefiki Kongo Ulusal Demokrasi Örgütü'nün gerillaları, ormanlarda Pigmeleri öldürüyor ve yiyorlardı. Yakınları katledilen görgü tanıklarının ifadelerine göre asiler kurbanların etlerini, o kişilerin ailelerine yediriyordu.
Amzati Njogi adlı tanık, bir tepenin üzerinden gördüğü sahneyi anlatırken, asilerin, annesi, erkek kardeşi ve kız kardeşiyle onun iki küçük çocuğunu öldürdüğünü, sonra da kurbanları üzerlerine tuz dökerek kazanlarda kaynatıp yediklerini söylüyor. Bir kadının da kocasını pişirip yemeye zorlandığı anlatılıyor.
Başka tanıklar da 1998 yılında başlayan iç savaşta, Pigmelerin büyük acılar çektiğini, 12-14 yaşındaki kızlara tecavüz edildiğini, binlerce insanın çaresiz ormanların iç kesimlerine kaçtığını anlatıyor.
Yamyamlıkla suçlanan hareketin lideri Roger Lumbala ise insan eti yediklerini kesinlikle yalanlıyor ve rakip örgütlerin şöhretlerine leke sürmek için iftira ettiklerini söylüyor. Bununla birlikte şunu da itiraf ediyor: ‘‘Lendu ve Hema kabileleri kurbanlarının yüreklerini çıkarıp yer ama, benim askerlerim o kabilelere mensup değildir.’’
Yaklaşık 40 bin Pigmenin yaşadığı İturi bölgesindeki korkunç eylemleri soruşturan BM yetkilileri, yamyamlığın beslenme amaçlı olmadığı, tamamen ritüel nedenlere dayandığı görüşündeler. İnsan eti yiyenler, tılsımlı bir güç kazandıklarına ve böylelikle yenilmezliğe kavuştuklarına inanıyorlar.
BM'ye göre eski sömürge ülkelerindeki az gelişmişlik ve yoksulluk devam ettiği sürece yamyamlık da devam edecek. Çünkü o insanlar kendilerini, çevrelerindeki hayvanlardan daha yüksek varlıklar olarak görmedikleri sürece benzer davranışlar sergilemeleri normal olacak.
MALAVİLİ VAMPİRLER
Malavi'de herşey şu haberle başladı: ‘‘Hükümet, adı belirtilmeyen uluslararası bir yardım kuruluşuyla işbirliği içinde, halktan kan toplayarak karşılığında yiyecek dağıtacak.’’
Bu haber bir anda ülke sathına ‘‘vampirler kanımızı emmeye geliyor’’ paranoyası şeklinde yayıldı. Böyle bir hikaye yüzünden 1970 yılında da büyük bir kitlesel histeri patlak vermişti. Dönemin diktatörü Kamuzu Banda'nın, insanları öldürterek bunların kanlarını Güney Afrika'daki apartheid rejimine gönderdiği söylentisi korkunç bir paniğe yol açmıştı.
İşte 30 yılı aşkın süre sonra Malavi yine benzer bir panikle karşı karşıya. Hükümetin aldığı bütün önlemlere rağmen panik dinmek bilmiyor. Köylüler yaygın bir şekilde, vampirlerin geceleri insanların kanını emip kuruttuğuna inanıyor. Köy erkekleri geceleri dağlarda tepelerde vampir devriyesine çıkıyor. Vampirlikle suçlanan iki kişi bu yüzden linç ediliyor. Evinde vampirleri gizlemekle suçlanan bir vali, 200 kişinin taşlı saldırısından son anda kurtuluyor. Vampir söylentileri yayan 40 kişi tutuklanıyor. Vampir saldırısına uğradığını iddia eden biriyle röportaj yapan Maganizo Mazeze adlı radyocu da tutuklanıyor. Çünkü hükümet vampir haberlerine yasak getirmişti. Sonunda radyocu serbest bırakılıyor.
Devlet Başkanı Bakili Muluzi, söylentilerin muhalefet tarafından çıkarıldığını iddia ederken, halk ‘‘Politikacılar hep yalan söyler, demek ki vampirlerin olmadığı da yalan’’ diye düşünüyor.
İnsanları böyle çılgınca bir paranoyaya iten gerçek neden büyük ihtimalle açlık. Yaklaşık 3 milyon insanın acil gıdaya ihtiyacı var ve açlık yüzünden hayaller görmeye başladıkları söyleniyor. Ayrıca çok yaygın olan AIDS bir utanç kaynağı olarak görüldüğü için, halkın hastalık ve ölümlerden vampirleri sorumlu tuttuğu da bir başka görüş.
ALBİNO AIDS'E İYİ GELİR
Bir başka acıklı AIDS ve batıl inanç hikayesi de Zimbabwe'den. BBC'de yayınlanan habere göre bu ülkede 15 bin siyah albino yaşıyor. Kalıtımsal olarak deri, saç ve gözlerinde renk pigmentleri olmayan bu insanlar bir yandam cüzzamlı muamelesi görürken, diğer yandan başka bir tehlikeyle karşı karşıya bulunuyorlar. Bir mitosa göre HIV virüsü taşıyan erkekler albino kadınlarla yattığı takdirde, AIDS hastalığından kurtuluyor. İşte bu yüzden AIDS'teki tırmanışla birlikte albino kadınlara yönelik tecavüzler de artıyor. 13 milyon nüfuslu Zimbabwe'de, cinsel açıdan aktif her dört kişiden biri HIV taşıyor.
Rüşvetçi bakan muskalarla görünmez olduğunu sandı
Zambia'nın eski maliye ve dışişleri bakanı Katele Kalumba 53 milyar Kwacha rüşvet almakla suçlanıyor. Bu paranın Türk Lirası cinsinden ne kadar tuttuğunu bilemiyorum. Çünkü haber Afrika basınından ve paranın dolar karşılığı belirtilmemiş.
Her neyse rüşvet rüşvettir, miktar önemli değil. Kalumba adlı bu eski bakan ayrıca, otomobil, motosiklet ve tekne çalan eski istihbarat şefine yardımcı olmakla da suçlanıyor. Yargı karşısına çıkmamak için de kayıplara karışıyor. Polis tam üç hafta boyunca Kalumba'nın izini sürüyor ve sonunda Kongo sınırı yakınlarındaki bir köyde bulunuyor.
Ama nasıl bulunuyor! Bir fundalıkta gizlenen Kalumba karşısında polisleri gördüğü halde hiç kıpırdamıyor. Çünkü tepeden tırnağa orasına burasına bağladığı muska ve tılsımlar sayesinde görünmez olduğunu zannediyor. Bu arada Kalumba'nın elektriği olmayan köyde, peşindeki polisleri ekrandan izlemek üzere, sözde tılsımlı bir boncuğu laptopuna bağladığı da görülüyor.
Tabii derhal tutuklanıyor ve başkent Lusaka'ya götürülüp mahkeme önüne çıkarılıyor. Görünmezlik fiyaskosunu bozuntuya vermeyen eski bakan mahkemede şöyle diyor:
‘‘Muska taktığım doğru değil. Polis, şerefime leke sürmek için yalan söylüyor.’’
Yazının Devamını Oku